29 Şubat 2016 15:01
2004-2006 yıllarında Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yapan Ali Tuygan, "İktidarın Suriye politikası ülkemizi Cumhuriyet döneminin en sorunlu günlerine getirmiştir. Artık bunu idrak etmeliyiz" dedi. "Türkiye'nin köşeye sıkıştığını" savunan Tuygan, "Geldiğimiz nokta maalesef budur. Ancak sadece ateşkesi ve barış sürecini desteklemekle kalmamalıyız. Rusya ile uçak düşürülmesi olayını arkada bırakacak bir arayışa da girmeliyiz" görüşünü dile getirdi.
Cumhuriyet'ten Selin Ongun'un sorularını yanıtlayan (29 Şubat 2016) Tuygan'ın açıklamaları şöyle:
- Suriye'deki ateşkes güncelini konuşmadan evvel bir varsayım sorusuyla başlayalım: Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerin rejimlerinin sallanması halinde Türkiye ne yapacağını düşünmüş olmalı, değil mi?
Bu iki ülkede rejimin sallanması halinde Türkiye'nin yapabileceği bir şey yoktur. Türkiye oraya uzanabilecek bir güç değildir. Amerika'nın, birçok konuda mutabık olmasa da, Suudilere destek vermesinin temelinde yatan bunun alternatifinin bulunamayışıdır. Çünkü Suudi Arabistan’ın ve Körfez ülkelerinin de bir karmaşa sarmalına girmeleri, kaosun tüm Ortadoğu’ya egemen olması olur ki bu da, tabir caizse, cehennemin kapılarının açılması demektir.
- Oraya doğru gidiyor mu Suudi Arabistan?
Güçlerinin sınırını bilir ve oyunlarını akıllı oynarlarsa Amerika'nın desteği ile bir süre daha istikrarı koruyabilirler. Yemen müdahalesi kendilerine faydadan çok zarar vermektedir.
- Ateşkesin uygulanmasından önce Rusya'nın başlattığı telefon diplomasisi detaylı olarak haberleşti. Ve öğrendik ki, Suudi Arabistan Kralı Salman, Putin'e “Rusya'yla beraber çalışmaya hazırız” dedi. Oyunu Rusya ile de akıllı oynamak mı bu?
Doğru, öyle yorumlanabilir. Çünkü amacınıza varmanın yollarından biri de işbirliği yaptığınız veya en azından o görüntüyü verdiğiniz ülke sayısını artırmaktır. Suudi Arabistan da Katar da Ortadoğu’da Türkiye'nin kalıcı müttefikleri olamazlar. Suudi Arabistan ve Katar'ın çıkarları farklıdır. Bugün Suriye'de rejim değişikliğinin gerçekleştiğini ve Esad'ın gittiğini düşünelim. Esad'ın yerine kim gelecek, denildiği anda Suudilerle yolumuz ayrılır. İttifakımız oraya kadardır. Çünkü hükümet Müslüman Kardeşler'i ister, Suudi Arabistan ise onları rejimi için bir tehdit olarak görmektedir.
- Hemen soralım o halde: Suudi Arabistan'ın Rusya'ya “tamam” dediği son resme bakarak Ankara defterine neler yazmalı?
Rusya sahadaki askeri müdahalesi ile Suriye'deki tabloyu değiştirdi; rejimin elini güçlendirdi. Rusya, böylelikle Ortadoğu’da güçlü bir oyuncu konumunu sürdürdüğünü de kanıtladı. Önce bu gerçeği kabul etmek lazım. Şu aşamada önümüzde “çatışmanın durdurulması” olarak tanımlanan bir süreç var. Bu iki açıdan önemli. Birincisi, böylelikle şimdiye kadar daha çok soyut biçimde söz edilen ateşkes kavramı göreceli olarak daha somut bir içerik kazandı. İkincisi, Rusya ile ABD, Suriye kimyasal silahlarının tasfiyesinden sonra ilk kez Suriye konusunda ayrıntılı bir mutabakat sağlayabildiler. Rusya bundan sonraki aşamada barış inşa edici bir kapasite ortaya koyabilir ve Suriye’de kalıcı barış yönünde daha ileri adımlar atılabilirse, bu sadece Rusya için değil, ABD için de büyük bir kazanç olur.
- Neden ABD için de kazanç olur?
