20 Mayıs 2015 03:00
Türkiye'de medya deyip iki noktayı üst üste koyduğunuzda peş peşe sıralanacak kelimeler belli: Siyasi, bürokratik ve mevzuat kaynaklı baskılar, medya sahiplerinin medya dışındaki işleri gözetilerek kısıtlanan habercilik, sansür, oto-sansür...
Peki medyanın, gazetecilerin kendilerinden de kaynaklanan sorunları yok mu? Medyanın durumunda gazetecilerin rolünü ihmal eden bir bilanço gerçekçi olabilir mi?
Ve sorgulayan bir meslek olarak gazetecilik, kendi icraatını sorgulayıp muhasebe yapmazsa itibar kazanabilir mi?
T24'te yıllardır yapılan medya söyleşileri, bu sorulardan da hareket ediyor.
Odağında, genel olarak yayın yönetmenleri, bazı köşe yazarları, TV programı sahiplerini ifade eden medya elitlerinin bulunduğu bu tartışma, son olarak işsiz bırakılan gazetecileri konu edinen "Persona Non Grata" adlı belgesel üzerinden yapıldı. Belgeselde konuşan bazı gazeteciler; Fatih Altaylı, Derya Sazak ve Aydın Doğan ile yan yana "aynı mağduriyet" parantezine alınmalarına itiraz ettiler.
Bağımsız Gazetecilik Platformu P24'ün desteğiyle Tuluhan Tekelioğlu'nun çektiği belgesele yöneltilen eleştirilerin temelinde, gazetecilere baskı/işsiz bırakma sürecinde karar verici ve uygulayıcı konumunda bulunan yayın yönetmenleri ve medya sahiplerinin görüşlerinin, süreçteki rolleri sorgulanmadan belgesele yansıtılmasıyla yetinilmesi oldu.
Bu eleştirilerden hareketle Fatih Altaylı'nın kapısını çaldık. Aslında çalamadık, zira Altaylı, sorularımızı yazılı olarak alıp yanıtlayabileceğini vurgulayınca, bu söyleşi e-mail üzerinden yapılabildi.
Fatih Altaylı’nın serüveni, “medya eliti olup sınıf atlama” çizgisinde ilerleyen bir serüven değil. Altaylı Van kökenli varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra geçtiği Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’ni bitirmeden babasının sağladığı sermayeyle ticaret hayatına atılmış. Hakan Akpınar’ın “Nasıl Gazeteci Oldular” başlıklı kitabında, Altaylı, konfeksiyondan “çok iyi para” kazanırken gazeteciliğe geçme motivasyonunu şöyle anlatıyor:
“Alacaklı olduğum bir tekstilci ile yaptığım tartışmadan sonra karar verdim gazeteci olmaya. (...) Bu adam bana gelse ‘Kapıcınız ya da şoförünüz olmak istiyorum’ dese almam. ‘Fatih Bey pabucunuzu boyayım’ dese boyatmam. Ama ben bu adamla iş yapıyorum. Bu adama kredi veriyorum, alacak tahsil etmeye çalışıyorum. Ben Galatasaray’da okudum. Anam ağladı. Ben bu yüzden mi Boğaziçi’nde okudum. Ben bu tür adamla konuşmak için mi İngilizce ve Fransızca öğrendim.”
Haftalık kazancının o dönem "bir buçuk iki milyon" olduğunu söyleyen Fatih Altaylı, ekonomik değil ama sosyal sınıf yoluna revan olarak bol sıfırlı TL hesabıyla ayda 25 bin lira ücretle Hasan Cemal’in yönetimindeki Cumhuriyet’e spor servisinden başlayınca gazeteden aldığı uyarı ortamdaki vaziyetini özetliyor:
“Oğlum bu arabalarla gelme buraya, ayıp oluyor!”
Altaylı, Cumhuriyet’in spor servisinden sonra Ercan Arıklı’nın sahibi olduğu Söz gazetesine, Asil Nadir’in Güneş’inden de ismine popülerlik kazandıracak Best FM’in kurucuları arasına katıldı.
Sabah programında adeta kendi kendisinin sözünü kesercesine koşturan konuşması ve gazete okumalarına kattığı yorumlarla ünlenirken Altaylı'nın kariyerinde, başörtülü eylemcilere dair kullandığı “fahişe” ve benzeri hakaretleri ve avukat Eren Keskin’e yönelik sarf ettiği “İlk gördüğüm yerde tacizde bulunmazsam namerdim” gibi ifadeleriyle yarattığı tartışmalar da hatırı sayılır bir yer tutuyor.
Best FM’den sonra Hürriyet yazarlığı, Kanal D’de “Teke Tek” programı ve Kanal D Haber Genel Yayın Yönetmenliği yapan Fatih Altaylı, Doğan Medya Grubu'ndan sonra Turgay Ciner’le çalışmaya başladı. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF), 2007’de el koyana kadar Sabah gazetesinin yayın yönetmenliğini yapan Fatih Altaylı, 2009’da yine Ciner’in patronu olacağı Habertürk gazetesini kurarak başına geçti.
Hükümetin gazeteye döşediği hattın ucundaki Fatih Saraç'ın odağında bulunduğu “Alo Fatih” tapeleri sızdırıldıktan bir süre sonra yayın yönetmenliğini bırakan Altaylı’ya, sondan başlayarak sorduk. Serüveni uzun bir söyleşi gerektiren Fatih Altaylı’nın “Persona Non Grata” belgeselinden geçmişine uzanan sorulara verdiği yanıtların ilk bölümünü okumak için buyrun.
- “Persona Non Grata” belgeselindeki varlığınıza itirazlar hakkında yaptığınız açıklamada, Erdoğan’ı Gezi Parkı eylemleri sırasında ağırladığınız programı kastederek “O programda soru sormamış olsa idim bunları bilmeyecektik” dediniz ve Erdoğan’ın verdiği manşetleri sıraladınız. Ancak o programdan akılda kalan şu sözünüz es geçildi:
“Medyayı da son süreçte olanları yeterince yansıtmamakla suçladılar. Biz ise Türkiye’de terör belası bitmek üzereyken, ekonomide işler iyi gidiyorken açıkçası tahrikkâr olmak istemedik. Bir partiyi savunma içgüdüsüyle değil, Türkiye’yi savunma içgüdüsüyle. Ama işin acayip tarafı, siz de bize kızdınız. Nerede hata yapıyoruz? Biz kimseye yaranamıyoruz.”
Erdoğan size yanıt olarak “Yaranan var, yaranamayan medya var” derken sorunuzda anlamadığımız nokta şu oldu: Gazeteciliğin sizce neden birilerine yaranma gibi bir derdi olsun?
Güzel bir başlangıç yaptınız, belli ki epey bir hırpalanacağım. Hazal Hanım, niye bu cümlede kullanılan “yaranmak” sözünü farklı bir vurgulama ile olumsuz anlamıyla görmek istiyorsunuz? “Ne Musa’ya yaranabildik, ne İsa’ya” lafını duyunca siz din değiştiren bir adam mı anlıyorsunuz? Benim oradaki kastım çok açık. Türkiye’de makuliyetin bittiğini ve ille de keskin bir şekilde taraf olmayanın kimse tarafından kabul görmediğini anlatmaya çalışıyorum. Türkiye’nin iyiye gitmesini, sorunlarını çözmesini isteme içgüdüsünün de kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’yi kim yönetirse yönetsin, ben Türkiye’nin daha yaşanabilir, insanlarını daha mutlu ve daha özgür kılan bir ülke olmasını istiyorum. Ayıp mı? Türkiye’nin bugün en büyük sorunu budur. Makuliyet diye bir şey kalmadı. Her şey olabilirsiniz. Yeter ki, makul olun.
