Kültür-Sanat

Esin Şenol, Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar'ı anlattı: Kadınların bireyleşme yolculukları, erkekleri de bu kuyudan çıkaracak

23 Haziran 2024 20:00

Altay Öktem

Enfeksiyon hastalıkları uzmanı ve T24 yazarı Prof. Dr. Esin Şenol, SRC Yayın'dan çıkan romanı "Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar"ı anlattı. Şenol, "Kadınların, eğer dürüst ve cesur olabilirlerse, mutsuzluğu tanımlayabilme becerileri daha yüksek. Kadınların bireyleşme yolculukları, erkekleri de bu kuyudan çıkarabilecek bir yolculuk" ifadelerini kullandı.

Ülkemizin en tanınmış, en önemli enfeksiyon hastalıkları uzmanlarından biri olan, pandemi döneminde, hem covid’le hem cehaletle verdiği mücadele sayesinde bir anda ülkenin gündemine oturan Prof. Dr. Esin Şenol, bu kez dikkat çekici bir romanla, ‘Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar’la çıktı karşımıza. Esin Şenol’la romanını enine boyuna konuştuk.

- Sizi ülkenin en önemli enfeksiyon hastalıkları uzmanlarından biri, bir bilim insanı olarak tanıyoruz. Gerçi T24’teki yazılarınızı okuyoruz ve edebiyatın hayatınızda ne kadar geniş bir yer kapladığını da biliyoruz. Şimdi, Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar adlı çarpıcı bir romanla çıktınız karşımıza. Romanı konuşacağız daha, ama nasıl başladı bu serüven, biraz ondan söz etseniz…

 Kapağı eğreti kilitlenmiş, üzerine ninemden emanet dantel bir örtü yerleştirilmiş bir sandık dolusu  not vardı.

Bir gün açıp yazmaya başlayabilirdim, daha yüksek ihtimal, benden sonraya, tek mirasçım olan oğluma kalırdı.

Bu ikinci  ihtimali iyiden iyiye hesaplamış olmalıyım ki, o notlardan biri “Oğluma Mektup”tur mesela.

Hayatımın bir noktasında, bayağı nokta gerçekten de, hekimliği seçtim.

Başka her şeye virgülsüz filan bir nokta koyup, saf akıl ile düş gücümü takas etmeye karar vermiştim.

Huzursuz bir evde büyüdüm.

Köşeli, sert bir anne ve köşeli, kaplumbağa terbiyecisi bir baba ve daima varlığıyla yatıştığım , büzüşüp birbirimize sığındığımız masal anlatıcısı bir nine.

Belirsizlik beni geriyor, her şeyi kendim belirleyip, çocukluğumla arama belirli bir mesafe koymak ve her şeyden çok daha bağımsız olup uzaklara gitmek  istiyordum..

Herkes bir yazar ya da bir gazeteci olacağımdan neredeyse emindi. Lise yıllık yazımda da vardır bu not.

Yazdığım şeyler okul panolarına asılırdı.

Hayran olduğum Uğur Mumcu’yla tanışmıştım, “Ne kadar güzel konuşuyor bak Jülide abla, “ diye beni Cumhuriyet gazetesindeki, yan oda komşusu Jülide Gülizar ile tanıştırmıştı.

Okuldaki ilk tiyatro kulübünü kurmuştum

Ve çok okuyor, hafta sonları sinema, tiyatro ve konserlere taşınıyorduk.

Bir yandan akademik başarıları, düş kuran, kabına sığmayan yanıma siper ediyordum.

Ortaokulda akademik başarısı yüksek olan özel liselere geçiş için seçilmiş özel bir gruptaydım.

TUBİTAK matematik yarışmasında derece  aldığım için  bursiyer olmuştum.

Akademik başarının benim maddi ve manevi sağlam zeminim olacağını deneyimlemeye başlamıştım.

Zamanı da sonsuz zannettiğim o gençlik yıllarımda, temel gereksinim buydu: akıl ve başarı notunu almış, düş gücümü belirsiz bir geleceğe kadar emanete bırakmıştım.

Tıp Fakültesine giriş amacım ise, bence edebiyatla pek çok kesişimi olan psikiyatri disiplinini seçmek içindi.

Ama hayat işte.. Öyle şeyler oldu ki, ben uzaklaşmak istediğim çocukluk evimin yüz metre uzağına dahi gidemedim.