Çünkü Rusya, Suriye’de barışın sağlanmasına, hiç değilse sorunun çevrelenmesine katkıda bulunursa Amerika da rahat eder, hem de düşük bir maliyetle.
- Öyle ise Amerikan Dışişleri Bakanı John Kerry'nin, Suriye'nin bölünmesine işaret ettiği B Planı'nı nasıl okumalı?
Bu savaşta 250 bin kişi hayatını kaybetti; savaşan gruplar arasında karşılıklı nefret duyguları pekişti.Burada barış ve huzuru tesis etmek hiç kolay değil. Dolayısıyla John Kerry'nin o sözleri Suriye'de savaşan tarafları ateşkese ikna etmeye yönelik bir baskı olarak değerlendirilebilir. Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek gibi düşünülebilir. Ancak kendisinden birkaç gün sonra CNN’e konuşan eski CIA Başkanı Michael Hayden Irak ve Suriye’nin artık bittiğini, Lübnan’ın sallandığını, Libya’nın yok olduğunu, Versailles’da çizilen sınırların, Sykes-Picot’nun geride kaldığını ifade etti. Görülüyor ki Ortadoğu’da pandoranın kutusu açıldı. Bu kutudan şimdiye kadar da sadece karmaşa çıktı ancak kutunun derininden bugüne kadar gördüklerimizden daha kötü şeyler de çıkabilir.
- Bu teşbihte ölüm, Suriye'nin bölünmesi; sıtma, zoraki, kimseyi tam anlamıyla mutlu etmeyecek bir barış ise Kerry'nin “B Planı” çıkışı Türkiye'ye de bir mesaj olabilir mi?
Belki. Geleneksel dış politika ilkelerimizi terk ederek Suriye ihtilafına taraf olmamız büyük bir yanlış olmuştur. Tutumumuzda ısrarcı olmamız yanlışın maliyetini giderek yükseltmiştir. Neticede ülkemizi Cumhuriyet döneminin en sorunlu günlerine getirmiştir. Artık bunu idrak etmeliyiz. Rusya ile ilişkilerimizin kötüleşmesinin de, Amerika ile ilişkilerimizin gerilmesinin de, Ortadoğu'da karşılaştığımız açmazların da, içerideki güvenlik sorunlarının da, hepsinin sebebi Suriye ihtilafına taraf olmamızdır. Suriye konusunda ciddi bir tutum ayarlanması uzun zamandır gerekliydi ama bugün artık hayati. Şu anda hükümetin yapması gereken, ateşkes sürecine ve Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura'nın başlatacağı siyasi sürece samimi destek vermektir.
- Şu kısmı da hemen geçmeyelim. Rusya'nın ateşkes için diplomatik atak haberlerini okurken şahit olduk: Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova, Osmanlı'nın nasıl dağıldığını hatırlatarak, Türkiye'ye Avrupa'nın hasta adamı göndermesinde bulundu.
Gelinen maalesef iyi bir nokta değil. Bizim tarafımızdan da gerilimi yükseltici beyanlar yapıldığı bir gerçek. Şunu düşünmemiz lazım: Uçağı düşürülen ve paraşütle atlayan pilotu yerden açılan ateşle öldürülen Rusya'dır. Dolayısıyla Rusya'nın söylemi bir yere kadar sükunetle karşılanmalı, gereğinden fazla tepki verilmemelidir. Gerilimin kalıcı olması kimsenin çıkarına hizmet etmeyeceği için de bunu geride bırakmaya yönelik adımlar atılmalıdır. Burada da görev daha çok Türkiye'ye düşmektedir.
- Fakat Rusya'ya da parmak sallayan bir Cumhurbaşkanı ve hükümet görüyoruz. Dışişlerimiz nerede acaba?
Hükümetin kendi görüşleri var, Ortadoğu'yu çok iyi okuduğunu zannediyor. Vardığımız nokta ortada. Ancak ben inanıyorum ki Dışişleri Bakanlığı yılların kazandırdığı birikim ve kurumsal ortak akılla, başından bu yana Suriye savaşına taraf olmamızın sakıncalarını her aşamada iktidarın dikkatine getirmiştir. O kurumda 42 yılını geçirmiş biri olarak farklı düşünmem mümkün değildir.
- Şu anda görevde olsaydınız Başbakan'a ya da Dışişleri Bakanı'na ne derdiniz?