- “Ekonomide işler iyiye gidiyorken” gazetecilik neden habercilikten ödün veren bir misyon yüklensin?
Habercilikten ödün verdiğimizi kim söyledi? Habertürk’ün ilk dönemindeki habercilik son derece başarılıdır. Sonrasında da diğer gazetelere oranla hiç de fena değildir. İstediğim gibi miydi? Hayır. Ama çabalıyorduk. Her şeye rağmen çabalıyorduk.
- “Her şeye rağmen”den kastınızı açar mısınız?
Her şeye rağmen demek her şeye rağmen demektir. Baskılara rağmen, yönetim kadememizdeki değişikliğe rağmen, siyasete rağmen.
- “Persona Non Grata”da kızınızın Erdoğan’la programınızı beğendiğini, ancak eşinizin eleştirdiğini söylüyorsunuz. O program sırasında attığı “Tut ki içiyorum, sana ne” tweeti nedeniyle “Eşinin yapamadığını yaptı” da denilen Hande Altaylı, sizi tam olarak neden, hangi sözlerle eleştirdi?
Burayı biraz geniş anlatabilir miyim? Çünkü orada içime çok dokunan şeyler oldu. Hande program sırasında o tweeti atıp, rakıyla fotoğrafını koyunca epey bir gürültü koptu. Altına yazılanları okudum, okurken de insanlığımdan utandım. Hande’yi tanımayan, bizi bilmeyen bir sürü edepsiz insan yorum yapmış. Kızana, küfredene bir şey demem. Ama Hande’ye bile saldırdılar. “Karı koca iyi polis, kötü polis oynuyor” dedi bazıları. Bunlar şerefsizlerdir. Hande içinden geleni yapar, o an içinden o gelmiş ve yapmış. Hande’yi eleştirenlerden birisi bile kocası benim pozisyonumdayken o tweeti atabilir miydi? O lafı söyleyebilir miydi? O lafları edenler Hande’nin aydın namusunun milyarda birine sahip değildir.
Hande’nin neyi eleştirdiğine gelirsek, “Sorduğun her şey yerindeydi ve eksik bir şey bırakmadın, ama tavrın çok kötüydü. Utanç vericiydi. Daha sert olmalıydın. Daha sert savunmalıydın yaşam tarzımızı” dedi. Bunu çok tartıştık evde.
- Eşinize hak veriyor musunuz; tavrınız utanç verici miydi?
Öyle algılanmışsa öyledir. Ben o programda sorulabilecek her şeyi sorduğumu düşünüyorum. Zaten bana “Şunu da sorsaydın” diyen pek yok. Erdoğan’la ilgili pek çok yeni şeyi, mesela vapurdan inenleri gözetlediğini, içki içen herkese alkolik gözüyle baktığını, içki içmenin AKP’ye oy verenler dışında herkesi alkolik ettiğini orada öğrendik, daha iyi tanıdık. Tavrım daha sert olabilir miydi? Olabilirdi. Ama bazen şartlardan bağımsız olamıyorsunuz. Erdoğan karşıma oturunca ben zaten gerildim. Çünkü defalarca gördüğüm, program yaptığım adamdan çok farklıydı. Muazzam bir öfke içindeydi. O yüzden yumuşak bir üslup seçtim. Köprüden atlamak isteyen bir adamı atlamamaya ikna etmek için üzerine mi gidersiniz, alttan mı alırsınız? Ben alttan aldım. Çünkü köprüden hepimizi atabilecek bir ruh halindeydi. İkna etmeye çalıştım. Tabii bir de çevremiz var. Salonda 20 danışman, parti yöneticileri, kızı, arkamda sürekli sufle veren danışmanlar.
- Bir başbakanı ikna etmek gazetecinin vazifesi midir?
Çok doğru. Ben gazeteciyim. O gün benim gördüğüm, daha doğrusu beni korkutan şuydu: Nefret dolu bir adam vardı karşımda. Tahrik etmek istemedim. Orada çok üzerine gidip, kamuoyu önünde zor duruma düşürürsem, çılgınca bir şeyler yapılmasından korktum. Açık söyleyeyim, orada sinirlenip Taksim’e bir operasyon emri vermesinden çekindim. Çünkü gördüğüm adam o noktadaydı.
O gün Taksim’de bir olay olsa, Allah korusun 40, 50 kişi ölse, yaralansa tarih “Fatih Altaylı isimli gazetecinin tahrikleri sonucu Gezi olayları çığırından çıktı ve bilmem kaç kişi öldü” diye yazacaktı. Ve siz şimdi bana, tabii hâlâ varsam, “Fatih Bey ucuz kahramanlık için Başbakan’ı tahrik edip onca ölümün sorumluluğunu üzerinizde hissederek nasıl uyuyabiliyorsunuz” diye soracaktınız.
- Erdoğan'ın nefreti size nasıl yansıdı, kamera arkasında neler oldu?
Bir sürü şey oldu. Programın 20. dakikası falandı herhalde. Reklam arası verilmesi istendi. Oysa programa reklam alınmamıştı. “Reklam yok” dedim. Lütfullah Göktaş “Başbakan istiyor” diye bir yazı kaldırdı. Ben de reklam arası verdim. Başbakan hemen ayağa kalktı ve “Bu program burada biter” dedi. “Niye” dedim, “Biz bugün sizinle anlaşamayacağız. En basit tanımda bile anlaşamıyoruz. Sürdürmenin âlemi yok” dedi. Tanımdan kastı alkolik meselesiydi. Bilgisayardan internete girdim, alkolik tanımını bulup okudum. Kızı da oradaydı. “Yanlış” dedi. Danışmanlar da araya girdi. Bunun üzerine Başbakan Erdoğan, “O halde dönüşte siz bu konuyu açın, ben de bir özür dileyeyim” dedi. Şaşırdım. Reklam arasından sonra “Eğer yanlış bir anlamaya sebebiyet verdiysem özür dilemek durumunda olabilirim” dedi. Zaten çok sinirli gelmişti. Gergindi. Ben de ilk soru olarak “Şu kışla işini halka sorsak. Siz her şeyi anketlerle yaparsınız bunun için de bir referandum yapılsa iyi olmaz mıydı? Hâlâ geç kalmış sayılmayız” dedim. Büyük bir öfkeyle “Ecdadımın eserini ihya etmek için halka mı soracağım” dedi ve ben “Yandık” diye düşündüm içimden. Bana göre program aslında o cümleyle bitmişti.
- Bize Erdoğan’la program yaparkenki ortamı biraz daha detaylı anlatabilir misiniz? Kızı ne yapıyor, danışmanlar nasıl sufleler veriyor, reklam arasında nasıl diyaloglar oluşuyor, program bittiğinde vedalaşırken Erdoğan programa dair neler söylüyor?
O gün ekstradan gergin bir durum vardı. Normalde bir iki danışman, basın danışmanı olur. Bazı konularda kâğıtlara yazarak Başbakan’a hatırlatmalar yaparlar. O gün ise AKP İstanbul İl Başkanlığı’nda istediler programı. Büyük bir salondu. Onlarca danışman, kızı, parti yöneticileri, kalabalık bir grup vardı. Konuyla ilgili kim varsa benim arkamdan Başbakan’a bazı hatırlatmalar yapıyorlardı. Herkes çok gergindi. Benim gördüğüm kadarıyla, Başbakan’ın ekibi de Başbakan’ın bir yumuşama mesajı vereceğini düşünüyorlardı. Sert çıkınca onlar da şaşırdılar. Bir danışman program bittikten sonra “Şimdi yandık” dedi.