Tıp ve seçtiğim enfeksiyon dalı ile hemhal olurken, oradaki macerayı sezdim.

Aslında hekimlik, hem insanı hem tüm kozmosu, hatta bizi kaplayan, yerküredeki canlılığın dinamiği olan mikroplarla yaşanan bir serüvendir.

Ve önüme verilen her şeye olduğu gibi, mesleğime de derinlemesine bakarken, kendimi kaptırdım ve kapıldım.

Pandemi, beklediğim, ön gördüğüm bir afetken ve ben, bir salgın izlemeden bu defteri kapatmayayım derken, hatta bir süreliğine Afrika’ya gitme niyetindeyken, beni de şaşırtan bu ani başlangıçla adeta felç oldum.

Neredeyse sağkalım içgüdülerimizle baş başa kalmıştık.

Bu halimiz yalnızca telaşlı değil, acıklıydı.

Ve en acıklısı, ahenk zannettiğimiz şey, uğruna belirsizliğin tüm olasılıklarından vazgeçtiğimiz bir belirlilikti. Çok ahenksiz, üstelik tatsızdı.

O sırada, yazmayı çok sevdiğim T24 -tesadüf değil de tevafuk demeli- yazılarına başladım.

Hem teknik, yaşamsal bilgileri yazıyor hem de bitince arşive kaldırılacak bu süreci bir anlamda hikâye ediyordum.

Yazarken pandemiden önce kapıldığım işlevsel rutinimin sızlayıp duran yaralarıma pansuman olmaktan başka bir işe yaramadığını anlamaya başlamıştım.

Bir hikâye vardı yitirdiğim, yitirdiğimiz.

Sonra sandığın kapağını açtım.

Belleğime güvenmeyip, daima yanımda gezdirdiğim küçük defterlere aldığım notları, o notların yazıldığı tarihlere denk düşen albümlerle eşleştirerek düzenlemeye başladım.

Notlar, bellekteki raflardan saçılan öyküleri de, bilincimi de yakalamaya başlamıştı.

- Roman, birbirlerini gençliklerinden beri tanıyan orta yaşlı üç kadının yeniden bir araya gelmesi ve ay ışığıyla yıkanarak bir tür arınma ritüeli yapmalarıyla başlıyor. Arınma dediğim bir hesaplaşma, bir tür yüzleşme aslında. Hepsi mutsuz kadınlar ve sonu hüsranla bitmiş ya da bir türlü bitememiş, sırtlarında birer yüke dönüşmüş evliliklerin, ilişkilerin yorgunu. Bu yüzden roman karakterleri sonuna kadar gerçekçi bir üslupla oluşturulmuş ve hepsi de gözleme dayalı bence. Bu ülkede kadınlara başka bir ilişki biçimi biçilemez mi sahiden?

 Kitapta, ortaokul, lise yıllarımın geçtiği, bize bireysellik, bağımsızlık aşılayan okuluma ilişkin notlar, hatta başlı başına okul dönemimizi anlatan “Vedasız Ayrılıklar” adlı bir öykü var.

Ülkedeki siyasi baskının oradaki sırça köşkümüze dek ulaşan sızıntılarına rağmen, mutlu, neşeli ve özgürdük.

Ekonomik olarak orta sınıf ama sosyokültürel olarak yönünü evrensel değerlere çevirmiş, ilgisini memlekete vermiş, birbirine benzeyen, duyarlı, kültürlü ailelerin çocuklarıydık.

Birbirimizle iyi anlaşır, iyi vakit geçirir, en önemlisi incinmeyeceğimize güvenir, çocukça eğlenebilirdik.

Ne var ki yaşamın bize o vakit sunduğu, o  gümüş tepsisinin soframızdan hiç eksik olmayacağı yanılsamasına kapıldık.

Deyim yerindeyse, tehlikeli bir masumiyetti bu, herkes ve her şey hep böyle olacak saflığı.

Evliliklerimiz neredeyse evcilik gibi başladı.

Zihni batılılaşmaya çalışılan, bilinçleri geleneksel kültürün bombardımanına tutulmuş melez bir kültürün çocuklarıydık.

Durumun ciddiyetini ve nereye kıstırıldığımızı anladığımızda, pek azımız doğru olanı yaptı, yüzleşti ve iyileşti; ya da yüzleşemedi ve terk etti. Yani kendi yolculuğunu sürdürme iradesini gösterdi.

