03 Ekim 2024 07:00
Babam Şükrü Özkök’ü 13 Mart 2000 sabahı kaybettik.
O sabah bulduğum ilk uçakla İzmir’e gidip, eve girdiğimde babamın naaşı hâlâ hayatını kaybettiği divanda yatıyordu.
Üstü örtülüydü ve hiç açamadım.
Babamı hep hayatta bana “Ertuğrul” diye seslendiği, buzdolabında benim için hep hazır tuttuğu kalamarları çıkarırkenki haliyle hatırlamak istedim.
Cüzdanı yandaki küçük sehpanın üzerinde duruyordu.
Açıp baktım…
Çok az miktarda kâğıt para ve gazeteden kesilmiş iki kupür vardı…
Biri benim Öztürk Serengil üzerine yazdığım bir yazıydı…
Çocukluğumun Kahramanlar Mahallesinde onun filmlerinde “yeşşe” diye seslenişini anlatan bir yazıydı.
Babam onu kesip saklamıştı.
Cüzdandan bir de Güneri Cıvaoğlu’nun bir yazısı çıktı.
Onun Atatürk üzerine yazdığı bir yazıydı.
Rahmetli babam Adnan Menderes hayranı bir Bulgaristan göçmeniydi.
Ailemizin, annem dahil bütün üyeleri sonradan Ecevit’e oy verirken, o hep sağ liberal düşüncesine sadık kaldı.
Sonradan Demirel’e ve Turgut Özal’a oy verdi…
Babamın benden istediği son şey güzel bir Atatürk portresiydi…
Cüzdanından çıkan Atatürk yazısını okurken başımı çevirip babamın üstü örtülü naaşına baktım.
Başını dayadığı duvarın üzerinde ona gönderdiğim Atatürk portresi asılı duruyordu.
Cüzdanını koyduğu masanın üzerinde ise evimizin çocukluğumdan beri hatırladığım Kuran’ı duruyordu.
Öleceğini hissetmiş ve annemden Kuran okumasını istemişti.
Salı sabahı Güneri Bey’in ölüm haberini aldığımda aklıma gelen ilk şey bu oldu.
Buna ona söylediğimde yüzüne o kadar güzel bir mutluluk ifadesi oturmuştu ki...
Daha geçen haftaya kadar bunu hep anlattı bana…
Güneri Bey beni tanımadan çok önce ben onu tanıdım.
Hacettepe Üniversitesi öğretim üyeliği yıllarımda okuduğum 4 gazeten birinin genel yayın yönetmeni ve başyazarıydı…
Sol eğilimli genç bir öğretim üyesiydim.
Hürriyet, Cumhuriyet, Milliyet ve Tercüman gazetelerini okurdum.
Tercüman gazetesinin görüşlerine çok ters bir düşünce yapısına sahiptim ama Güneri Bey ve Nazlı Ilıcak’ı çok takdir ederdim.
Rahmetli babam sağ düşünceli bir insandı ama İlhan Selçukve Çetin Altan’ın yazılanın gizli hayranıydı.
Bense sol düşüncedeydim ama Güneri Bey ve Nazlı Ilacak’ın yazılarını ilgiyle okurdum.
Bir de MHP’nin yayın organı Hergün gezetesinin yazarı Taha Akyol’u…
Güneri Bey’le ilk hatıram, 1987 veya 88 yılına ait…
O zamanlar Türk gazetecilerinin ne hayatında ne hayalinde A330 gibi bir refakatte seyahat vardı.
Hürriyet’in Ankara temsilcisiydim. Dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın Washington ziyaretini izlemek üzere galiba Lufthansa ile Frankfurt üzerinden aktarmalı gitmiştik.
Özal başka bir tarifeli uçakla gitmişti.
Dönüşte Güneri Bey'le birlikte dönmüştük.
Hafıza defterimde kalan ilk görüntü, sabah saat 7 sularında Frankfurt Havaalanı'na inişimizle başlamıştı.
Ben yeni bir gazeteciydim ve ikinci defa Özal'ın bir dış gezisini takip ediyordum.
O gezide Cumhuriyet’ten Sedat Ergin ve Sabah’tan Güneri Cıvaoğlu’nun çok yardımı olmuştu.
Tecrübesizliğimin ve acemiliğimin boşluklarını onlar doldurmuştu.
Sabah Frankfurt’a inmeden önce kahvaltı getirmişlerdi.
Güneri Bey kulağıma eğilip, “Bunları yeme, Frankfurt’ta daha güzel bir kahvaltı yaparız” demişti.
Frankfurt’ta beni aldı ve doğruca üzerinde “Caviar House” veya ona benzer bir şey yazan bir bara götürdü.
Sonra bir şişe şampanya ısmarladı.
Ve ortaya bir havyar tabağı ile somon füme tabağı getirtti…
Birden paniğe kapıldım.
Cebimde gelenlerin yarısını ödeyecek param yoktu.
Hürriyet’ten aldığım harcırahın bunu karşılaması mümkün değildi.
Gözlerimdeki tereddüdü fark edince, bir gülümsemeyle, “Sen daha henüz başlardasın. Hürriyet’te yükseleceksin. Birkaç yıl sonra sen de bana ısmarlarsın” dedi.
Üç yıl sonra Hürriyet’in genel yayın yönetmeniydim.
Özellikle Aydın Doğan Hürriyet’i aldıktan sonra o sabahın karşılığın Güneri Bey’e fazlasıyla ödedim.
Ama hafıza defterimde benim ödediklerim değil, hep Güneri Bey’in o zarif jesti kaldı.
İlkler daha kalıcıdır.
Herkesin bana Bâb-ı Âli’de en fazla 3 ay verdiği günlerGüneri Bey’in bendeki yeri çok özel… Basın sektörüne geldiğimde birçok gazeteci benim 3 ay içinde gideceğim üzerine iddiaya giriyordu. O zor zamanlarımda bana içten destek veren, moralimi, direnme gücümü yükselten üç beş insandan biriydi. Sabah’taki yazılarıyla gazeteciliğe getirdiği yeni üslup, yeni içerik ve renkli bireysel anlatımı çok seviyordum. Bir de onu bizim nesil gazeteciler için bir tür sendika başkanı olarak görüyordum. Çünkü o biz gazetecilere durmadan şunu anlatıyordu: “Gazetecilik bizim mesleğimiz. Ama mesleğimizin dışında da iyi yaşamamız gereken bir hayat var ve bunu ıskalamamalıyız…” Pazar yazılarımı topladığım kitaba, onun bu tavsiyesinden esinlenerek "Arta Kalan Zamanda" adını koymuştum. O bizim “Arta kalan zamanlarımızın büyük koçuydu…” O nedenle kimse benden Güneri Bey için tarafsız bir yazı beklememeli. Yapamam öyle bir şey. Anlatacaklarım “Benim Güneri Bey'im…” Zaten sadece sevdiğim insanları, sevdiğim kitapları, sevdiğim filmleri, müzikleri yazdım hayatım boyunca… Beğenmediğim kitap veya film veya insan için yapabileceğim tek eleştiri o konuda yazmamak oldu hep. Ama Güneri Bey’i kime anlatabilirim? Bugünkü nesillere anlatmam hiç kolay değil. Çünkü o “basın döneminin” gazetecisi ve insanıydı. Yani dijital dönemin ve yeni medyanın insanı olamadı. |
Onu basın döneminin insanlarına anlatmak da kolay değil.
Çünkü o dönem için de iki Güneri Cıvaoğlu var.
Biri benim tanıdığım…
Öteki dün Oray Eğin’in yazdığı Güneri Cıvaoğlu…
Oray 45 yaşında…
Bense 77…
Arada en az 2 nesil var.
Dün Oray’ın yazdığı yazıyı dikkatle okudum.
Kendi kendime “30’lu yaşlarımda Abdi İpekçi’yi yazsaydım belki de daha eleştirel şekilde yazardım” dedim.
Bugün yazsam çok farklı olur…
Güneri Bey, gazetecilerin az para kazandığı dönemlerin genel yayın yönetmeniydi.
Sadece yazma üslubundaki çok başarılı hikâyecilikle değil, yazdığı hayatı yaşama biçimiyle de farkını çok erken dönemde koymuş gazeteciydi.
Anglosaksonların “Ne de olsa farklı olmak adaba aykırıdır” kuralının işlediği dönemlerdi onlar.
Farklı olmanın bir bedeli vardı ve o bedel Güneri Bey’e fazlasıyla ödettirildi.
En ağırı da, Uğur Mumcu’nun onun gazeteciliğini ve yönetimini eleştirmek için yazdığı “Sakıncasız ” piyesiydi.
Onun Ankara’daki ilk gösterimine katılmıştım.
Uğur Mumcu ilk perde arasında “Nasıl buldun?” diye sorduğunda “Hiç beğenmedim” demiştim.
Benim için ilk işaret o piyesin hiç tutmamasıydı.
Türk basınında yeni bir dönem başlıyordu ve bu “benim de dönemim” olabilirdi.
Ama o yıllar benim için de ilk “liboş”, “dönek”, “Özköşk” lakaplarının gazete köşelerinde görünmeye başladığı yıllardı.
Ne var ki 1990’lar Türkiye’de yepyeni bir gazeteciliğin doğduğu yıllar oldu.
Oray Eğin, Güneri Bey için “patron gazetecisi” diyor.
Oray Eğin’in Hürriyet’in kafesinde bir öğle saatinde ekspressomu içerken bembeyaz bir elbise içinde gelip, masamın başına dikilerek söylediği şu sözü hatırladım:
“Ben köşe yazarı olmak istiyorum…”
“Neden?” diye sorduğumda şu cevabı vermişti:
“Çünkü bükün köşe yazarları dinozor ve ben bu dinozor köşe yazarlarının hepsini devirmek istiyorum…”
Sonra bu sözleri bir köşe yazarına söylediğini hatırlayıp devam etmişti:
“Siz de bir köşe yazarısınız ama sizi pazar yazılarınız kurtarıyor…”
Liboş, dönek, Özköşk gibi nitelenmelere alışıktın ama hayatımda ilk defa biri bana “dinozor” diyordu…
Oysa kariyerimin başlarında sayılırdım. Çok ciddiye aldım, hiç unutmadım o sözü…
Bugün geriye baktığımda “patron genel yayın yönetmeni olmak” ne demektir çok daha iyi değerlendirebilecek bir durumdaydım.