- Siz “Persona Non Grata” belgeselinde varlığı ve sözleri tartışma konusu olan diğer isimler Derya Sazak ve Aydın Doğan’ı izlerken neler hissettiniz? “Hapishaneye girmediğim için özür dilerim” diyerek karşı çıktığınız “mağdur olanlar ve mağduriyetlere neden olanların eşleştirilmesi” itirazı aklınızdan hiç geçmedi mi?
Hazal Hanım, kimin elinde bir mağduriyetmetre var? Kim ne kadar mağdur, kim hesaplıyor? Aydın Doğan’ı suçluyorlar. Peki Aydın Doğan mağdur değil mi? Milyarlarca ceza ödemedi mi? Bu yaşında bunca hakarete, hem de her iki taraftan maruz kalmadı mı? Bakın Aydın Doğan’a bugün söven o gazeteciler var ya, yarın onların herhangi birine “Gel Hürriyet’te yaz” dese Aydın Doğan, alayı koşa koşa gider. “Yayın yönetmeni ol Hürriyet’e” dese kırk takla atarlar.
Derya Sazak’tan ise söz etmek istemiyorum. Sürekli olarak kovulduktan sonra konuşuyor. Son olarak Yurt gazetesine “şantajcı”, “vergi kaçakçısı” dedi. Yahu bir gün önce oradaydın, bir gün sonra mı şantaja başladılar? Ayıp. İstifa edip “Bunları yapıyorlardı, dayanamadım” dese yerden göğe hak vereyim. Ama bütün bunlar kovulunca mı aklına geldi be Derya? Yapma. Diyeceğim şudur özetle: Mağduriyet tecavüz gibidir. “Mağdurum” diyorsan mağdursundur. Ama ben demem. Çünkü Türkiye’de mağduriyet de çok ucuzladı. Şimdi bakıyorum İslamcılar mağduriyetten söz ediyorlar sürekli. Yahu Türkiye 1960’tan sonra iki darbe gördü. Hangi İslamcı’ya dokunuldu? Solcu gençler idam edildi, idam edilmeyenin bir tarafına cop sokuldu, cinsel organına elektrik verildi, sağcı gençler idam edildi, işkenceden geçirildi. Kürt gençleri öldürüldü, işkence gördü. Deniz Baykal, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, hepsi aylarca hapis yattılar. Hiçbiri “Mağdurum” demedi. Necmettin Erbakan bile demedi. İslamcılardan bunu yaşayan kim var? Üç ay bey gibi yarı açık cezaevi mağduriyet oluyor. Ama dedim ya “Mağdurum” diyorsan mağdursundur.
- “Aydın Doğan ‘Yayın yönetmeni ol Hürriyet’e’ dese kırk takla atarlar” sözleriniz üzerine: Hürriyet’in başına geçmek size takla attırır mı?
Ben Hürriyet’te en güçlü adamlardan biri olarak görünürken ayrıldım. Ben hiçbir şey için takla atmadım. Kendimden eminim.
- “Mağdurum" diyorsanız mağdur olmazsınız; mağdur, mağdur edilendir. Buna genel olarak katılmayabilirsiniz ancak medyada baskı ve sansürü icra edip muhabir ve yazarları işten çıkarırken muhabirlerden onlarca kat fazla ücret alan genel yayın yönetmenleri için mağduriyet değil, "kullanım sürelerinin dolması" söz konusu oluyor. Misal bir yanda siz, bir yanda işten çıkardığınız Bekir Coşkun; bir yanda Derya Sazak, bir yanda Derya Sazak'ın "medya sermayesini sorgulama ve Başbakan'a yanıt ısrarı nedeniyle" köşesini kapattığını ilan ettiği Hasan Cemal; bir yanda Aydın Doğan, bir yanda Soma-Gezi belgesellerinin ardından CNN Türk'ten çıkarılan Rıdvan Akar, haberleri nedeniyle işten atılan Fatih Yağmur... Belgeselde haklı olarak eleştirilen de bu: Medya patronu ve genel yayın yönetmenlerinin, onlar tarafından işten atılan muhabirler ve yazarlarla aynı mağduriyet adresine konmaları, icraatlarının sorgulanmamasıydı. Bu size hakkaniyet adına hiçbir şey ifade etmiyor mu? Misal Beykoz Konakları'nda çekilen bir mağduriyetle, Kurtuluş'ta kirasını bile ödemekte zorlandığınız, ısıtamadığınız bir evde işsiz oturarak geçirilen bir mağduriyet, o yoklukların ve yoksunluğun ortasından aynı mağduriyet gibi görünebilir mi?
Bakın Hazal Hanım, ben mağduriyet edebiyatı yapmadığımı sürekli vurguluyorum. “Mağdurum” diye diye ortalarda gezmiyorum. Ben sadece mağdurum diyenleri anlamaya çalışıyorum. Ama sizin sözleriniz de yanlış bana göre. Mağdur olmak ille parayla, varlıkla ilgili bir şey midir? Sizin mantığınız, fahişelere tecavüzü suç görmeyen hukuk mantığı gibi. İstemediği bir şeyi yapmaya zorlanan kişi mağdurdur. Bunun varlıkla, yoklukla alınan maaşla ilgisi yoktur. Bekir Coşkun’un işten çıkarılması ise ayrı bir konu. Bekir Abi’yi işten ben çıkarmadım. Tam aksine çıkarılmaması için çok uzun mücadele ettim.
- Ana akımda genel yayın yönetmenleri kendi hayatlarının yanı sıra işten attıkları, sansür ettikleri gazetecilerin, görmedikleri haberlerin de failidir. Sansürlenen, işten atılan bir muhabirin "kullanım süresi dolmuş" bir genel yayın yönetmeninin akıbetinin faili olduğunu iddia edebilir misiniz?
İnşallah bir gün genel yayın yönetmeni olursunuz. Bunu Tanrı’dan diliyorum. Ben bir gün bile genel yayın yönetmeni olmak istemedim. Sabah’a geçerken Turgay Ciner’e “Asla genel yayın yönetmeni olmam” dedim. 6 ay sonra zoraki oldum. “5 yıl yapar bırakırım” dedim. Siz ne kadar gazeteciyseniz, bir genel yayın yönetmeni olarak ben de o kadar gazeteciyim. Bakın bakalım geçmişimde ne haberler var. Bu milletin kaç lirasını kurtarmışım. Kaç haber yapmışım, kaç ödül almışım.
Mal mıyız biz de kullanım süremiz dolsun. Hata yaparız. Yanlış fikir söyleyebiliriz. Eleştiride dozu ve üslubu kaçırabiliriz. Hatalı gazete yapabiliriz. Ama kullanılacak mallar değiliz. En azından ben değilim. Medyadaki herkes kadar suçluyuz. Medyadaki herkes de, bu toplumdaki herkes suçludur. Türkiye’de herkes kendine bakmaz, başkasını suçlar. Diyelim ki, en iyi medya İngiliz medyası. Bizim onun gibi olmamız isteniyorsa, Türk halkı da İngilizler gibi olsun. Türkiye’den bir Isaac Newton çıktı da, gazeteci mi çıkmadı mesela. Ki medya dünyanın her yerinde benzer suçlamalarla, sorunlarla boğuşuyor.
- Siz Türkiye’deki medya sorununu nasıl formüle ediyorsunuz?
