Nevin Yıldız*
Türkiye gibi toplumlarda kadınların giyimi kuşamı, nerede ne zaman bulunacağı, bulunduğu yerde nasıl davranacağı, kimlerle ne türden bir iletişim içinde olacağı gibi sınırlar, belirsiz kurallar silsilesi ile koşullara ve ihtiyaçlara göre neredeyse her gün yeniden tanımlanır.
Bunları tanımlayarak sınırları tayin eden elbette ki akraba erkeklerdir. Yabancının akraba kadın üzerinde kurulan bu sahiplik ilişkisinden dışlanması, namusun belki de en ayırt edici özelliklerinden biridir. Söz konusu dışlanmayla amaçlanan erkek kardeşler arası bir çatışmanın önüne geçmektir. Yani burada korkulan ya da çekinilen yasalar tarafından bedensel ve ruhsal bütünlüğü garantiye alınmış kadın bireye yapılacak herhangi bir müdahalenin yaratacağı hukuki sonuçlar değildir. Korkulan şey başka bir erkeğin kızına, karısına, anasına, bacısına el veya dil uzatmanın yaratacağı şiddettir.
Fakat son dönemde alışageldiğimiz bu tablonun dışına taşan ve pek de münferit diyemeyeceğimiz sıklıkta kadına yönelik şiddet vakası cereyan etmekte. Kadınlar sokakta yürürken, parkta spor yaparken veya otobüsteyken hiç tanımadıkları erkeklerin saldırılarına uğramakta. İlginç olan bu saldırıların gerekçesinin akraba erkeklerin kadınlar üzerindeki baskı ve denetim gerekçeleri ile aynı olması: Kadınların giyim kuşam ya da hal ve davranışları ile toplumun ahlaki kurallarını zorlamaları. Başka bir ifadeyle şimdilerde kadınlara had bildirmede, onlara yerini hatırlatmada sokaktaki adamın da söz hakkı var. Bu hakkın varlığını hatırlatan vakalardan biri Turgutlu’da gerçekleşmişti.
Turgutlu'nun Ergenekon Mahallesi'nde yaşayan ve o tarihte 4 aylık hamile olan Ebru Tireli, 7 Aralık 2016 tarihinde, akşam saatlerinde, evinin yakınındaki Osman Gazi Parkı'na spor yaparken Davut Kahraman adlı bir adamın önce sözlü sonra fiziksel saldırısına maruz kalmıştı. Kahraman, Ebru Tireli’ye "Bir daha burada yürüyüp, spor yapmayacaksın" diye bağırdıktan sonra ayağından çıkardığı ayakkabısıyla genç kadının suratına vurmuştu. Bununla da yetinmeyip dengesini yitirerek düşen kadını yerdeyken, tekmelemişti.
Bir diğer saldırı vakası 12 Eylül 2016 tarihinde gerçekleşmişti. Hemşirelik yapan Ayşegül Terzi, çalıştığı hastaneden çıkıp evine giderken bindiği otobüste, Abdullah Çakıroğlu adlı bir şahsın tekmeli saldırısına uğramıştı. Asayiş Şube Müdürlüğü'nden çıkarıldığı sırada basın mensuplarının sorularını, "Arkadaşlar her şey kontrol altında... Sıkıntı yok, gerekli izahatları yapacağım... Vandalların saldırısına uğradım, 20 tane solcu bana saldırdı terörist. Her şey islam hukukuna göre oldu" diyerek yanıtlamıştı. Abdullah Ç’nin ilk ifadesinde, "Giydiği şort ortama uygun değildi. Bu nedenle sinirlenip hareketi yaptım" demişti.
Yine benzer bir vaka, 2017 yılında İstanbul'da Pendik-Aydos hattında sefer yapan 21 yaşındaki Melisa Sağlam, bir minibüste "Ramazan’da mini etek giydiği" gerekçesiyle saldırıya uğramıştı. Sağlam’mın ifadeleri durumun nasıl bir toplumsal uzlaşının sonucu olduğunu göstermesi açısından mühim: “Saldırganın bana vurma nedeni Ramazan'da olmamız. Şoför dahi kimse müdahale etmedi. Adam inerken de yumruk attı. Can havliyle kavradım adamı. Adam yakalanacak diye bekledim ama yine bana vurmaya devam etti. Kimse tutmadı. Polisler sesimi duyunca geldi. Daha sonra şikayetçi oldum."
Kadınların kamusal alandaki varlıklarını sınırlayan ‘yabancı erkek’ saldırılarını aile ve akrabalık bağları üzerinden yükselen geleneksel yapıdaki güçlü bir aşınma olarak görmek de mümkün, demokrasinin şiarlarından olan sivil alanda her bireyin yasaların sağladığı hak ve özgürlüklerle var olma hakkından hızla uzaklaşmak olarak okumak da. Her ne şekilde okursanız okuyun kamusal alandaki kadın varlığını tehdit eden bu dönüşüm, toplumsal yaşamdaki önemli bir kırılmanın hem göstergesi hem de sonucu.