Ancak çoğumuz, mutsuzluğun adını koymak yerine o sırada kolay geleni seçerek, bizim orta yaşlarımızda ayyuka çıkan, “iyi hisset iyi olursun” akımlarına kapıldı.

Buluşan o üç kadın ya da buluşan kadınlar bu cesareti gösteren kadınlar.

Onların  mutsuzlukları tıpkı Ay’ın parlaklığıyla güzel bir tezat oluşturan geceye benziyor, onlar  gökyüzüne değen, ay ışığıyla yıkanan kadınlar.

Yıllar içinde akademideki güya bağımsız, güya güçlü kadınların, yıllar sonra yeniden buluştuğum eski okul arkadaşım olanların, neredeyse budalalaştıklarını, en önemlisi, cansızlaştıklarını fark ettim.

Hep, biri bu kadınlara ne kadar mutsuz olduklarını, Ay’ı, yıldızı olmayan kopkoyu bir geceye dönüştüklerini hissettirmeli, mutsuzluklarını sıradanlaştırıp, yarattıkları o konfor zonunun nasıl bir esaret olduğunu anlatmalı, diye düşündüm.

Ama bu cesaret, en önemlisi de, kendine karşı acımasız bir dürüstlük gerektiriyor.

Bırakıp gidebilmek de kalmak da bir karar.

Ama bir teslimiyet olması çok acıklı gerçekten.

Ve aslında, teslim olmuş bu insanlar, sizin etrafınıza örülen duvarların taşlarını da döşüyorlar.

Bir yandan da ne evlilik ne de bir başkası, gösterdiklerinizle gösteremedikleriniz, olduğunuzu sandığınız şeyle olmaktan ürktüğünüz şey arasında yer alan, sizin kendi duvarlarınız kadar yüksek  ve aşılmaz değil...

Ama aşmaya yeltenmek bile özgürlüğe giden eşsiz bir yolculuk.

Aslında özgürlükten kastım bireyleşmek.

Biz özgürlükten de sonsuzluktan da hatta mutluluktan da ürken bir türüz çünkü.

Tek özgürlüğün kendi duvarlarını anlamak ve kabul etmek olduğunu düşünüyorum.

Jung; “insanın tek nihai amacı vardır, kendisiyle buluşmak, bütünleşmek ” diyor.

Neden öyle demiş, diye bir saniye bile düşünmüyorum çünkü aksi durumda, kendi yaşantımdan da biliyorum ki, göstere göstere yaşanacak kadar ışıltılı başarılar dahi onmaz hüsranımızı gideremeye yetmeyecek.

Eğer varsa bir huzur, üretkenlik ve neşe, ancak bu hesaplaşmadan sonra başlar.

Erkekleri suçlamıyorum, hatta bir yandan anlıyorum da, vahşi ve sekter bir dünyada var olmaya çalışıyorlar.

Bu yalın dış gerçeklik, içlerine bakmalarına izin vermiyor pek.

Kadınların, eğer dürüst ve cesur olabilirlerse, mutsuzluğu tanımlayabilme becerileri daha yüksek. Kadınların bireyleşme yolculukları, erkekleri de bu kuyudan çıkarabilecek bir yolculuk.

Kadınların özgürleşme çabaları tüm alanları olduğu gibi ilişkileri de düzeltecek,  keyiflendirecek, yaşam diyalektiğine ekleyecek .

- Romanın ana karakteri Dr. Simin, varla yok arası bir karakter. Lafı dolandırmadan soracağım, Dr. Simin sizin alter egonuz mu? Yaşamak istediğiniz ama toplumsal baskılar, mesleki yoğunluk ya da başka nedenlerden dolayı bir türlü yaşayamadığınız ilişkileri bu kurgusal karaktere mi yaşattınız? Eğer öyleyse bile sonuç değişmiyor. O da, ülkemizdeki çoğu kadının aksine daha özgürce yaşamış olmasına rağmen, sonuçta aradığını bulamıyor ve mutsuz bir karaktere dönüşüyor.  

Doktor Simin güçlü, akıllı ama tam da bu nedenlerden dolayı çok yalnız bir kadın.

Onun hüsranı yalnızlık diye düşünüyorum.

O  hüsranını aşkla gidermeyi uman tüm kadınların alter egosu.