Aslında bu soruyu röportajın son sorusu olarak sorsaydınız daha iyi olabilirdi. İşinize karışmak gibi oldu, kusura bakmayın. Bu konuda çok ayrıntılı konuşabiliriz ama kısaca şunu söylemek isterim: Bu gibi baskı rejimi dönemlerinde gazete sahiplerinin gazeteci olması lazım. Sermaye gruplarının değil, bağımsız gazetecilerin gazete çıkarması lazım. Niyesini de siz sormadan söyleyeyim. Sermaye grupları baskıya açıktır. Hele hele Türkiye gibi yargının bağımsız olmadığı, ekonomide devletin ağırlığının hâlâ çok yüksek olduğu ülkelerde. Şimdi düşünün, adam işadamı. 50 yılını verip, bir grup kurmuş. Medyasıyla, başka işleriyle. Özellikle de başka işleriyle. Biz gazeteciler bağımsız olacağız, fikrimizi söyleyeceğiz, iktidarlarla savaşacağız, özgür olacağız diyeceğiz ama bunun ceremesini patrona çektireceğiz. Bakın Türkiye’de merkez medyadaki patronlar büyük bedeller ödediler. Aydın Doğan cezalar ödedi. Turgay Ciner daha ağır bedellere maruz bırakıldı. Elinden iki gazetesi, iki televizyonu alındı. O günlerde uluslararası piyasalarda 1,4 milyardı değeri. Nükleer ihalesini kazanmıştı, iptal edildi. Ve aynı fiyattan Ruslara verildi. Son olarak Show TV alındı elinden. Aynı durumdaki ve benzer yargı kararlarına muhatap olmuş diğer televizyonlara veya gazetelere el koyulmazken. Biz özgür olacağız diye bu adamlara bedel ödetiyoruz. Oysa kendi gazetelerimiz olsa, şerefini de biz kazansak, bedelini de biz ödesek daha doğru olmaz mı?
- "Özgür olacağız diye medya patronlarına bedel ödetiyoruz" yaklaşımınızı yadırgadım. Gerçekten öyle mi, yoksa medya dışında işleri olan patronlar medya da satın alarak gazeteciliği araçsallaştırmıyorlar mı? Diğer işleri için medya sahibi olarak siyasi-ekonomik baskıya aslında "yatırım" yapmış olmuyorlar mı? Medya sahiplerinin, gazetecilerin özgürlük arzusu nedeniyle mi bedel ödediğini düşünüyorsunuz gerçekten?
De ki, araçsallaştırıyorlar. Ne demekse. Gazeteciler de oralarda çalışmasınlar o zaman.
- Sizce “patronu kollama”nın sınırı ne?
Toplum menfaati. Hazal Hanım, benim kızdığım iki yüzlülükler aslında. Evine yarım kat çıkmak için, üç kuruşluk çıkarı için mahalli siyasetçinin önünde takla atanlar, başkalarını çok kolay suçluyorlar. Herkes bir kendi tavrına da bakmalı. Ben patronu kollamak için ne yapmışım Allah aşkına! Benim yüzümden gazete sahibinin türlü sıkıntısı olmuş. Hedef yapılmış. İhale mi takip etmişim, siyasetçiden ricada mı bulunmuşum? Ben böyle bir şey asla yapmadığım gibi, Allah’ı var gazetenin sahibinin de benden böyle bir talebi, bırakın talebi böyle bir iması ya da beklentisi bile olmamış.
- Neden sermaye grupları gazete sahibi olmamalı? Olduklarında neler oluyor, tecrübelerinizi paylaşırsanız kıymetli olacak…
Sermaye gruplarının medya sahibi olmalarında, normal demokrasilerde büyük sorun yok aslında. Hukuk devleti var ise, güvenilir bir yargı var ise büyük sermaye de kâr amaçlı yayıncılık yapabilir. Ama Türkiye’de durum bu değil. Sermaye grupları, iyi niyetli olanları en azından kendilerini kötü niyetli saldırılara karşı korumak için gazete sahibi olmak istiyorlar. Çünkü gazete sahibi bir ticari rakip, gazete sahibi olmayan bir sermaye grubuna zarar verebiliyor. Büyük sermaye gruplarının medya sahibi olmalarının bir yandan avantajları da var. Daha rahat gazetecilik yapıyorsunuz. Ama normal zamanlarda. Baskı dönemlerinde ise sermaye grupları, gazetecilik faaliyetleri nedeniyle siyasi veya ekonomik baskıya maruz kalınca gazetecilik yapılamaz oluyor. O zaman gazetecilerin bağımsız olabilmek için kendi gazetelerine sahip olmaya ihtiyaçları var.
- Siyaset ve patronların medya dışı işlerinin yanı sıra “medya elitleri” sizce medya sorununda nasıl bir yer kaplıyor?
Medya elitinden kastınız ne bilmiyorum, anlamıyorum. Beni de o elit dediğiniz kesime katıyorsanız teşekkür ederim ama ben hiç öyle hissetmedim. Tam aksine gazetecilerle pek alakam yoktur. Bu yüzden de tanımazlar ve sevmezler. Medya eliti diye kast ettiğiniz havalı civalı gazetecilerse onların da tamamını aynı kefeye koyamazsınız. Bakın son yıllarda sürekli hedefte iki adam var: Ertuğrul Özkök ve ben. Demek ki biz olmasaydık Türkiye’de hiçbir sorun olmayacaktı. Bakın Hazal Hanım, benim medyada tek bir misyonum var kendime yüklediğim. Bu ülkeyi daha modern ve daha özgür görmek. Ben modernite yanlısıyım. Türkiye giderek moderniteden uzaklaşıyor. En büyük derdim bu. Baskı rejimi, şu rejimi, bu rejimi bir gün gider. Er veya geç. Ama moderniteden uzaklaşırsanız bir daha yakalaması çok uzun sürer.
- Neden bir gazeteci için gazetecilikten daha önemli bir misyon olsun, gazetecilik şu veya bu misyon nedeniyle yeterince araçsallaştırılmadı mı, yeterince itibar kaybetmedi mi? “Siyasetçiler gazeteciliğe, gazeteciler siyasete yön vermeye çalışıyor, kimse kendi işini yapmıyor” gibi bir manzara çıkmıyor mu ortaya?
Bu ülkede yaşayan herkesin misyonu, bu ülkenin daha yaşanabilir, insanların daha mutlu olduğu bir ülke haline gelmesine katkıda bulunmaktır. Evrensel olarak daha yaşanabilir bir dünya istemek ayıp mı?
- 20 yıl Hürriyet'i yönetmiş, bu arada Ahmet Kaya için "Vay şerefsiz" gibi unutulmaz başlıklar atmış, 12 Eylül darbesini bile savunmuş Ertuğrul Özkök'ün eleştirilmesini neden yadırgıyorsunuz? Sonuçta hâlâ ana akımın en etkili gazetesinde yazıyor.
Ertuğrul’un avukatı değilim. 12 Eylül darbesini savunmuş dediğiniz adam 12 Eylül darbesi sonrası darbe karşıtı Arayış Dergisi’nde Ecevit’le beraber yer almış bir adam. Ertuğrul’un o dönem yazdığı bir yazıdan ötürü derginin yazı işleri müdürü Nahit Duru hapis yattı. Ertuğrul Özkök o sırada üniversitede de çalıştığı için işinden olmasın diye Nahit Abi yazıyı üstlendi. O gün darbeyi alkışlayanlar bugün nerede siz daha iyi bilirsiniz. Özkök 12 Eylül ile ilgili samimi hissiyatını yazıyor diye siz onu darbeyi savunmakla suçluyorsunuz. Özkök’ün eleştirilmesine de karşı falan değilim. Sadece tek suçlu oymuş gibi yapılmasına kızıyorum. Adil değil.
Bakın Hazal Hanım yayın yönetmeni olarak her yıl binlerce başlık atıyoruz. Kiminin arkasında durabiliriz, kiminin duramayız. Bazen konjonktür, bazen günün ruh hali, bazen dönemin ruhu hatalar yaptırır.
- Mesele de bu zaten. O “hatalar” hayatlara mal olabiliyor, nefreti, şiddeti meşrulaştırmaya, baskıyı rasyonalize etmeye yönelebiliyor. “İnsan”a karşı devlet, siyaset, şiddet dilinin icrası olan o “hata”lardan zarar görenler nezdinde etkili bir telafi çabası, içten bir özür olmaması da, o hataları yapanların aslında “hata” yaptıklarını düşünmediklerini göstermiyor mu?
“Herkesin içinde bir peygamber uyur ve o peygamber uyanınca dünyaya daha çok kötülük gelir” diye bir söz var. Hata insancıldır. Tarih hatalarla doludur. O hataları kötülük için yapmayabilir insanlar. Ama sonuç kötü olabilir. İnsanlar hatalarıyla en büyük zararı kendine veriyor. Bilse yapar mı?
- Habertürk’ün genel yayın yönetmeniyken aldığınız ücret ve varsa eklentileri ne kadardı, köşe yazarıyken ücretiniz ne kadar?
Nedir bu maaş merakı anlamadım gitti. Yıllardır mal beyanı veririz. Son yıllarda defalarca MASAK (Mali Suçları Araştırma Kurulu), Maliye inceledi. Her şeyimiz açık. Çok merak ediyorsanız söyleyeyim. 30-40 bin lira civarı bir maaş alıyorum. Televizyon, gazete yöneticiliği, yazarlık, her şey dahil. Açık söyleyeyim, bunun yarısı yaptığımız işin karşılığıdır, yarısı da hayatımızın içine sıçılmasının. Her gün orada burada bir sürü kişinin haklı haksız eleştirisine, küfrüne maruz kalmamızın. Bakın 20 yıldır ekrandayım, 30 yıldır gazeteciyim. 15 yıldır genel yayın yönetmenliği yapıyorum. 20 küsur yıldır köşe yazısı yazıyorum. Bu maaş çok görünebilir. Eş değerlerimin kazandıklarına bakın bir de. Bende şirket kredi kartı yoktur. Gazetemden “temsil giderleri” adı altında bir para almam. Evimin masraflarını gazete ödemez. Konumumuzdan ötürü gelen taleplerin yanı sıra vicdanen yaptığımız yardımların parası da bu maaştan çıkar. Bizim gruba yönetici olarak gelen birisi maaşımı öğrenince “Bu mu? Biz bunun 5 mislini falan alıyorsundur diye düşünürdük hep” dedi. Özel sektörde bizim çapımızda şirket yönetenler de bizden çok kazanırlar, kimse merak etmesin.
- Eş değerleriniz ne kadar kazanıyor, neler elde ediyorlar?
Ne bileyim ben. Onlara sorun.
- Genel yayın yönetmenleri patronlarla ücret pazarlığı yaparken "editoryal bağımsızlık" da talep ediyorlar mı, edebiliyorlar mı? Siz Turgay Ciner'le ne konuşarak, nasıl bir anlaşma yaparak Sabah'ın ve Habertürk'ün başına geçtiniz?
Bakın bu işler biraz evlilik gibidir. Tabii ki, bunlar konuşuldu. Turgay Bey editoryal bağımsızlık konusunda ne kadar hassas olduğumu bildiği için baştan konuştuk. Zaten Habertürk’ün yayın yönetmenliğini de istemedim ben. Başka isimler düşündük, hatta bazıları ile görüştük. Teklif yaptık. “Kim” diye sormayın asla söylemem. Sonunda bana kaldı. Turgay Bey gazetenin içeriğine hiç karışmadı. Gazeteyi sabah evine geldiğinde gördü hep. İlk tartışmamız Bekir Coşkun meselesinde oldu. Ben uzun süre durumu toparlamaya çalıştım. Sonunda doğrudan patron talimatıyla işine son verildi. “Niye istifa etmediniz?” diyebilirsiniz. Edebilirdim doğru. Ben bunu şuna benzetiyorum, Allah kimseye göstermesin, insanın bir çocuğu öldüğü zaman hayatı kararıyor. Yaşamak istemiyor ama diğer çocukları için yaşamak zorunda. Çok şükür ki, Bekir Abi sağ, esen ve hâlâ şahane bir biçimde başka bir gazetede yazıyor.
- Turgay Ciner neden Bekir Coşkun’un işine son verdi?
Bunu da Turgay Bey'e sorun. Niye bana soruyorsunuz? Başkası adına konuşamam.
- Medya elitlerinin, bazı haberlere karşı kayıtsızlıklarının onlara sağlanan büyük imkânlarla satın alındığı görüşüne ne dersiniz?
Hangi büyük imkân! Bana öyle bir imkan sağlanmadı hiç. Bana ev hediye eden bir patronum olmadı. Oturduğum evi neredeyse 20 yıl önce aldım. Gerçek değeri üzerinden aldım. Vergisini öyle ödedim. Yarısını başka bir mal satarak ödedim, yarısı için banka kredisi aldım. Öyle acayip imkânlar falan talep etmedim. Patronlarla tekne seyahatleri yapmadım. Sahip olduğum imkânların büyük bölümüne çocukken de sahiptim. O zaman da eleştiriyorlardı. “Zengin o yüzden rahat” diyorlardı. Şimdi de “Rahatını bozmamak için sesini çıkarmıyor” diyorsunuz. Ne yapayım? Öleyim mi?
Benim anlamadığım şu: Etkili ve okunan yazar olmak suç oldu. Okunmasam, yazdıklarım etkili olmasa kimse bir şey demeyecek. Kimler neler yazıyor, neler yapıyor kimsenin ruhu duymuyor. Benim bunca iş yaparak kazandığımın misli misli fazlasını kazanıp adını bilmediğiniz adamlar var medyada. Onlara kimse bir şey demez. Okunmak kabahat mi hanımefendi? Sabah’ı yönettim 550 bin tiraja çıktı, BİAK’ta Hürriyet’i geçti. Habertürk’ü çıkardım “Tutmaz” dediler, 400 bin tiraja çıktı 6 ayda.
- Ulusal gazetelerin açıkladığı tirajları son olarak Fuat Avni yalanladı. Yakın zamana kadar yöneticilik yaptığınız için soracağız; hangi gazete aslında ne kadar satıyor, tirajlar hangi yöntemlerle yüksek gösteriliyor?
Hakikaten çok acayipsiniz. Bu ülkede kimsede hafıza yok. Bakın ben Habertürk’ü kurar kurmaz ne yaptım. “Tirajlar denetlensin” diye yıllarca yazdım. Söyledim. Habertürk’ün tirajını bağımsız denetime açtık ve açıkladık. Bizden başkası yaptırmadı. Sonunda biz de pes ettik ve vazgeçtik. Ben o dönemde “Bu tirajlar yalan” diye defalarca yazdım. Kimse tınmadı. Fuat Avni yazınca mı “Aaaa!” dediniz. Fuat Avni adındaki Twitter hesabının verdiği tirajlar üç aşağı beş yukarı doğru. Doğrusu yöntemlere çok hakim değilim. Dağıtım şirketleri daha iyi bilir o işleri. Ama pek çok gazetenin ithal ettiği veya satın aldığı kâğıt miktarı tirajının gerektirdiği kâğıdın 10’da biri kadar. Bazı gazeteler üniversitelerde, marketlerde, otobüslerde bedava dağıtılıyor. Ama bunlar yine de tiraj. Bazıları basmadığı gazeteyi tiraj diye yazıyor.
- Medya yöneticiliğinde elde ettiği imkânları kaybetme kaygısı, gazeteciliği ne kadar öteliyor?
Vallahi benim gazeteciliğimi imkânların kaybı korkusu öteleyemez. Ben gazeteciliğe başladığım günde de hemen hemen aynı standartta yaşıyordum. Gelişme olduysa Türkiye’nin gelişmesine paralel olmuştur o kadar. Gazeteciliğim ötelendiyse, başka kaygılarla ötelenmiştir. Daha doğrusu öteletilmiştir. Medyada zor olan yöneticiliktir. Baskı dönemlerinde arada kalırsınız. Siyasetçiyle patronun, hatta siyasi baskı yokken de reklam veren ile reklam müdürünün.
- Son dönemde yapmak isteyip de yapamadığınız, “öteletilen” haberler neler oldu mu? Olduysa, bunlar hangi haberlerdi?
Sildim hepsini kafamdan. Ama haberden çok haberin bakış açısı ile ilgili talepler gelmiştir.
- Habertürk'ü kurarken transfer ettiğiniz isimleri muhalif yazıları nedeniyle birer birer gazeteden atmak zorunda kaldınız. Bekir Coşkun, Ece Temelkuran, Amberin Zaman... Coşkun, ANKA’ya "Altaylı, beni arayarak işime son verildiğini tebliğ etti. Altaylı, editörler ve Habertürk'ün sahibinin işime son verilmemesi konusunda son derece çaba sarf ettiğini biliyorum. Ancak, baskı çok yoğundu yapılacak bir şey yok. İlk bertaraf olan ben oldum. Bir ormanda yangın çıkarsa, o ormanda hiçbir canlı kalmaz, bütün canlılar yanar. Türkiye'de de bir orman yangını var. Bunu hep söyledim. Bu yangın devam ediyor, bu gidişle de ormandaki yangın gibi herkesi yakacak" açıklamasını yaptı. Siz de sanki bir talimatı yerine getirdiğiniz yolunda izlenim verdiniz. Bu isimleri nasıl bir sürecin, ne tür konuşmaların ve tepkilerin veya baskıların sonunda işten çıkardınız?
Eeee, ne diyeyim yani.
- Transfer ettiğiniz bu isimleri korumayarak aslında işsiz bırakmış olduğunuzu düşündünüz mi?
Düşündüm tabii. Bu isimlerin bazıları zaten işsizdi belki ama sonuçta benim yanımdaydılar. Ben bu isimlerle nasıl bir gazetecilik yapmak istediğimi gösterdim. Ama yapamadım. Sonunda da bıraktım zaten. Sözümün eri bir adam olarak 5 yıl dedim ve 5 yılda bıraktım.
- Açık sözlü, açık yürekli cevap arayan bir soru; Habertürk'ü ne kadar siz, ne kadar "Alo Fatih" hatları, ne kadar patron yönetiyordu?
En başında sıfır müdahale ile ben yönettim. Bekir Bey’in çıkarılması dışında hiçbir müdahale görmedim. Başbakan’ın defalarca benim işten çıkarılmam için baskı yaptığını biliyorum. Bazıları tapelere yansıdı zaten. Sonrasında (Fatih) Saraç geldi. Yönetici olarak. Patron vekili ve yönetim kurulu üyesi olarak. Saraç’a “Bırakın beni gideyim. Sen de buraya kafana göre birini getir” dedim. Aslında Saraç’ın aklına yatıyordu ama Turgay Bey izin vermedi. Ama Turgay Bey’in hakkını kimse yemesin. Herkes fellik fellik iktidara yakın yazar bulup işe almaya çalışırken, Yiğit Bulut’u işten çıkaran Turgay Ciner’dir. Bakın sadece sermaye gruplarını suçluyorsunuz. Niye? Misyon gazeteleri var, oralarda tam bir fikir özgürlüğü var mı? Gazetenin sahibi olan kişinin, partinin, örgütün hoşlanmadığı bir şeyi o gazetelerde görebilir misiniz? Gazetelerin nasıl olacağına, o gazeteyi çıkaranlar karar verir. İster sermaye grubu olsun, ister başka bir grup. Ne bileyim Özgür Gündem’de MHP politikalarını öven yazar barındırırlar mı? Kendimle ilgili şunu söyleyebilirim; 2011’in ortalarına kadar tüm sorumluluk benimdir. Saraç geldikten sonra sürekli bir tartışma içindeydik. Her gün karşılıklı veya telefonda tartışıyor, didişiyorduk. Hatta bir gün eşim “Başta sana acıyordum ‘Ne çektin bu Saraç’tan’ diye, ama o da senden çok çekiyor gördüğüm kadarıyla” dedi bir telefon konuşmamızın sonrasında. O meşhur Alo’lar var ya Saraç’la aramda geçen. Onlar kesilip biçilmeden, tamamıyla yayınlansa utanacağım hiçbir şey yoktur. Ne kadar mücadele ettiğimin belgesidir o konuşmalar ama tamamı yayınlanırsa…
- Grup medyalarında genel yayın yönetmenleri hangi oranda o gazeteleri kendi iradeleriyle yönetebiliyor? Gazete yönetimini siyasi baskı, patron, yayın yönetmeni arasında hangi oranlarda bölüştürürsünüz?
Turgay Ciner’in gazetelerinde uzun süre çok rahat çalıştım. Patron ne kadar rahat bırakılırsa o da sizi o kadar rahat bırakır. Habertürk’te 400 binli tirajlara çıktık. Ciner’in kendi ile ilgili, kendi işleri ile ilgili bir talebi hiç olmaz. Tam aksine grubun diğer taraflarını çok ayrı tutar. Ama ona baskı başlayınca, o bize de yansımaya başladı.
- Türk medyasının en üst yöneticileri, sayılabilecek onca hataya rağmen neden kolay kolay işsiz kalmıyor? Pozisyonlarını güçlendiren sizce ne?
Başkalarının adına koşuma hakkına sahip değilim. Kendi adıma konuşabilirim. Benim pozisyonumu güçlendiren şey okunan bir yazar olmam, iyi gazete yapıyor olmam. Etkili gazeteci olmam. Kimse okumasa, iyi gazete yapmasanız, konuşulmazsanız kimse size eleştirmez. Neler yapılıyor, neler yazılıyor kimsenin haberi bile olmuyor. Tüm günahlar bana yükleniyor, bir de Ertuğrul Özkök’e mesela. Bizi eleştirenlerin bizim tepede olduğumuz zamanlarda yerimizde olmak için sağ kollarını vereceklerini biliyorum.
Ayrıca niye işsiz kalmayalım? Sabah gazetesine el koyulduğu iki yıl işsiz kaldım. Gelip kimse benimle röportaj yaptı mı? Bu kadar çok okunan, gazete yönetmeyi bilen adam nasıl işsiz kalır dedi mi hiç kimse? Siz o zaman ne yapıyordunuz bilmiyorum ama kimse kapımızı çalmadı. Hâlâ Sabah’a el koyulmasından kimse bahsetmiyor. O milattır halbuki. Baskı döneminin başlangıç tarihidir. Hadi onu ıskaladınız, Show TV’ye el koyuldu. Sözde mahkeme kararı. Aynı mahkeme kararı TMSF’nin sattığı başka yayın kuruluşları ve şirketler için de var. Onlar niye uygulanmadı? Mahkeme bize “Haklısınız” dedi. Hem ATV-Sabah el koymasında, hem de geçen hafta aldığı kararla Show TV’e el koyulmasında. Niye onları yazmıyor kimse?
