18 Ocak 2015 12:07
Eşber Yağmurdereli, “Bugün yeryüzü coğrafyasının şurasında burasında kendini ele veren şiddet bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor çünkü kapitalizm korkuyla büyür, korkuyu salar, büyütür. Solun, yani bizim değerlerimiz içinde yer alan en önemli özgürlük korkudan kurtulma özgürlüğüdür. İşte şimdi ihtiyacımız olan şey de bu” dedi.
Cumhuriyet gazetesinden Ali Deniz Uslu’ya konuşan Yağmurdereli, “Bugün ülkemizde yaşadığımız tüm sıkıntıların temelinde de geçmişi ile yüzleşme geleneğinin olmaması yatıyor. Bu yüzleşme gerçekleşmedikçe tekrarlarını göreceğiz. Çünkü iktidarlar varlıklarını sürdürmek için bu yoksunluğun yarattığı imkânları kullanmaktan çekinmez. Şayet, Maraş ve Çorum ile yüzleşseydik Madımak yaşanmazdı” diye konuştu.
Ali Deniz Uslu’nun Eşber Yağmurdereli’yle yaptığı söyleşi şöyle:
- Türkiye’de verdiğiniz demokrasi, hukuk ve özgürlük mücadelesi içinde müzik nasıl yer aldı?
- Şimdi kasetim çıktı diyorum insanlara “Yapma ya! Bir senin kasetin eksikti” diyorlar. Kaset diyince malum, herkesin aklına ilk gelen tabii başka! “Albüm çıkardım” diyince de “Şiir mi okudun, şarkı mı çalıp mı söyledin?” diyor herkes. Beste ve güfte olduğunu kimse düşünmüyor. Elbette toplumdaki tanınırlığım, siyasi hayatım ve tavrımdan dolayı benden böyle bir şey beklenmiyor. Ama bir toplumda devrimcilik yapıyorsanız o toplumun tüm üretim alanları üzerinde emek vermeniz gerekir diye düşünüyorum.
- Müzik serüveni de sanırım Ankara Körler Okulu’nun sıralarında başlıyor.
- Evet, 1958 yılında Ankara Körler Ortaokulu’na gittim, zaten biri Ankara’da diğeri Antep’te olmak üzere iki okul vardı Türkiye’de, ortaokulu olan da Ankara’ydı. Milli eğitim müfredatı yanı sıra ek olarak sanat dersleri de vardı ve çok ciddi ve kaliteli bir eğitim süreciydi benim için. Dokuma dersleri de vardı caz dersleri de. Ben aileden gelme bir alışkanlıkla Türk sanat müziğini tercih ettim. Hocam o dönem Ankara Radyosu ince saz faslını yöneten İbrahim Tuğberk’ti. Gazete okur gibi nota okur, söylendiğine göre uçan kuşun kanadının sesini notaya alırdı. Nota, usul, fasıl, ud... Üç yıl boyunca deyim yerindeyse meşk ettik. Tabii bu üç yıl kültürel kişiliğimin oluşmasında önemli bir katkı sağladı. Sonrasında O zamanlar Ankara Radyosu spikerlerinden olan Jülide Gülizar’ın bir şiir kitabı geçti elime; Çamlıca’daki evimizdeydim ve bir dörtlük yakaladım orada; “Ne göz göze gelelim/ne içimiz burkulsun/bir damla suda batsın bütün emellerimiz/varsın gönlün neşeyi bir başka yerde bulsun ve artık birbirine değmesin ellerimiz.” Ve işte böyle başladı, bu benim ilk bestemdi. 17 yaşımdaydım.
- Elimizdeki albümde 11 şarkı yer alıyor: “Eşber Yağmurdereli Şarkıları ‘Ey Hayat Aşkla Terbiye Et Beni”. Değerli sanatçı Melihat Gülses seslendiriyor.
- Bunlar yıllar arasından süzülüp gelmiş şarkılar, farkı zamanlarda farklı yaşanmışlıklarla yazılmış, bestelenmiş. 1962, 1965, 1966, 1968, 1972 ve 1982... Sinop Kalesi Cezaevi’nden üç şarkı var; bahara, yaza ve güze yazılmış.
- Sinop Kalesi’nde kaç mevsim kaç bahar kaçırdınız?