Bu macera da bu coğrafyada illaki trajediyle sonlanır.

Dolayısıyla, onun da mutsuz bir karaktere dönüşmesi kaçınılmaz.

En az  bana benziyor diyebilirim. Bu da Simin’i gerçekten benim alter egom, gölgem yapıyor bir bakıma.

Zaten insan tanımadığı duyguları anlatamaz, yazamaz diye düşünüyorum.

Bir yandan da, hem yazmak arzusu hem bilinçten dile ve parmaklara vuran o sızı, özlemin ve kaçırılanların yası ne kadar derinse, o kadar basınçlı oluyor.

Aldığım notlardaki duygularımın izdüşümleri, kuşkusuz ki bilincimin de yontusu bir yandan.

Zihnimin kabuğunu dürten bilincim, zamanın da marifetiyle epeyce işe karışmıştır, diye düşünüyorum.

Ama Simin en çok ve kuşkusuz, tüm maceralardan vazgeçmiş yanımın acısından çiçek açıyor.

İki kadının da ayrı yaşantılarında, sezdikleri ve yüzleştikleri ortak hüsranla yüzleşme biçimleri çok farklı olsa da, burada bir mutluluk ya da iyileşme vaadi yok zaten.

Vaat, özgürlük ve bireyleşmekle ilişkili.

Belki bir sonraki devam hikâyesinde, anlatıcı mutlulukla sıkça takas edilen huzuru, Simin  de aşkı bulur ya da tersi olur.

- Romanda en dikkatimi çeken özelliklerden biri, hiç sezdirmeden, tüm erkek tipolojilerin karakter analizlerini ortaya çıkarmış olmanız. Egoları, ergenlikten bir türlü çıkamayışları, üstenci bakışın altında yatan bağımlı ve ilgiye muhtaç yapıları ve daha sayısız erkek özelliği… Romanın arka zemininde müthiş bir psikolojik analiz var. Kendim dahil, hayatım boyunca tanıdığım tüm erkeklere rastladım bu romanda. Şu eksik kalmış diyemiyorum. Nasıl becerdiniz tüm erkeklerin iç dünyalarını hallaç pamuğu gibi atıp deşifre etmeyi?  

Aslında kahramanın erkek olduğu bir öykü yazabilir miydim, bilmiyorum. Yani bir erkeği böyle derinlemesine anlatamam sanki.

Ama kadınların hüsranlarında rol oynayan erkekleri, ninem ve kendi annem dahil, çok dinledim.

Çocukluğum kalabalık kadın günlerinde ve akraba kadınların arasında, yalnızca dinleyerek ve izleyerek geçti.

Kadınların en kolay dile vurdukları şey, düş kırıklıklarından sızan erkeklere dair tespitleridir.

Ve edebiyatla ve sinemayla ve kadınları dizelerine sıkıştırmış erkek şairlerden sızanlarla harmanladım sanırım.

 - Dr. Simin’in bir edebiyatçı ile yaşadığı saplantılı ilişki de çok dikkat çekici. Edebiyatçı, her ne kadar sadece bahsedilen, ortaya çıkmayan biri olarak görünse de, romanın ana karakterlerinden biri bence. Puslu ama gerçekçi bir karakter. Tanınmış bir yazarın, egosuyla yaşamın gerçekleri arasında sıkışmışlığını çok net biçimde vermişsiniz bu karakterle. Biraz ironiyle karışık şunu söyleyeceğim; ülkemizdeki hangi erkek yazar okusa, acaba beni mi anlatmış diye şüpheye düşebilir. Nasıl yarattınız bu edebiyatçı’yı?

Benim çocukluk zamanlarım, ülkedeki hatta dünyadaki devrimci, tutkulu, yalnızca kendisinin değil coğrafyanın kabuğunu da kıracak cesurlukta, sert hatlı, kararlı, şiir bilen, söyleyen  adamları izlemekle ve gözlemekle  geçti.

Zengin değillerdi, bir gelecek vaatleri yoktu, hatta çirkin ve bakımsızlardı ama insanın yüreğine yalnızca onlar dokunuyordu sanki.

Cesurca sevdalanabildiklerini düşünürdüm hep.

Naif yanlarını gölgelerine almış, tıpkı ay ışıkları gibi bir kadının aşkı ile yıkanınca iyileşebilecek bir karanlıkları var gibi gelirdi bana.