- Sizce Nisan, 2007’de Sabah ve ATV’ye el koyulmasının arkasındaki siyasi sebep neydi? Hükümeti o dönem rahatsız eden sizce ne oldu?
Ben siyasetçiler tarafından güvenilir bulunan biri değilim. Aramız çok iyi gibi görünürken bile tak diye hoşlarına gitmeyecek haberi basarım. Sabah’ta ilk sıkıntı benim attırdığım bir başlıktan çıktı hatırladığım kadarıyla. “Başbakan Başsavcı” diye bir başlık vardı.
- Ahmet Şık ve Tuğçe Tatari’nin itirazları ardından yaptığınız açıklamada şu ifadeler de yer aldı: “Tüm medya yöneticilerinin ‘yalan' söylediği ya da doğruya benzer şeyleri ancak kovulduktan sonra söylemeye cesaret edebildiği şeyleri bir gazetenin başındayken açık açık söyleyen tek yayın yönetmeniyim.” Bu cümle tapelerin ortaya çıkması ardından konuştuğunuz gerçeğini göz ardı etmiyor mu?
Ben daha önce de konuşuyordum. Tapeler ortaya çıkmadan üç gün önce bir MHP heyeti gelmişti gazeteye. Onlara bile anlatmıştım uzun uzun baskıları. CHP’lilere de. Konuştuğum her yerde anlatıyordum. Başbakan’ın uçağında bile bu baskılarla alay ediyorduk hep birlikte.
- Tecrübeleriniz önemli, nasıl baskılar oluyordu, açar mısınız? Kamuoyuna yansımayan baskı yöntemleri ve konuları neler?
Kimseye ayıp etmek istemem. Ama başka gruplarda medya grup başkanlarının genel yayın yönetmeni kimi yapalım diye Başbakan’a sorduklarını biliyorum. Aslında herkes biliyor. Bu kadarını söyleyeyim yeter. Ama kendi adıma şunu söyleyebilirim. Saraç bazen arayıp “Başbakan şundan çok rahatsız, şuna çok bozulmuş” diyordu ve ben asla inanmıyordum. Saraç, Başbakan’ın adını kullanıyor diye düşünüyor, hatta bunu kendisine de söylüyordum. “Yahu Başbakan’ın işi yok da bununla mı uğraşacak” diye. Tapeler çıkınca şaşırdım. Hakikaten uğraşıyormuş.
- Baskılarla alay eden grupta Star, Sabah gibi hükümetle dirsek teması güçlü olan gazetelerin yöneticileri de oluyor muydu? Onlar ne tür serzenişlere muhatap oluyorlar, biliyor musunuz?
Onların işi bizden de zor. Ne yapsalar yaranamıyorlar. İktidarın çıkarını iktidardan daha çok düşünüp, ona göre, önden hareket etmeleri lazım. İktidarın tepesinde oluşabilecek fikir değişikliklerini de öngörmeleri gerekiyor. Hatta liderlerinin ağzından çıkan yanlış şeyleri de düzeltip, “Olsa olsa şunu demek istemiştir” diye tevil etmeleri lazım. Yeni de beceremiyorlar. Sürekli zılgıt yiyorlar, hatta işlerinden oluyorlar.
- Siz iktidarın kırmızı çizgilerini nasıl tanımlarsınız?
Çok değil. Bir kırmızı çizgi var: Tayyip Erdoğan. Onun dışında her şey serbest ama her şey ondan sorulduğu için her şey yasak. O severken cemaati eleştirmeyeceksin mesela. Ama o sevmemeye başladıysa cemaate dalacaksın. Ben ÖSYM’deki rezaletler için yazılar yazarken bana kızıyorlardı. Biz “Sorular çalınıyor” derken suçluyduk, şimdi onlar “Paralel soruları çaldı” diye veryansın ediyor. Valiye, bakana, AKP’li belediyeye, genel müdüre, müsteşara, kimseye bir şey diyemezsiniz. Çünkü hepsi onun bakanı, onun belediye başkanı, onun valisi, onun genel müdürü.
- 17-25 Aralık sürecinde çıkan ve Habertürk’te yayımlanmadan önce kamuoyu anketinde oynama yapıldığına dair konuşmalar içeren kaydı “Ben buna itiraz eden tarafım ama kayıtta bunun böyle anlaşılması istenmemiş ve değiştirmişler” diyerek kısmen yalanladınız. Devamında yaptığınız açıklamaların kısa derlemesi şöyle: “Tecavüze uğradım ve suçlu gösteriliyorum. Birileri benim gazeteciliğime tecavüz ediyor, benim gazeteciliğimi beceriyor ve ben suçlu oluyorum”, “İstifa edeyim de medyanın başında sadece havuzcular mı olsun”, “Ankette bir manipülasyon yapsaydım özür dilemekle yetinmezdim Habertürk'ün kapatılmasını isterdim. İstemişler, yapmamışım. Kimden özür dileyeceğim?”, “Ben namuslu bir gazeteci olarak bugünlerin elverdiği oranda elimden geleni yaptım.” Kayıtlarda somutlaşan medyanın halini sadece sizin hanenize yazmak gibi bir niyetimiz yok, ancak bu açıklamalarınız sizi her türlü gelişme ve sorumluluktan azade kılmıyor mu?
Kılmıyor. Tabii ki sorumluluklarımdan kaçmıyorum, kaçamam. Kaçmaya çalışsam da maşallah kaçırmayacaksınız zaten. Ben o anketle ilgili şunu söylüyorum: “Talep geldi ama asla oynamadık.” Gazetecisiniz bilirsiniz. Taleplerin sonu gelir mi? Sadece siyasetçiden değil, sosyetik beyden, hanımdan, playboydan, sanatçıdan, her yerden bir talep gelir. Haber yap veya yapma diye. Bize de gelir, muhabire de gelir. “He he” der geçiştiririz genelde. O gün de öyle bir talep geldi. Siz yayınlanan ankete bakın gazetede. O günlerde açıklanmış diğer anketlere bakın. Arada bir fark varsa o zaman beni suçlayın.
Hazal Hanım, ben televizyona çıktım ve baskıları anlattım. Benden sonra Enis Berberoğlu çıktı. “Bize baskı falan yok” dedi. Enis’i aradım, “Ayıp ettin” dedim. Yanıtını söyleyemem. Yakışık almaz. Ama aynı Enis, şimdi CHP milletvekili adayı ve “Erdoğan Hürriyet’e sopayla girdi” diyor. Eeee, ne oldu! Sonra da “Bizde Alo Fatih yoktu” diyor. “Alo Fatih” yoktu belki ama “Alo Mehmet Ali”, “Alo Enis”, “Alo Yalçın” da yok muydu? Peki o zaman nasıl sopayla girildi Hürriyet’e?
- Adaşınız Fatih Saraç’la karıştırılarak hanenize yazılabilen “Alo Fatih”in kaynağı ne, nereden çıktı?