Ben her zaman sorunlu konuları muhataplarımız ile kapalı kapılar arkasında konuşmanın fayda sağladığını düşünmüşümdür. Dolayısıyla bugün özellikle Amerika ve Rusya'ya yönelik gerginliği tırmandırıcı söylemlerden kaçınılması, onlarla ve bölge ülkeleriyle sarsılan ilişkilerin de onarılması için geniş bir cephede çaba gösterilmesi gerektiği kanısındayım.
- Yani muhtarlara hitaben, “Ey Amerika, Ey Rusya” çıkışları yerine diplomasi masasında çıkar sağlanmasına, işaret ediyorsunuz.
Bugün Kremlin'in sitesinde Cumhurbaşkanı Putin'in Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile bir telefon konuşması yaptığını içeren bir açıklama vardı. Bunu görünce hemen hatırıma şu geliyor: Aliyev'e, “Sizin Ankara ile aranız iyidir. Söyleyiniz biraz sükunete ersinler” demiş olabilirler mi? Evet, belki bunu demiş olabilirler.
- ABD'den Türkiye'nin müttefik olarak değerinin sorgulandığı, “Türkiye vazgeçilmez bir ülke değildir” içerikli görüşler de yansıyor. Bu görüşlerden biri de, sizin de yakından tanıdığınızı düşündüğümüz, 1 Mart tezkeresi sırasında ABD'nin eski Ankara Büyükelçisi olan Robert Pearson'a ait.
Bu tip yorumların sebebi, Türkiye'nin Arap Baharı ile birlikte Ortadoğu'ya yüzünü çevirmesi ve içeride de demokrasimizin irtifa kaybetmesidir. Birçok ülke Arap Baharı'nı yanlış okumuştur. Ancak Türkiye bununla da kalmamış ve Arap Baharı üzerinden bölgede hakim bir konuma gelebileceğini düşünmüştür. Oysa Türkiye'nin bölgede etkinlik sağlaması, küresel konumunu çok daha yukarılara taşıması için yapması gereken sadece ve sadece demokratik evrimini daha ileri aşamalara taşımak ve bölge sorunlarına taraf olmamaktı. Başkan Obama'nın görevi devraldıktan sonra ikili düzeydeki ilk ziyaretinde Türkiye'ye geldiğini ve TBMM Genel Kurulu'na hitaben yaptığı konuşmayı hatırlayalım.
- Bunu nereye bağlayacaksınız?
Başkan Obama, ABD'nin İslamla asla savaşta olmadığını ve olmayacağını da söylediği konuşmasında asıl mesajını şu ifadelerle vermişti: “Atatürk için inşa edilebilecek en muhteşem anıt sadece taş ve mermerden ibaret olamaz. Onun en büyük mirası Türkiye'nin güçlü, canlı, laik demokrasisidir.” Başkan Obama'nın mesajının özü şuydu: “Türkiye laik demokrasisi ile Müslüman dünya için örnek teşkil etmektedir. Türkiye bu konumunu güçlendirmeye devam etmeli, bölge ülkeleri de onu izlemelidir.” Peki, ne oldu? Türkiye Arap Baharı ile gemisinin burnunu Ortadoğu'ya çevirdi. İslam dayanışması zemininde bölgenin lideri haline gelebileceğini sandı. Mısır ve Suriye’yi bunun basamakları olarak gördü. Bu yön değişikliği ile iç siyasetteki olumsuz gelişmelerle birleşince Batı da Türkiye’nin konumunu sorgulamaya başladı.
- Obama, TBMM'ye bugün hitap edecek olsaydı ne derdi acaba?
Aynı konuşmayı yapacağını hiç sanmam. Türkiye'nin Arap Baharı ve Müslüman Kardeşler üzerinden İslam-Arap dünyası liderliğine soyunması, iki kere ikinin beş ettiğini söylemek olmuştur. Bu bölgeyi bir parça tanıyan herkes bilir ki, Arap ülkeleri bağımsızlıklarını önce Osmanlı'ya sonra da Batı’ya karşı mücadele vererek kazanmışlardır. Bu ülkelerin tekrar Türkiye'nin önderliğinde bir oluşuma girebileceklerini düşünmek sadece boş bir hayaldi. Kaldı ki Sovyetler Birliği'nin dağılmasını izleyen dönemde bağımsızlıklarına kavuşan kardeş Orta Asya Cumhuriyetleri dahi bizimle yakınlaşmayı içtenlikle arzulamışlar ancak bunun bir kardeş-ağabey ilişkisi olarak şekillendirilmesine yanaşmamışlardır.
