Fehmi Koru*
İş dünyamızın önemli isimlerinden Bülent Eczacıbaşı bilgi ve deneyimlerini ‘İşim gücüm budur benim’ adını verdiği bir kitapta toplamış. İlk işim alıp okumak olacak. Hürriyet’ten Çınar Oskay ketumluğuyla tanınan işadamıyla kitabı üzerine konuşmuş. Her zamanki gibi ilginç bir metin çıkmış ortaya. Benim en çok ilgimi çeken ise kitapta da anlatıldığı anlaşılan bir fıkra oldu.
Fıkra ve ardından çıkartılan hisse Bülent Bey’in anlatımıyla şöyle:
‘‘1990’lı yıllarda yapılan bir toplantıda yabancı bir dostumuz bizi biraz kıran bir fıkra anlatmıştı. Londra’da bir deney yapıyorlarmış, aslanla kuzu bir arada yaşatılmaya çalışılıyormuş. Gazeteciler sormuş, nasıl gidiyor diye. Deneyi yürütenler ‘Fena gitmiyor ama ara sıra kuzuyu yenilememiz gerekiyor’ demişler. Dostumuz açıkça ‘Siz İslam’la demokrasiyi bir arada yürüttüğünüzü iddia ediyorsunuz ama sık sık darbelerle demokrasiyi kurban ediyorsunuz’ demek istiyordu.’’
Okuyunca kendi başımdan geçen bir olay zihnime hücum etti.
Aynı yıllar olmalı. 1994 hemen sonrası olduğu kesin. Yurtdışında önemli bir üniversitede hoca olan bir tanıdık aradı ve ABD’nin önemli bir vakfının düzenleyeceği tartışmalı bir toplantıya davet edildiğini, ancak eş-zamanlı başka bir etkinliğe daha önce katılma sözü verdiği için gidemeyeceğini, davet sahiplerine beni tavsiye etmeyi düşündüğünü söyledi. Ön mutabakat almak istiyordu.
Katıldım.
Bellagio Şatosu’daki tartışma
Bellagio Şatosu..
Toplantı İtalya’da, Como Gölü’ne tepeden bakan bir şatoda yapıldı. Bellagio adını taşıyan şatoyu dünyanın her tarafında satılan bir içki firmasının sahibinin eşi vakfa hediye etmiş, vakıf da, onu çok anlamlı etkinliklerde kullanmaktaymış…
Bir yandan, haftanın beş gününü kapsayan, birine benim de katıldığım toplantıları orada yaparken, bir yandan da beyni sulanmışları bile ilhama boğacak bir ortama sahip manzaralı şatoyu, herhangi bir konuda çalışan yazarların kitaplarını kaleme alacakları, ressamların eserlerini yapacakları bir mekana dönüştürmüş…
Katıldığım toplantının konusu ‘İslam ve demokrasi birbiriyle bağdaşır mı?’ idi. Toplantıyı düzenleyenler, İslam Dünyası’ndan bir grup ile ABD’den de aynı sayıda önemli medya mensubunu biraraya getirmişlerdi. Bizim grupta dünya çapında şöhrete sahip araştırmacı-yazar konumunda isimler, karşı tarafta ise Amerikan medyasının önemli isimleri yer alıyordu.
Faslı profesör Fatema Mernissi adını bilen bilir. 2015 yılında 75 yaşında vefat eden Mernissisosyologtur. O bizim gruptaydı. ‘‘Karşı grupta kim vardı?’’ diye soracakların merakını da gidereyim: New York Times gazetesinin sahibi Arthur Sulzberger ve CNN–International’in başındaki Eason Jordan en bilinen isimlerdi.
Hepimiz 16 kişiydik zaten…
Bizim toplantıda ‘kurt ile kuzu’ fıkrasını bilen yoktu, ama kurbağaların hafif ateşte nasıl kaynatıldığı hikayesi sıkça gündeme geldi. Toplantı konusunu teşkil eden ‘İslam ile demokrasi’ ilişkisinin olabilirliğine en sert itirazlar benim de içinde bulunduğum gruptan geliyordu.
İslam Dünyası’ndan katılımcılar, ‘‘Bu ikisi zinhar bir arada olabilemez’’ tezini hararetle savunuyorlardı.
Tam tersi tezi beş gün sabah öğleden sonra tartışmalarında nasıl savunmuşsam, düzenleyici kurumun temsilcisi, beni uğurlarken, o konuda söylediklerimi yazılı bir metin haline getirip kendilerine göndermem ricasında bulundu.
O metni pek çok düşünce üreten kuruluşa gönderilen dergilerinde yayınladılar.
Sulzberger Türkiye’ye geldiğinde (1996) beni ve o sırada iktidar olmuş Refah Partisi’nden bir bakanı Boğaz’da bir balık restoranında yemeğe davet edecek, toplantıda konuşulanların o siyasinin ağzından teyidini almaya da çalışacaktı.
Hiç unutmadığım bir devam olayı da, o toplantıya katılıp karşı tezi savunmuşlardan birinin, 2000’li yılların ortalarında, ABD’de katıldığım bir tartışmalı toplantının ardından yanıma gelip ‘‘Sen haklı çıktın’’ anlamına gelen birkaç cümle sarf etmesiydi.
Yine aynı dönemde, bu defa 1980’lerde fikir tartışması yaptığım biri de, Londra’daki bir toplantı sonrasında, beni evine de çağırarak, ‘‘O tartışmalar sırasında hep itiraz ettiğimihatırlayacaksın, görüşlerinde hatalı olanlar bizlermişiz’’ diyecekti.
Bülent Eczacıbaşı’na ‘fıkra’ tadını vererek ‘kurt ile kuzu’ öyküsü anlatan dostunun da sonradan ayakları suya ermiş. Çınar Oskay mülakatında o bölüm Eczacıbaşı’nın ağzından şöyle veriliyor:
‘‘Ondan sonra parlak yıllarımızda ‘Ben seni çok kırmıştım herkesin içinde. Türkiye artık hepimizin sevgilisi… Yatırım deyince Türkiye, gezmek deyince Türkiye’ dedi.’’
Şimdi ne diyordur aynı kişi acaba?
Yatırımcı yarını satın alır
Geçen gün, konuyu yakından izleyen ve bilebilecek durumdaki birinden, yabancı yatırımcıların Türkiye’ye yoğun ilgisinin dağılmaya yüz tutmasının doların TL karşısındaki değerinin arttığı şu yakınlarda olmadığını, kırılma noktasının 2013 yılı olduğunu dinledim.
’’Elinde avucunda Türkiye’den satın aldığın ne varsa satıyorsun, neden?’’ sorusunu yönelttiği yabancı dostu, kendisine şunu söylemiş:
‘‘Ben yatırımcıyım, Türkiye yukarıya doğru tırmanan bir ülke görüntüsündeyken hem hisse senedi ve tahvillerine, hem de gayrı menkullerine yatırım yaptım; şimdi bakıyorum, aşağıya doğru gitmeye başladı ve Türkiye’den elde ettiğim kârla çıkıyorum. Yatırımcı geleceği satın alır, unuttun mu?’’
Eczacıbaşı kitabında bugünler için ‘‘Türkiye hikayesini kaybetti’’ diyormuş…
Ben soranlara taraf tutmamaya çalışarak şunu söylüyorum: ‘‘Türkiye 2010’dan sonra başka bir hikaye olmaya başladı.’’
Bizde hikaye bitmez.
*Bu yazı fehmikoru.com'dan alınmıştır.