Meyer Lansky
23 Temmuz 2023 07:35
KÜÇÜK GÜZEL ŞEYLER DÜKKÂNI
Ertuğrul Özkök*
Yaşadığımız seçim ve ondan önceki 2 yıl bana ülkem hakkındaki bir gerçeği öğretti.
İster yüzde 52’nin mensubu olun, ister yüzde 48'in…
Bizim DNA’larımızda bir “despotluk” var…
“Reis”, “Baba”, “Başbuğ” seviyoruz biz…
Kutuplaşma bu özelliğimizi iyice gün yüzüne çıkardı.
Çoğumuzun içinde bir yerde, küçük bir otoriter kişilik, küçük bir “Capo di Tuti”(Babaların Babası), Reislerin Reisi oturuyor.
O nedenle Sedat Peker bile , bir süre için kendine demokrat diyen bu yüzde 48’in kahramanı haline dönüşebiliyor.
En demokrat sandığımız kişilerin içinde bile, “Muhafazakar Tayyip Erdoğan gitsin, yerine “Sosyal demokrat bir Tayyip Erdoğan gelsin” duygusu yaşıyor..
Nitekim bugünlerde “Muhalefette Reisleşmenin” en çarpıcı örneğini yaşıyoruz.
Bugün sizi içimizdeki gizli otoriter kişiyi keşfetmeye davet ediyorum.
Kahvaltı masasında uygulayabileceğiniz bir test bu.
Adı “Lansky Kanunları Testi…”
Testi hazırlayan da bizzat benim.
Ama önce size “Lansky” kimdir onu anlatayım
2020 yılında Los Angeles’da bir günümü 'Mob Müzesi’nde geçirmiştim.
Yani “Organize Suç Çeteleri Müzesi” veya günlük dilimizdeki ifadesiyle, “Mafya Müzesi…”
O güne kadar Amerika’da “Mafya” denince aklıma Al Capone, Lucky Luciano gibi isimler gelirdi.
O gün o müzede öğrenmiştim ki, “Mafya"nın asıl gizli kahramanı “Lansky” imiş.
Tam adı ile Lansky Mayer…
Rusya göçmeni bir Yahudi ailenin çocuğu.
Hep geri planda kalmış, ama o kuytudan bütün Mafya örgütünün finansal organizasyonunu yapmış kişi.
Mesela Warren Beatty’nin oynadığı “Bugsy” filminden, Las Vegas’taki Flamingo Oteli’ni inşa eden
Benjamin “Bugsy” Siegel’i biliyoruz.
Ama onun beyni olan Lansky’i son zamanlara kadar bilmiyorduk.
Lucky Luciano’yu, onun Havana kumar örgütünü işletmesini biliyoruz, ama o kumarhanelerin arkasındaki asıl vizyoner beynin Lansky olduğunu bilmiyorduk.
Onu şöyle anlatayım:
Kurduğu kumar endüstrisinin Amerikan ekonomisine bugünkü katkısının bilançosu şöyle:
(*) Ekonomiye yılda 250 milyar dolar katkı.
(*) 2 milyon insana iş imkanı.
Lansky Mayer’i 2021’de gösterime giren Netflix filmi “Lansky’ ile tanıdık.
O filmde Harvey Keitel’in canlandırdığı Lansky, yaşlılık döneminde, hayatını yönlendiren, başarısını getiren prensipleri, kuralları kanunları anlatıyor.
Bunların önemi şu:
Bu prensipler sayesinde, hayatı boyunca hiç hapse girmeden, yatağında ölmeyi başaran tek Mafya lideri oldu.
Bu kanunlardan hareketle küçük bir test hazırladım.
Bu kurallardan kaçı sizin atlınıza yatıyor veya uyguluyorsunuz?
Yani içinizde yüzde kaç “Lansky” veya otoriter ama akıllı bir kişilik var…
Ancak dikkat…
Bu test sadece akıllı bir Mafya yöneticisi profilini ortaya çıkarmıyor.