Ben kadınların en büyük trajedilerinden birinin, onmaz bir iyileştirme içgüdüsü olduğuna inanırım.

Ama çok can yakıcı bir kitaptan bir alıntıyla tamamlayayım cevabımı; Neval El Seddavi’nin Sıfır Noktasındaki Kadın adlı kitabında, bir devrimciye âşık olan ve aldatılan fahişe şöyle söylüyordu: “Başka erkeklerin parayla elde ettiklerini kurnazlıkla elde ediyordu onlar da.”

Edebiyatçı, aslında pek çok kadının en derin özlemine karşılık gelen kadın duyarlığını yakalayan, onların hüsranlarını teskin edebilecek gizemli bir entelektüeli temsil ediyor.

Edebiyatçı yerine, mesela reklamcı ya da oyuncu gibi bir karakter olamazdı.

Karanlık, kuytu bir yerden çok etkileyici şeyler söyleyen, kendi duyarlıklarını gölgesine almış biri olarak kurguladım onu...

Sonra o kendini yazdırmaya başladı zaten.

- Bir kişinin yetişkinlikte yalpalamasını, özellikle ilişkilerini sağlıklı yaşayamamasını, ince ince attığınız ağlarla, sadece dikkatli okurun sezebileceği biçimde çocukluk ve gençlik travmalarına, aile yaşantısına da bağlıyorsunuz. Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar’ın, tam da bu yüzden, bir solukta okunacak heyecanlı bir roman olduğu kadar, bir tür psikolojik gerilim romanı da sayılabileceğini düşünüyorum, ne dersiniz?

Ben de üstat Jung gibi, bir yazgı varsa onun aile olduğunu düşünüyorum.

Dünyadaki en mutlu evde büyüseniz bile kaçınılmaz bir “ana-baba hasarı” var.

Çünkü aile ile uzlaşmak bir çocuk için çok yaşamsal.

Ama baskı ne kadar yoğunsa insan o kadar “gölgesine” sığınıyor.

Yetersizlik hissi, sevgi eksikliği insanın tüm yaşamını ele geçiren ve aileden kalıtılan karanlık duygular.

Zihnimizi  de ince ince onların istekleriyle şekillendirip adeta bir koza içine alıyoruz.

Bu kozayla da bilincimizi karanlık saydığımız, öyle öğrendiğimiz biyolojik arzulardan ve tüm tutkulardan arındırmaya çalışıyoruz. 

Onların olmak istedikleri şeyleri olmayı sürdürürken, en sık da orta yaş döneminde, olmak istememek üzere programlandığımız için gölgemize aldığımız ne varsa, o kozadan sızıp  kırılgan bilincimizi yokluyor.

Yine Jung diyeceğim. Diyor ki, kırk yaş üzeri için bir yaşam kılavuzu oluşturulmalı.

Aslında yaşamın kendisi de, ehlileştirip, düz çizdirmekle ilişkili tüm direncimize direnen bir psikolojik gerilim değil mi zaten?

Bizi diri tutan da bu psikolojik gerilim.

Ben huzura programlı bir tür olmadığımızı düşünüyorum.

Bunu kabullenmemek hüsranın hasarını büyütüyor.

- Son sorum şu: Esin Şenol’un, şu andan itibaren önemli bir romancı olarak hayatımıza dahil olduğunu düşünüyorum ve Ay Işığıyla Yıkanan Kadınlar’ın ardından ne geleceğini merak ediyorum. Mutlaka vardır bir hazırlık…

Bu koltuklarımı kabartan çok değerli  bir övgü.

Hem de romanın şair editöründen.

Ben hüsranlarına uğrayan kadınları yazmaya devam edeceğim…

Önce şu Edebiyatçıyı biraz derince yazmak arzusundayım.

Erkekler arasında kadınlara yakın durmayı göze almış, gölgesinin kuytusundan önemli cümleler kuran, Simin’i ilginçleştiren ve en mühimi, sanki hiç yaşlanmayacakmış gibi cesurca teninden ilham almayı sürdüren adamı.

İyiden iyiye de şefkat duymaya başlıyorum ona.

Onun gölgesine aldığı iyi yanlarla uğramayı düşünüyorum, zannederim onun kötülüğüyle büyülenen Simin de böyle kurtulacak.