Cevaba geçmeden önce Melihat Hanım’a teşekkürü de bir görev olarak kabul ediyorum çünkü kendisi sahip olduğu ustalık ve duyarlılıkla notalara can ve ruh verdi. Yaklaşık üç yıl geçirdim Sinop Kalesi’nde. Tecrit hücresindeydim ailem dahil kimse ile görüştürülmedim ama yine de bir şey kaçırdım denemez, çünkü yaşadım. İlk gittiğimde Karadağ ucunda bir hücredeydim, dize kadar su geliyordu zaman zaman. Ama sonraki hücrem daha kuruydu, farelerle geçti orada da günlerim. Hücremde akrep olduğu da rivayet edilirdi.
- Tüm bunlar bir şekilde albüme sızmış olmalı.
- Elimizdeki yedi şarkının güftesi bana ait, Sinop üçlemesindeki Muhayyer Kürdi şarkı; “Sevgiyle donatırken çiçekler dallarını/Gizli bir hüzünle an geçen baharlarını/Yokluğun doldurunca ilkyaz akşamlarını/Özlemi sarsın seni bu uzak diyarların/Duy yürekten sevgilim hüznünü baharların/Zaman akan bir sudur dönüşü olmaz geri/Sürükleyip götürür önünde engelleri/Yaklaşıyor gün be gün o özgürlük günleri/Umutla bak her zaman sen gelecek yıllara/Merhaba de sevgilim merhaba yarınlara”, baharın getirdiği umudu, coşkuyu ve heyecanı, yaz başlıklı hisarbuselik şarkı ise özleyişi, bekleyişi anlatıyor. Mahpus günlerinde beni ziyarete gelemeyenlere duyulan özlem var onda. Güze adanmış “Bir bahar ardından bir de yaz geçti” diye başlayan acemkürdi şarkıda da bir düş kırıklığı var.
- Şarkılar hep bahara, kış yok?
- Türkiye’de 12 Eylül süreci devam ediyor, sonrası hep kış, kışa da şarkı yazılmıyor. Aslında başka türlü bir hayat yaşadım ve müzik hep dışta kaldı sanki. Bir adım atmam gerekiyordu ona. Ama insanlar sever ve beni anlarsa devamı zaten var.
- “Unutmak” Türkiye coğrafyasına özel. Acıya dayanmak için de değil unutmak, korkuyu bastırmak için.
- Sanki her şey yaşanıp bitiyor o kadar. Tarihiyle yüzleşmeyen, tarih bilinci olmayan toplumlarda geleceğe dönük beklentiler olmuyor. Gündemde ne varsa o! Oysa; soğuk savaş döneminde dünyada ve Türkiye’de Yeşil Kuşak namıyla ve Türk-İslam sentezi temelinde Sovyetler’i kuşatan bir çember yaratıldı. Aralarındaki çelişkilere rağmen tek amacı Sovyetler’e karşı olmak olan ideolojiler örgütlendi. Sovyetler ortadan kalkınca da bunlar işsiz, başıboş kaldı. Şimdi tek kutuplu bir dünya var ve insanlık ortaya çıkmış olan bu kaos ortamının, bu keşmekeşin, bu sahipsizliğin, bu başıboşluğun olumsuzluklarını yaşıyor.
- Bunun Türkiye’deki yansıması nedir?
- Solun tasfiyesi süreci elbette. Solun temsil ettiği insanlık değerlerinin anlamsızlaştırılması, değersizleştirilmesi, gözden düşürülmesi bunun doğal sonucu. İşte bugün Türkiye toplumunun yaşadığı travmatik durumun nedeni ve özeti. Yani temsil ettiğimiz insanlık değerleri toplumda yaygın değil, solun dışındaki tüm anlayışlar ve ideolojiler dogmatik, güncel koşullara bağlı ve fırsatlar ölçüsünde kendilerini dışa vuruyorlar, ele veriyorlar. Bunların üstlerine bastırırsanız gerilerler, sinerler, kalıcı hale gelebilmelerinin imkânları yoktur zira varoluşlarının toplumsal ve tarihsel temeli yoktur. Çünkü geleceğe yönelik bir düşleri ve hayalleri mevcut değildir. Geleceğe dönük hayali olmayan siyasi anlayışlar yaşar ve biter. Dolayısıyla; bugün ülkemizde yaşadığımız tüm sıkıntıların temelinde de geçmişi ile yüzleşme geleneğinin olmaması yatıyor. Bu yüzleşme gerçekleşmedikçe tekrarlarını göreceğiz. Çünkü iktidarlar varlıklarını sürdürmek için bu yoksunluğun yarattığı imkânları kullanmaktan çekinmez. Şayet, Maraş ve Çorum ile yüzleşseydik Madımak yaşanmazdı. Yüzleşme kültürünün yokluğu, saldırganların fırsat ve cesaret bulmasını sağladı. Hrant Dink bu yoksunluk yüzünden öldürüldü. Linç ve yok etme devam edecek, hem bu ülkede hem de dünyada. Bir süre önce IŞİD yoktu, bugün yaptıkları sanki bir bilimkurgu ürünü gibi. Paris’te olup bitenler de bu anakronizmin bir parçası gibi... Bugün yeryüzü coğrafyasının şurasında burasında kendini ele veren şiddet bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor çünkü kapitalizm korkuyla büyür, korkuyu salar, büyütür. Solun, yani bizim değerlerimiz içinde yer alan en önemli özgürlük korkudan kurtulma özgürlüğüdür. İşte şimdi ihtiyacımız olan şey de bu!