Toplumsal hayatın her alınanda içimizdeki otoriter kişiliğin, siyasette, iş, spor, eğlence dünyasında, hatta insan ilişkilerinde nasıl bir yönetim anlayışı ortaya çıkarabileceğini gösteriyor.
(*) BİR: DARBE KANUNU: “İlk vuran sen ol…”
(*) İKİ: HANGİ TARAF KANUNU: Size "Yanlış tarafı seçtiniz Bay Lansky, kaybeden ata oynadınız" denirse şu cevabı verin: “Ben iş insanıyım. Taraf ve at seçmem, fırsat seçerim.”
(*) ÜÇ: TERCİH KANUNU: Şunu cümleyi ezberle: “Kim olduğumu, yaptığım tercihler tayin eder. Yaptığım seçimleri sorgulamam.”
(*) DÖRT: BORÇ KANUNU: “Sana borcu olan kişiyi öldürme, çünkü hayatta tutman senin menfaatinedir…Yaşat, borçlu kıl, çalıştır, borcunu fazlasıyla ödet.”
(*) BEŞ: HENRY FORD KANUNU: ”Henry Ford’un ürettiği şey araba değil, arabanın insanlara sağladığı özgürlüktü…”
(*) ALTI: KARAKTER KANUNU: “Paranı kaybedersen bir şey kaybetmezsin; sağlığını kaybedersen bir şey kaybedersin; karakterini kaybedersen her şeyini kaybedersin…”
(*) YEDİ; MELEK KANUNU: Kendini şuna ikna et: “Ben gangster değilim. Pis suratlı bir meleğim, o kadar…”
(*) SEKİZ: ÖLÜM DÖŞEĞİ KANUNU: Şu son anın geldiğini düşün… Altındaki koltuk gitmiş, elindeki güç uçmuş, kendine “Ne oldum değil, ne olacağım” sorusunu sorma anı gelmiş. İşte o an şu sorunun cevabını ver: “Ben kimdim? Kendimi nasıl ölçerim?”
“Babaların Gizli Babası” Lansky’nin cevabı şu:
“Bu dünyada en önemli ölçü şudur: 'Kendimizi sevdiklerimizin gözünden ölçeriz…”
Şimdi oturun, ama hayatta bir kere samimi olun ve en içten cevaplarınızı verin.
Bu sekiz kanundan kaçı size uygun?
Ben ölçtüm…
Sekizde 4 çıktı.
Ama hangilerinin bana uygun olduğunu sizinle asla paylaşmam.
Çünkü hakkımda sahip olduğunuz “Kötü imajı değiştirmenizi” istemem.
Ben yüzde 50 nefret, yüzde 50 sevgi ile yaşamayı öğrenmiş bir insanım.
Bundan şikayetçi de değilim.
Medyada başarı için bir altın denge formülü bile diyebilirim.
Ama bunlardan altısı sizde ise, bu sizi küçük bir Lansky yapmaya yeter de artar bile.
“Sözcükler” edebiyat dergisinin Ocak-Şubat 2023 sayısında Oğuz Demiralp’in “Tanpınar ve Paris” başlıklı bir yazısını okudum
Ahmet Hamdi Tanpınar 6 Nisan 1953 günü Paris’teyken, oradan Adalet Cimcoz’a bir mektup yazmış.
Mektuptaki şu cümle çok dikkatimi çekti:
“Dünyada iki hasretim vardı. Biri Paris. Biri de güzel kadın. Burada ikisini de kaybettim…”
Tam bu cümlede durdum ve “Vay canına” dedim, “Demek ki hayatta güzel kadın hasreti” gibi bir duygu da varmış.
Tabi muzır aklıma da sorular takıldı.
(*) Acaba Ahmet Hamdi Tanpınar, Paris’e gidinceye kadar hayatına hiç güzel kadın girmedi mi?
(*) Kafasındaki güzel kadın profili neydi?
(*) Paris’te bulduğu “Güzel kadın” kimdi…Gerçek bir kadın mıydı, yoksa sokakta gördüğü güzel kadınlardı seyir tatmini miydi?