Oray Eğin patron yazarı olmanın çok zor bir şey olduğunu kabul ediyor.
Evet, zor bir iştir.
Ama o dönemin asıl zorluğu patronlara karşı değil, birlikte çalıştığımız gazetecilere ve onların egolarına karşıydı.
Bizler İkinci Dünya Savaşı'nda 8 sonra gelen demokrasi ve özgürlük döneminde, patronlar değil, gazeteciler tarafından oluşturulmuş bir zihniyet dünyasında çalıştık.
Gazeteciler hep şöyle düşündü:
“Patronlar parayı versin, işimize karışmasın, gazeteyi biz yaparız.”
21’inci yüzyılın başına kadar bu zihniyet işledi.
Ama bu yüzyılın başında gelen popülist dalgada güçlü popülist liderler şunun farkına vardı:
Gazetecileri hapise atmak yerine, patronun üzerine vergicileri salıp, 3-4 milyar dolar haksız vergi cezaları yazarsak işimiz çok daha kolaylaşır.
Yeni bir soğuk savaş başlamıştı ve bu yeni otoriter düzen çok etkili bir şekilde çalışmaya başladı.
Bugün artık genel yönetmenleri “patron gazetecisi” değil, “iktidarın patronunun gazetecileri” haline geldi.
Yani bugünün ölçüleri ile Güneri Bey’i değerlendirirken, şunu kabul etmeliyiz.
En azından gazete patronlarını zora sokmadan gazeteleri çıkarmaya ve gazetecileri korumayı başardı.
Bugünün sayısı binleri çok geçen işsiz gazetecilerin Güneri Bey’i değerlendirirken bu özelliğini de dikkate almaları gerektiğini düşünüyorum.
Renkli bir insandı Güneri Bey…
Hayatı, yaşama biçimi, etrafında yarattığı aura, giyim tarzı, gittiği yerlerde gördüğü ilgi ile ancak iki tür etki yaratabilirdi.
Büyük bir kesimde hasetlik…
Küçük bir kesimde gıpta…
Ben hep ikincilerden oldum.
Benim için o José Ortega y Gasset’in 20’nci yüzyılda tarif ettiği elit gazeteci profilinin eşsiz bir örneğiydi.
Yani kamu meydanında elini kolunu sallaya sallaya gezen bir aristokrat…
Dikkat edin, “halk arasından dolaşan” demiyorum.
Kamu meydanında dolaşan gazeteci.
Bir sosyal agorada yani…
Geçen kasım ayında doktoru ona “3 aylık ömrün kaldı” demişti.
Bunu anlattığı çok az sayıda yakınından biriydim.
En son geçen ay telefonda, şunu söyledi.
“Doktorum bugün ‘Eksik kalmış işlerin varsa tamamla dedi. Bir ayım kalmış…”
Afallayıp kaldım.
“Ama ben hiç öyle hissetmiyorum” diye devam etti.
Beni teselli etmek için mi böyle dedi, yoksa gerçekten öyle mi hissediyordu bilmiyorum.
Böyle duyguların empatisi olamaz…
Öyle yaşamaya devam etti. Beni şaşırtan bir direniş ve normallikle sürdürdü hayatını.
Daha geçen haftanın sonunda Cengiz Yalçın’ın evinde Hüsamettin Özkan ve Mustafa Özkan’la ne kadar güzel şaraplar içtiğini anlattı.
Cengiz Yalçın’ın misafirperverliği ve bonkörlüğü üzerine sohbet ettik.
Piyanist Eylül Ergül dün Instagram’da Güneri Cıvaoğlu ile birlikte şarkı söylerken çekilmiş bir videosunu paylaştı.
Altına da şu yazmış:
“Daha 10 gün önceydi…”
Paris’e son gittiğimizde onun istediği yerlerde fotoğrafını çekmiştim.
Bunlardan biri Shakespeare & Company adlı kitapçının önündeydi.
Son zamanlarda sık sık yurt dışına gittim.
Hep görüşmek için randevulaştık ama son anda ya onun bir tedavisi çıktı ya benim yurt dışı gezim…
Yıllar boyu güzellik ve estetik üzerine konuşmuştuk.
Ölümünün arkasından şimdi düşünüyorum da…
Galiba son günlerinde ya o benden kaçtı…
Belki de ben ondan…
Belki de babam gibi onu da hep o itinalı, yakışıklı adam olarak hatırlamak istedim.
Bazıları için Güneri Abi'ydi.
Benim için ise hep Güneri Bey olarak kaldı.
Ve öyle gitti bu dünyadan...
Kamu meydanında dolaşan harikulade bir aristokrat olarak…
© Tüm hakları saklıdır.