Sormayın. Adım “Alo Fatih” oldu. “Alo Fatih”i aslında bilen biliyor da bana “Alo” demek hoşlarına gidiyor. Kimsenin anlamadığı mesele şu; “Alo Fatih” dedikleri Fatih Saraç dışarıdan biri değil. Ben bu gazetenin sahibi değilim. Sahibi belli. Bir gün bana Fatih Saraç’ı tanıştırdı ve “Bundan böyle gazeteyle ilgili patron vekili Fatih Saraç’tır” dedi. Yönetim Kurulu’nda başkan vekili olarak görev aldı. Ben AKP’nin atadığı biriyle, bir bakanla, bir vekille muhatap olmadım. Ben gazetenin yönetim kurulu üyesi olmuş, patronun yetki devrettiği biriyle muhatap oldum. Öyle olmasa kendisiyle konuşmazdım bile. Bir tek siyasetçi çıksın desin ki “Ben Altaylı ile gazetenin içeriği ile ilgili konuştum.” Yok öyle şey.
- Turgay Ciner kendisiyle sizin aranıza Fatih Saraç'ı koyunca itiraz ettiniz mi, süreçte neler yaşandı?
Gereken sözü söylemişimdir. Ama sonuçta patron o.
- Fatih Saraç'la nasıl muhatap oldunuz, Saraç haberlere nasıl bir üslup ve rutin içinde müdahale ediyordu, size sormadan da ediyor muydu?
Son derece nezaketle. Saraç kibar adamdır. Hepimizden daha kibar. Onun da sıkıldığını, benden utandığını hissediyordum. Arada kalmıştı o da. Kendisine “Yayın yönetmeni koltuğuna otur ve doğrudan sen yap, ben de kurtulayım, sen de” demişimdir defaten. Kelime dağarcığım Saraç'ın hiç bilmediği veya kullanmadığı kelimelerle dolu olduğu için onun da bayağı sıkıldığını tahmin ediyorum.
- Fatih Saraç'ın Erdoğan tarafından azarlandığı sağlık haberinden sonra köşenizde AKP'ye sağlık konusunda haksızlık ettiğinizi yazdınız, gazetenin manşetine de Sağlık Bakanlığı'nı öven bir haber yerleştirdiniz. Bu icraat size nasıl hissettirdi?
O haberin başlığı gerçekten kastını aşıyordu. Bu gazetede tam gün yasasını, üniversitelere yapılanları eleştiren onlarca yazı çıktı. Benim programlarım oldu. Ama tek bir olaydan yola çıkarak tüm sağlık sisteminin çok kötü olduğunu söylemek doğru değildi. Onu yazdım. Çünkü arkadaşlarımı kurtarmak istiyordum. Üç kişiyi işinden etmektense, benim doğru olduğuna inandığım bir yazı yazmak yeğdir.
- Tapelerde yer alan ve hükümetle aranızda gerginliğe neden olduktan sonra bazı gazetecilerin işten çıkarılmasıyla sonuçlanan sağlık haberine dair Alev Gürsoy Cimin, size şunu sordu: “Haberi yapan o isim aslında Ceyda Erenoğlu. Yani baldızınız. Ancak o haber sebebiyle üç gazeteci işten çıkarılırken bunların arasında haberi bizzat yapan baldız yok; neden?” Verdiğiniz yanıt “Ne yapayım ‘Baldızımı da kovun’ diye talimat mı verseydim?” oldu. Yanıtınızın nepotizmden herhangi bir farkı var mı? Gözünüzde bir çalışan, akrabanızdan neden daha az değerli?
Bu arkadaşlar işten çıkarılırken benim verdiğim mücadeleyi bir tek gazetenin patronu bilir. Çok uğraştım. Evet, Ceyda’yı çıkarmadılar. Belki benim baldızım olduğu için. Bunu da sordum. “Başlığın sorumluluğu muhabirde değil, editördedir” dendi. Ben de şöyle sorayım; Ceyda’yı çıkarıp diğer birini tutsalardı, gidip “Baldızımı çıkardınız, onu da çıkarın” mı demeliydim?
- Tüm bunlar olurken neden istifa etmediniz?
Yanıt vermeden önce ben de şunu sorayım; “Kim etti?” Ama merak etmeyin ben etmeye çalıştım, hem de birden çok. Ben istifa edince Turgay Bey, “Bu yola beraber çıktık” dedi ve gazeteyi kapatmaya karar verdi. 320 gazeteci ve bir o kadar destek birimlerinde çalışan arkadaşın çıkışlarını verecekti. Döndüm. Daha sonra uzlaşarak bıraktım. Turgay Bey, “Yazılarına devam etmen koşuluyla” dedi. Çünkü ne kadar üzülüp, ne kadar yıprandığımı o da görüyordu.
- Evet, Türkiye'de kimse istifa etmiyor. Ama bir yandan başlık nedeniyle editörün işten çıkarıldığını söyleyen siz diğer yandan başlık nedeniyle işten çıkarılan genel yayın yönetmeni gördünüz mü? "Vay şerefsiz" başlığı yüzünden işten çıkarılan bir yayın yönetmeni olmadı, ama Özkök'e gösterilen tepkileri eleştirirken tutarsızlığa düştüğünüzü düşünüyor musunuz? İktidarı kızdıracak başlık hatası yaparsa editör atılır, genel yayın yönetmeni durumu idare eder gibi bir vaziyet yok mu? Yangında ilk kurtarılanların muhabirler ve editörler olduğunu iddia edebilir misiniz?
Ben de bunu aynen böyle Turgay Bey’e sordum. “Herkesin kendi pozisyonuna oranla bir hata yapma deposu vardır” dedi. Tam böyle demedi de meali budur herhalde.
- Kim hakkında yanlış yaptığınız da önemli medyada değil mi? Misal, Yılmaz Özdil, Ahmet Türk'ün yumruklanmasını savunduğu zaman değil, Erdoğan'ı kızdıracak bir yazı kaleme aldığında editoryal süzgece takılıyor. Veya Oktay Ekşi, Ahmet Kaya'ya "yaratık" diye hakaret ettiğinde değil, iktidar konusunda kantarın topuzunu kaçırdığında köşesi kapatılıyor. Böyle bir medya toplum gözünde itibar kazanabilir mi?
Bu ülkede dağ bırakılmış fare ile uğraşılıyor, derdim buna karşılık. Peki milyar dolarlık yolsuzluklar ayyuka çıkmışken, sözde hassas olunan “Bakara makara” meseleleri ortalıkta dolanırken bir siyasi anlayış itibarını koruyor, hatta artırıyorsa “Siz neyle uğraşıyorsunuz” derim.
- “Persona Non Grata” açıklamanızdan bir alıntı: “Köşesini aylardır kapatmış bir gazeteci olarak asla mağdur edebiyatı yapmadım.” Bugün siyaset yazmamanız sizin tercihiniz mi? Ruşen Çakır’ın son dönemde yazmıyor olması aynı sebepten mi kaynaklanıyor?
Eğer özgürce yazamayacaksam, yazmamayı tercih etmek de benim hakkım. Ben özgürce yazacağım diye de başkasına, başkalarına bedel ödetmem. Ruşen’in niye yazmadığını bilmiyorum. Ayrıca bilsem de söylemek benim vazifem değil. Ama bugün gazeteyi hâlâ ben yönetiyor olsaydım ve Ruşen yazmıyor olsaydı, “Ruşen Çakır’a da yazdırmıyor şerefsiz” diyecekti herkes.
- “Eğer özgürce yazamayacaksam, yazmamayı tercih etmek de benim hakkım. Ben özgürce yazacağım diye de başkalarına bedel ödetmem” sözleriniz üzerine: O zaman neden hâlâ istihdam ediliyorsunuz?
Bilmem. Yanlış adrese soruyorsunuz.
YARIN: Fatih Altaylı, ne için "ayıp ettiğini" düşünüyor?
© Tüm hakları saklıdır.