- Buraya eski ABD Büyekelçisi Pearson'ın “Türkiye vazgeçilmez bir ülke değildir” sözlerinden geldik. Bir başka ABD Büyükelçisi Ricciardone de, “Türkiye El Nusra ile çalıştı” diyor. Neyin fotoğrafı bu?
Tüm bunlar Batı ile ilişkilerimizin irtifa kaybettiğini ve bir güven bunalımı yaşandığını gösteriyor. Dünyada bütün ülkeler için esas olan ulusal çıkardır. Oysa biz Ortadoğu liderliği sevdasıyla Türkiye'nin öz çıkarlarını gözardı ettik. Hükümet ısrarla savunduğu yüksek değerlerden, ilkelerden vazgeçmeyeceğini söylüyor. Oysa görünen o ki bizim daha tutarlı ve sadece öz çıkarlarımıza odaklı farklı bir dizi ilke belirlememiz lazım.
- Peki, bizim öz çıkarlarımız şu anda, Cumhurbaşkanı'nın dediği gibi, “Niye El Nusra'ya kötü diyorsunuz!” diye sormak mıdır?
Bu aşamada bizim öz çıkarımız ateşkesi ve sonrasında da siyasi barış sürecini desteklemektir. Başka bir seçeneğimiz olduğu kanısında değilim.
- Bu seçeneksizliğe diplomaside ne denir?
Bu bir yerde köşeye sıkışmaktır. Geldiğimiz nokta maalesef budur. Ancak sadece ateşkesi ve barış sürecini desteklemekle kalmamalıyız. Rusya ile uçak düşürülmesi olayını arkada bırakacak bir arayışa da girmeliyiz. Bunun için de ilk yapılması gereken tonu düşürmektir. Sayın Başbakan geçenlerde Kiev'e gitti. Kiev'de Rusya'yı eleştirdi. Ukrayna, Gürcistan ve Azerbaycan’ın Rus tehdidi altında olduğunu, söyledi. Bir gün sonra Sayın Dışişleri Bakanı Tiflis’te Gürcistan'ın NATO üyeliğine her türlü desteği vermeye hazır olduğumuzu, söyledi. Birincisi, başka ülkeleri kendi sorunumuzun içine dahil etmek doğru değil. İkincisi, bunu Tiflis ve Kiev'de yapmak ayrıca yanlış. Rusya bakımından da bu sözlerin Ankara'da söylenmesi başka, orada söylenmesi başkadır. Herkese her yerde meydan okumak sağlıklı bir yaklaşım değildir.
- Uluslararası ilişkilerde son derece kritik konularda herkese had bildirme isteği, böyle bir dönemimiz oldu mu daha önce?
Bizim daha önce böyle bir dönemimiz olmadı ve bu yanlıştır. Sorunları aşmak için dostlar, ittifaklar ve çıkar birlikleri gerekir. Oysa şimdi bunları oluşturma kapasitemiz de son derece azalmış durumda.
- Elimizde ne var şu an?
Şu aşamada elimizde kullanabileceğimiz çok fazla koz kalmadı. O nedenle daha çok Amerika üzerinden bir baskı uygulamaya çalıştığımız izlenimini veriyoruz. Bugünkü çatışmacı üslubu sürdürüp, kimse ile işbirliğine yanaşmazsak tam bir tecride gideriz. Meselenin özü şu: Suriye'de yanlış yaptık ve bunda ısrar ediyoruz. Bu noktada Başkan Obama'nın New York Times gazetesi yazarı Thomas L. Friedman'a verdiği bir mülakatta Libya müdahalesinden çıkardığı dersi tam bir alçakgönüllülükle nasıl anlattığını hatırlatayım. Şöyle diyordu Başkan: “Şu da bir gerçek ki biz de Avrupalı ortaklarımız da, müdahaleye başladığımız takdirde sonuna kadar gitmemiz gerekeceğini göz ardı ettik. Sonra Kaddafi’nin gittiğinin ertesi günü herkes mutlu oldu ve 'teşekkürler Amerika' diyen pankartlar açtı. Böyle zamanlarda hiçbir yurttaşlık geleneği olmayan toplumları yeniden inşa edebilmek için çok daha kapsamlı bir çaba gerekiyor. Bu benim, 'Askeri bir müdahalede bulunmalı mıyız? Ertesi gün için hazırlığımız nedir?'sorularını her soruşumda hatırladığım bir derstir.” ABD Başkanı bunları söyleyebiliyor. Keşke ülkemizde de “Suriye konusunda farklı davranabilirdik” denildiğini görebilsek.