- Türkiye’de devlet geleneği muhalifleri ortadan kaldırmak görünmez kılmak. İktidarlar değişse de tavır hep aynı.
- Demokrasi kültürü mücadele ile gelişir. Batı Avrupa’daki demokrasi tarihine bakınca, demokrasi mücadelesinin yüzyıllar boyunca sürdüğünü görürüz. Hâkim anlayışın kılıcı olan kilise ideolojisinin toplum hayatından çıkarılması meselesi de var, yüzyıllar sürmüştür. Kanlı da olmuştur çoğu zaman. Ama sonuçta insan hakları bildirgesinde ve benzeri metinlerde yer alan özgürlükleri insanlığın hizmetine sunmuş, demokrasinin bir kültür olarak bazı alanlarda ve coğrafyalarda bireyler tarafından içselleştirilmesine yol açmıştır. Şimdi ise kavradığımız ana gerçek şudur; hayatımıza müdahale etmek anlamında ne kadar az devlet olursa bizler de o kadar özgür oluruz. Öte yandan kapitalizm bir sistem olarak 1970’lerden beri içine düştüğü krizle uğraşıyor, komada ve daha saldırgan, vahşi. Kapitalizmin hegamonik gücünün yeryüzü coğrafyasının şurasına burasına saldırması bu krizden çıkmanın bir yöntemi olarak kullanılıyor. Savaş bir “krizden kurtulma” yöntemi olarak kullanılıyor. Bu durum, korkuyu yaygınlaştırıyor ve yeryüzünde egemen hale getiriyor. Korkunun gücü bulaşıcı olmasında, histeri halinde büyüyor. Ve tabii teknolojinin desteklediği terör korkuya destek oluyor, özgürlükleri tehdit ediyor. Bu tehdidi bugün için engelleme şansımız yok, yaşadığımız tehdidi etkisiz hale getirmenin tek yolu, tek tek bireylerin kendi hayat hakları ve özgürlüklerini koruması için mücadele etmesi. Bu devletlere bırakılacak bir şey değil. Ve giderek yeryüzünde bu bilincin bu iradenin ortaya konduğunu ve bunun bir potansiyel güç olarak insanların bilincinde yer aldığını da görüyoruz. Bunun görünürdeki dışavurumunun en önemli adımı da “Gezi olayları”dır!
- Peki, Gezi’den sonrası?
- “Gezi olayları” diye adlandırılan durum, siyasi iktidarca bir darbe girişimi olarak değerlendirildi ama bunun böyle olmadığını kendileri de çok iyi biliyor. Burada ortaya çıkan enerjinin başka siyasi hedefler için yönlendirilebileceği noktasında çabalar da oldu. Oysa “Gezi” farklıydı, bir ihtiyaçtı. Herkes kendi ihtiyacı ve hayali için oradaydı. Kim neyi korumak istediyse onun için Gezi’ye gitti. Geriye dönersek 1970’lerde içine girilen kriz her şeyi küresel pazarın denetimine bıraktı. Yurttaş olmaktan “seçmen” olmaya giden yol da böyle açıldı. Küresel pazarda sadece “müşteri” olarak tanımlanıyor artık her bir birey yani artık insan yok. İşte Gezi ve dünya çapında bu yüzyıl boyunca devam edecek olan hareketlilik ve sistem karşıtı muhalif bir güç olarak kendini büyütecek ve geliştirecek olan gücün tarihe beklenen müdahalesi hep bu insansızlaştırmadan kaynaklandı ve kendisini bu hareket noktasından başlayarak var etmeye devam edecek. Kapitalizm geldiği aşamada gerçeklik temelinden koptu, borsadan borsaya başıboş dolaşan spekülatif sermaye, üretimden kopup havaya karıştı, o şimdi gerçek bir canlı bomba. Tepemizde duruyor ve ne zaman nerede insanlığın başında patlayacağı belli değil. Siyaset kapitalizmdir bu anlamda. Sanatta da durum böyle. Edebiyat yerel özelliklerini kaybetti, içinde insan yok, hikâye yok, karakter yok. Küresel pazarın üniformalarını giyiyor artık sanat. Ama başka bir dünya her zaman mümkün, Gezi bunun kanıtıydı.