(*) “Güzel kadını bulup" da “Hasretini kaybetmek” nasıl bir şeydir?
Bu sözleri Tanpınar gibi çok sevdiğim bir yazarın kaleminden okuyunca, “Gözümün önüne bekaretini kaybetmek” gibi bir şey geliyor.
Tabi bir de şu soru var;
Serge Gainsbourg gibi bir çirkin sayılabilecek ama entelektüel bir adam Jane Birkin gibi çok güzel bir genç kadını bulabildiğine göre; Yves Montand gibi çirkin sayılabilecek, ama karizmatik bir adam, Simone Signoret gibi bir kadını kendine aşık edebildiyse; Ahmet Hamdi Tanpınar gibi entelektüel ve gözde bir yazar Türkiye’de güzel kadına niye hasret kalır ki..?
Yoksa o dönemde Türkiye’de hiç güzel kadın yok muydu?
Tabi son bir soru da şu:
Neticede bu mektubu yazdığı kişi Adalet Cimcoz da bir kadın.
Birçok şapkası var.
Dönemin en ünlü dublaj sanatçısı, çevirmeni ve sanat eleştirmeni.
Bir şapkası da şu:
Gazetelerde dedikodu yazarı.
Yazılarını “Fitne Fücur” takma adıyla yayınlıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar gibi büyük bir aydın ve yazar, kaybettiği güzel kadın hasretini, mahrem konularını Fitne Fücur bir yazara anlatır mı?
Soru aklıma, geçen hafta Bodrum’dan İstanbul’a gelmek üzere THY uçağına binerken geldi.
Cehennem gibi bir sıcakta merdivenin altında sıra beklerken gözün etrafımdaki insanların ayakkabılarına takıldı.
Abartmıyorum, ama insanların neredeyse üçte ikisinin ayağında sneakerlar vardı.
Yani spor ayakkabılar.
Tesadüf o akşam Disney Plus’ta National Geographic yapımı, Rob Lowe’un sunduğu “80’ler Top 10” belgeselini seyrettim.
Dizinin bir bölümü “80’lerde hayatımızı değiştiren giyim eşyaları ve tarzlar” konusuna ayrılmış.
Bu 10 yıl içinde hayatımızı değiştiren 10 giyim unsurundan 3’ü ayakkabılar olarak belirlenmiş.
(*) Adidas ayakkabı: İlk hip hop grupları Adidas ayakkabı ile sahneye çıkmaya başlayınca Adidas satışı patlamış.
(*) ‘Vans’ kay kay ve bisiklet ayakkabısı: Önce kaykaycı gençler, sonra bisikletçiler keşfedince moda olmuş.
(*) Nike’ın “Air Jordan” ayakkabısı: Bir basket efsanesinin ismi, zamanın ruhuna uygun ayakkabı ile birleşince, ortaya hayatımızı etkileyen bir giyim unsuru çıkmış.
Disney Plus belgeselinin sıralaması, benim Bodrum uçağının kapısında gördüğüm manzaraya uygun.
Ama bir başka kuşağın mensuplarına, “Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz” diye sorsanız;
(*) Mesela, Brooks Brothers’ın “son mohikanlarından ” Rahmi Koç, Volkan Vural, Sedat Ergin, Murat Yetkin gibi klasikçilere sorsanız; alacağınız cevap muhtemelen “Ne alakası var?” olurdu.
At derisinden yapılmış, bir modelini Indiana Jones’un da giydiği, “Alden ve Bostonian, ne bileyim Church varken bez parçası bir ayakkabının esamisi mi okunur?” diyeceklerdir.
(*) Mesela Güneri Cıvaoğlu’na sorsam, “Stiletto” gibi, erkek dünyasında kasırgalar estiren devrimci bir ayakkabı varken, alelade bir sneakerdan söz edilebilir mi diyecek?
(*) Mesela Serdar Turgut’a sorsam, muhtemelen değil kesinlikle, “Bir Japon pornosunda erkeğin göğsüne bıçak gibi sokulmuş 14 cm yükseliğinde bir ayakkabı topuğu varken, PVC’den yapılmış ayakkabı tabanı ancak karşıdevrimci olabilir?” diyecektir.
(*) Mesela, eşarp ve siyah gözlüğünden vazgeçemeyen bir zamane vintage Audrey Look karakterseniz; muhtemelen “Bir kadın Vespa motoksikletine ancak düz ayakkabı ile biner” derdiniz.
Tabii Loafer’cıları, Esparille’cileri, Chalsea Boat’cuları, Mokasoncileri de yazardım ama yerim sınırlı.
Bir filmin sadece fragmanını seyredip, “Voavvv bu yılın en iyi filmi kesinlikle bu” diyebilir misiniz?
Ben dedim.
Hayatımda belki de hiçbir film sadece fragmanında bana “Mutlaka büyük ekranda seyret” duygusunu bu kadar vermedi.
Bu film, 1980’lerde beni mest eden “Hayalet Avcıları”, "Geleceğe Dönüş”, “Küçük Korku Dükkanı” gibi filmlerin 21. yüzyıl versiyonu olmaya aday.
Barbie’den ne çıkabilir ki diye düşünürken fragmanda kullanılan sahneyi seyrettim.
Nesiller boyunca kız çocuklarının hayalinde Cinderella hikayesini sürdüren Barbie, belki de ilk defa topuklu ayakkabısını çıkarıp, dans etmekten şişmiş tabanlarını gösteriyor.
Yani Barbie’nin ayakları yere basıyor artık…
Tekrar söylüyorum. Bu film kötü olamaz.
Barbi filminim rengi hiç şüphesiz pembe…
Filmin erkek kahramanı Ryan Reynolds’un kovboy kıyafetinin üstündeki boyun eşarbı bile pembe renk.
Film sanki baştan sona pembeye boyanmış hissi veriyor.
Yani Ebrar üzerinden, dünya şampiyonu olmuş Milli takımı bile yerden yere vuran homofobiklere şunu söylemek isterim.
Pembeye karşı bu savaşı kazanamazsınız.
(*) Oppenheimer filminin başoyuncusu Cillian Murphy, Peaky Blinders dizisinde mi yoksa bu filmde mi daha başarılıydı?
(*) Barbie filminin müzikleri mi daha iyi, yoksa Idol dizisi için The Weeknd’in yaptıkları mı…
(*) ‘Crowded House' dizisiyle başlayan “Jung mu daha önemli yoksa Freud mu” tartışmasında kimden yanasınız?
(*) Streaming platformları gerileyip, parasız televizyon kanalları yeniden yükselişe mi geçecek?
Cihangir’in “Artık sadece dijitale çalışıyorum ” diye burnundan kıl aldırmayan süperstar dizi oyuncuları yeniden klasik televizyonlara mı yönelecek?
Barbie filminin Soundtrack’i gerçekten çok zengin.
Son dönemin bütün “Superstar"ları sanki orada.
Dua Lipa, Billie Eilish, Sam Smith, Lizzo, Tame Impala, Khalid, Ava Max, Fifity Fifty, Nicki Minaj, Doja Cat……
Ama bir de klasikler var…
Yani söz konusu Barbie ise olmazsa olmazlar…
Tabii ki Cyndie Lauper ve Girls Just Want to Have Fun!ı…
Tabii ki Bee Gees ve Stayin’ Alive’ı…
Tabii ki Spice Girls…
Tabii ki Madonna…
Whitney Houston, Donna Summer, Diana Ross …
Yani filmin müziği, bir ölçüde Barbie’nin oyuncak olarak doğuş tarihinden bu yana güzel bir müzikal kronolojisi olmuş.
**Ertuğrul Özkök’ün "Küçük Güzel Şeyler Dükkânı" başlığıyla "Newsletter" formatında paylaştığı yazısı aynen yayımlanmıştır.
© Tüm hakları saklıdır.