- Biz şunu gördük: Cumhurbaşkanı Erdoğan, “1 Mart'taki hatayı Suriye'de yaptırmam” dedi.
1 Mart tezkeresinin geçmemiş olması, Amerika ile sınırlı ama yine de önemli bir işbirliği yapmamış olmamız Türkiye'nin çıkarlarına daha fazla hizmet etmiştir. Belki hatırlanmıyor ama Türkiye'nin o dönemde Arap dünyasında kazandığı ilave prestijinin sebebi tezkerenin geçmemesiydi. Kimileri Suriye konusunda yapılan yanlışa bakarak hükümeti İslamcı bir ideolojinin yönlendirdiği bir siyaset izlemekle eleştiriyorlar. Oysa bugün gelinen nokta böyle bir ideolojiye dahi hizmet ediyor olamaz. Mısır'la aramız bozuk. Irak’la ilişkilerimiz en hafif bir deyimle “limoni”. Suriye ile neredeyse savaş halindeyiz. İran’la sıkıntılıyız. Suudi Arabistan ve Katar'la ilişkilerimiz göreceli olarak iyi olabilir ama bunların dahi kalıcılığı kuşkulu.
- Başbakan Davutoğlu kısa süre önce El Cezire'ye verdiği mülakatta, “Eğer bugün gerçek Suriye ılımlı muhalefeti varsa bu, Türkiye’nin desteği sayesindedir” dedi. Politikalarının çok yerinde olduğu kanaatindeler oysa.
Soru şu: Ilımlı Suriye muhalefeti erken bir aşamada silahlandırılsa bugünkü tablo daha iyi olmaz mıydı? Bakın Obama net bir yanıt verdi bu soruya: “Direnişçilere hafif hatta ileri silahlar vermenin fark yaratacağına inanmak hep bir hata olmuştur. Doktorlardan, çiftçilerden, eczacılardan oluşan bir gücün iyi silahlanmış Rusya ve İran tarafından desteklenen devlet kuvvetlerine ve savaş tecrübesine sahip Hizbullah'a karşı durması, hiçbir zaman seçenek olmadı.” Kısacası, “Ilımlı muhalefet diye bir şey yok” dedi Başkan Obama.
- Geldik mi Suriye ateşkesinin de düğümlendiği noktaya. Ateşkesin ilk gününde Rus güçleri durdu, ihlal iddiaları geldi, cihatçılar çeşitli bölgelerde saldırılar düzenledi. IŞİD, Türkiye sınırındaki Tel Abyad'a saldırdı. Böyle geçen bir günün ardından da ABD ve Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüleri arasında “çeneni kapat” polemiği yaşandı. Ateşkes namına kimin elinde ne var şimdilik?
Bugün Suriye’de şu aşamada söz konusu olan ateşkes değil, “çatışmanın durdurulması”dır. Bunda başarı sağlanırsa arkadan daha ayrıntılı içeriğe sahip bir ateşkes gelebilir. Ancak bugün arazide çarpışmakta olan 100 kadar grup var. Bunlar arasında karmaşık ilişkiler, geçici ittifaklar olabiliyor. “Çatışmanın durdurulması”nı yerinde izleyecek bir uluslararası güç de henüz mevcut değil. Belki de en büyük güçlük “terörist örgütler” üzerinde tam bir anlayış birliğinin henüz sağlanamamış olmasıdır.Çünkü şu aşamada sadece DAEŞ ve El Nusra terörist olarak kabul edilmekte, diğer terörist örgütler konusunda henüz mutabakat bulunmamaktadır. Bu durum sıkıntı yaratabilir. Kanımca bu düzenleme, birçok ihlallere tanıklık edeceğimiz inişli çıkışlı bir “ateşkes sürecinin” ilk aşamasıdır. Ukrayna’daki ateşkesin sağlanmasında ve sürdürülmesinde yaşanan sıkıntılar bu açıdan bir fikir verebilir. “B planının” ne olduğu söylendiğine göre ateşkesi iyi kötü kalıcı kılmaya çalışmanın alternatifi bulunmamaktadır.
© Tüm hakları saklıdır.