- “Aydın” kavramı da biraz karıştı. Proleter aydın, burjuva aydın ve iktidar aydınları var. Bir de dönemi Rönesans olarak tanımlayanlar.
- Demokrasi ve özgürlük mücadelesi kendini üreten bir kültür yaratır ve bu mücadelenin önder gücü aydındır. Yani her devrimci bir aydındır! Tabii Türkiye gibi ülkelerde aydın olmak riskli ve tehlikeli çünkü devletler için gerçekler tehlikelidir, ama yine de gerçekleri gündeme getirmektir aydının görevi. Aydın bu namla ülkemizde sıklıkla rastlanan egemen politikaların toplumda yarattığı huzursuzluğu, rahatsızlığı teskin etmeye çabalayan, her şeyin çok iyiye gittiğini propaganda eden statükonun savunucusu söz ve kalem erbabıdır. Oysa gerçek aydın, başta devleti, zaman zaman da toplumu rahatsız eden kişidir, yani aydının asli görevi düşünsel planda rahatsız etmektir. Aydın bedel ödemeye de hazır olmak zorunda; “aslında öyle demek istemedim”, deyip amiyane tabirle “kıvırtmak” olmaz. Türkiye toplumunun dibe vurduğu bu noktada, hâkim anlayış gibi gözüken durum yani bugün bizi sarıp sarmalayan ve birilerinin hiç değişmeyeceği konusunda bizi bir kanaata zorlayan bu yapı, bence fazla uzakta değil yakın bir gelecekte çözülecektir. Bu durum gerçekleştiğinde birçok şey hatırlanacaktır. Toplumsal hafıza asla unutmaz. Özgürlüğünü arayan insan da her şeyi göze almak zorundadır, (hayat hakkının inkârı dahil) ağır bedel ödemeyi de. İşte şimdi de en çok söz söylenecek zamandır!
- Toplamda 17 yılı içeride geçirdiniz bu uğurda!
- Başka türlüsü zaten olmazdı. Bizi içeri kapatanlar bizden “ne istiyorsanız yapacağım beni buradan çıkarın” demenizi bekliyor en kaba haliyle. Öyle bir şey yapamayacağınızı biliyorsunuz, yaparsanız artık kendiniz olmayacağınızın da farkındasınız. Tavır olarak başka türlü davranamayacağınız için kendiniz olmaya devam edersiniz. Bu fikre ulaşan hapishanede de olsa özgürdür. Ben o yüzden hep özgürdüm.
- “Yeni Türkiye” sizin için bir şey ifade ediyor mu?
- Absürt bir tanım bu. Siyasi iktidar içinden geçtiğimiz süreci “restorasyon” olarak tarif ediyor. Yani geçmişe dönüş, hukuki deyimiyle “hal-i sabıka irca”. Ama tarihe bakarsak bugün reddettikleri pek çok şeyde Abdülhamit ve Abdülaziz var. Osmanlı diyorsun, Osmanlı bildiklerinden farklı, ortalamanın dışında pek çok hayat da var orada. Bunlar biliniyor. “Yeni”, tarih karşısında ve toplumsal olarak bir şey ifade etmiyor. Yarın rüzgâr ters taraftan esse birçok şeyin farklı olduğunu göreceksiniz, bir rüyadan uyanmış gibi olacaksınız. “Ya evet, bir dönem böyle şeyler oldu” diyeceğiz. Eğer tarih beni yanıltmıyorsa durum budur.
© Tüm hakları saklıdır.