Söz konusu kırılmayı olduğu gibi bu kırılmanın içerdiği tehlikeleri anlayabilmek için 60’ların kadın hareketinin ve feminist aklın en güçlü ifadesi olan “Özel olan kamusaldır” sloganını tersten okumayı önereceğim. Başka bir ifadeyle günümüz Türkiye’sinde kamusal olanın özel olduğu, yani kamusal alanın özel alanın kuralları, değerleri ve otorite biçimleri tarafından istila edildiği, haliyle kadına yönelik şiddet meselesindeki bu dönüşümün okunması gereken yerlerden birinin tam da bu husustaki kırılma olduğu kanaatindeyim.
Aristoteles’in yaşam ve hayat diye ayırdığı, özel ve kamusal alan içerdikleri ve dışladıkları ile feminist tartışmaların odağında olagelmiştir. Zira bu ayrımın üzerinden yükselen siyasal ve toplumsal yapılarda kadının, cinselliği, doğurganlığı ve bunların “doğal” sonuçları olarak kabul edilen görev ve özellikleri nedeniyle özel alana yerleştirildiğini görürüz. Bu yerleştirmenin sonucunda özel ve kamusal alan düzenleyici yasa ve kuralları, otorite biçim ve türleri açısından da birbirinden ayrılır. Kamusal alanının otoritesi devlet, düzenleyici kuralları yasalar, rasyonel akıl olurken özel alanın otoritesi erkek ve düzenleyici kuralları ahlaki değerler ve duygulardır. Özel alana yerleştirilen kadının denetim görevi de haliyle bu alanın otoritesi olarak görülen akraba erkekler olacaktır, bu alanı düzenleyen kurallar da kamusal alanı düzenleyen kurallardan farklı olarak yasalar değil, ahlaki normlar ve bu normların keyfiliğidir. Dahası kadınlar gibi bu alan da doğal yaşamın alanı olduğundan kuralları gibi otorite türleri ve iktidar biçimleri de tartışmalardan azadedir, zira tüm bunların akılla değil duygularla ilişkili olduğu düşünülür.
Tüm bu çerçeve her şeyden önce kadınların özel alanda maruz kaldığı şiddetti tartışma dışı ve görünmez kıldığı için çokça eleştiri almış, 60’ların “Özel olan kamusaldır” sloganı tam da böylesi bir eleştirinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu sloganla kastedilen ve talep edilen şey özel alanın da kamusal alan gibi görünür olması, bu alandaki her türlü şiddettin, hak ihlalinin tıpkı kamusal alandakiler gibi yasalar çerçevesinde değerlendirilip tartışma konusu edilmesiydi. Veya bu alanda uygulanan şiddet türlerinin ataerkil yapının bir sonucu olduğunun görülmesi, politik olduğunun kabulüydü. Feministlerin bu talebinin gerçekleşmesi bir yana günümüz koşullarında kamusal alanın özel alanın değerleri, otorite biçimleri, keyfiliği tarafından istila edildiğini görüyoruz.
Zira yukarıda aktardığım üç vakanın failleri de sadece erkek olmaktan kaynaklı bir hakkı kullanmışlardır, erkeklerin kadınlar üzerindeki denetim ve kontrol hakkı. Bu hakkın akrabalık hukukunu aşarak kamusal alana doğru genişlemesi esasında Hannah Arendt’in özel alana yerleştirdiği ve tek gaylesi kendi türünün bekasını sağlamak olan “insan hayvan”ın tüm çıplaklığı ile kendini kamusal alana salmasından başka bir şey değildir.
Bu esasında, otoriteryan yapıların temel özelliklerinden birisinin, veya Arendt’in ifadesiyle kitle toplumunun en önemli göstergesidir: Kamusal alan, özel alanın istilasına uğrayarak daralmakta, sönümlenmektedir. Bu öyle bir istiladır ki özel alandaki otorite türlerinden otorite biçimlerine kadar her türlü belirsizlik mıntıkası kamusal alana tahvil edilir. Bu durum, eylemenin yerini davranmanın, konuşmanın yerini şiddetin alması demektir. Eylemin ve konuşmanın olmadığı yerde farklılıkları koruyan mesafe, birbirinin üzerine yıkılmadan kurulan bağlar, yani kamusal alanı kamusal alan yapan dinamikler de ortadan kalkar. Özel alanın yasalardan ari egemenin(iktidarın) keyfiliği ile işleyen düzeni kamusal alana transfer edilir. Mesele bir de cinsiyet rejimleri ile ilgiliyse her erkeğin her kadın karşısında kendini egemen olarak konumlaması, yani özel olanın kamusallaşması söz konusu hale gelir.
*Doç. Dr. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi