06 Kasım 2018 03:00
Titreyen elleriyle savcılığa bir dilekçe daha yazdı:
“Psikolojim bozuldu, sağlığım kötüye gidiyor. Ben ve geniş ailem, böyle yüz kızartıcı ve aşağılayıcı bir suçun yükünü çekememekte ve ezilmekteyiz.”
Tahliyesini istediği her dilekçede biraz daha yıkılmış hissediyordu.
Karar verdi, intihar edecekti.
Edecekti ama beş vakit namazında bir insan nasıl intihar ederdi, günahların en büyüğüydü, biliyordu.
Koğuşa gelen imama sordu bir gün, “Kader midir intihar?”
Direncinin son damlalarını da kendisiyle birlikte tutuklanan rektör için Ankara’dan Van’a çıkarma yapan YÖK Başkanı ve rektörlerin hiçbirinden “merhaba” alamayınca kaybetti.
1947’de 8 çocuklu bir ailede doğan, henüz 2 yaşında babasını yitiren, İskele Mahallesi’nden Van’a süt taşıyarak okuyan, iki çocuğunu öğretmen eşiyle birlikte okutup, emekliliğe hazırlanan ailesinin gururu Enver Arpalı, 13 Kasım 2005’te, nedense koğuşuna sokmasına göz yumulan, banyodaki iki boru arasına gerdiği çamaşır ipiyle yaşamına son verdi.
Arpalı, Van’a üniversite kurulduğunda, “gel, ihtiyaç var” çağrısı üzerine işini gücünü bırakıp gitmişti. Üniversitenin Genel Sekreter Yardımcısı oldu.
Aynı dönemde Van’a, sonradan bütün Türkiye’nin tanıdığı bir savcı geldi; Ferhat Sarıkaya.
Aylar sonra, Haziran 2005’te savcılığa isimsiz bir ihbar mektubu ulaştı.
İddiaya göre, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Tıp Fakültesi’ne tıbbi malzeme alımı sırasında 25 milyon dolarlık usulsüzlük yapılmıştı.
Ne hikmetse, soruşturma için YÖK’ten izin alması gereken savcılık, “görevsizlik” kararıyla, ihbarı Özel Yetkili Başsavcı Vekilliği’ne gönderdi. Dosya Sarıkaya’ya verildi. Sarıkaya, “çete suçu söz konusu değil” itirazlarına rağmen, YÖK’ten izin alma engelini aşmak için “çete” suçundan işlem yaptı. Dönemin Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın ile daha 4-5 aydır o koltuğa oturmuş olan Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpalı’nın da aralarında olduğu yöneticileri savcılığa çağırdı.
Arpalı, dosya savcılığa ilk geldiğinde ifade vermişti. İkinci kez çağrıldığında Ankara’da oğlunun düğünündeydi. Avukatları rahat olmasını söyledi. Rahat biçimde gittiği adliyeden kardeşlerine telefon etti:
“Beni tutukluyorlar.”
Sonrasında, öyle sadece cemaat medyasıyla sınırlı değil, dört bir yanda aynı kalemden çıkma manşetler atıldı:
“Hırsız yakalandı.”
“Sen bize yardımcı ol biz sana” mesajlarına kulak asmayan, kardeşiyle her konuşmada hüngür hüngür ağlayan dağ gibi bir adam, 4,5 ayda yavaş yavaş eridi.
13 Kasım 2005’te de, ne zamandır intiharının şeklini hesap ettiği defterdeki gibi yaşamına son verdi.
Aylarca tutuklu kalmış, iddianame beklemişti.
Kardeşi Dursun Arpalı ağabeyinin demir parmaklıklar arasından cansız çıkarılan bedeni için bağırıyordu cezaevinin önünde:
“Ağabeyim bugün tahliye oldu, mutlu musunuz?”
Sarıkaya ise Rektör Aşkın için 3 bin yıla yakın hapis cezası istiyordu Arpalı’nın ölümünden sadece üç gün sonra tamamladığı iddianamede.
Arpalı öldü, aynı koğuşta kalp krizi geçiren ve hastanede mahkûm koğuşuna sokulan Aşkın’a iki stent takıldı.
Rektör, Sarıkaya tarafından yolsuzlukla, tarihi eser kaçakçılığıyla ve hatta PKK’ya destekle suçlanıyordu ayrı dosyalarda.
Ana dava Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeydi. Bu mahkemeyi de sonradan herkes tanıyacaktı.
İlk duruşmada, Aşkın’ın tahliyesini savunan yargıç Ferhat Erbaş "taraflı" denilerek heyetten çıkarıldı. Bu duruşmadan sadece 15 gün sonra, 29 Aralık’ta ise, tepkilerin de etkisiyle Aşkın tahliye edildi. Haberi aldığında hastanedeydi.
Yargılama ise sürecekti. HSYK’nın Şemdinli dosyası nedeniyle Van’a müdahale etmesinin sonucu olarak, dava başladıktan 33 ay sonra sonra, “çete suçu yok” denilerek dosya özel yetkili mahkemeden Van 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi.
Mahkeme, yargılama izni için YÖK’e başvurdu. Ve 13 yıl sonra, 5 Haziran 2018'de, aralarında Prof. Yücel Aşkın ve Prof. Ayşe Yüksel'in de bulunduğu üniversite mensupları tüm suçlardan -oybirliğiyle- beraat etti. Ama olan olmuştu.
Aşkın rektörlükten alınmış, Arpalı ölmüş, üniversite ele geçirilmişti.
Türkiye, cemaatin ustalıkla uyguladığı, vaktiyle hükümetin de net biçimde desteklediği, "vesayetle mücadele" adı altında uygulanan bu yöntemin nelere mal olacağını daha sonra görecekti.
Van’da bunlar yaşanırken, yanı başındaki Hakkari Şemdinli’deki Umut Kitabevi’nde 9 Kasım 2005’te bir el bombası patladı.
19 yaşındaki Zahir Korkmaz öldü, hedefteki isim olan Seferi Yılmaz kurtuldu.
Ancak bombayı atanlar kaçarlarken bir aksilik oldu. Esnaf bir anda etraflarını sardı ve araçlarına binmeden iki astsubay ve bir PKK itirafçısını yakaladı.
Arabalarından şunlar çıktı:
Şemdinli Savcısı, fezlekesini hazırlayacaktı ki devreye Van Başsavcılığı girdi.
Görevlendirilen savcı, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi davasından tanınan Ferhat Sarıkaya'ydı.
Şemdinli Savcısı’nın fezlekesiyle belki de ilk kez bu tip bir eylemle ilgili karanlık noktalar açığa çıkartılabilecekti.
Ancak Sarıkaya’nın devreye girmesiyle dosyanın kapsamı bütünüyle değişti.
Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı olan ve bir süre sonra Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna oturan Yaşar Büyükanıt’ın, yakalanan astsubaylardan biri için “Tanırım iyi çocuktur” ifadesinde bulunması Sarıkaya’nın elini güçlendirdi.
Büyükanıt için belki “yargıya müdahale”, “suçluyu övme” gibi bir nedenle soruşturma açılacakken, Sarıkaya dosyayı boyutlandırdı. Eylemin, "Genelkurmay’ın onayı ve planlamasıyla yapıldığı" iddiasına uzanan bir soruşturma yürütmeye başladı. Farklı olaylar birleştirildi ve siyasi söylem de içeren bir iddianame hazırlandı.
Sarıkaya’ya göre "örgütlü bir suç" vardı ve lideri de Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’tı.
İddianameyle birlikte ortalık birbirine girmiş, HSYK da hemen soruşturma açmıştı, ama ok yaydan çıkmıştı.
Yücel Aşkın davasında etkili karar alamayan HSYK, bu kez ağırlıklı olarak "askeri" olan tepkinin boyutu nedeniyle farklı davrandı ve Sarıkaya’yı 20 Nisan 2006’da meslekten ihraç etti. Sarıkaya, telefonlarını kapattı ve uzun bir sessizliğe gömüldü. Bu sessizlik tam dört yıl sürecekti.
Çukurambar, AKP’nin iktidar olduğu 2002’de yeni yeni imara açılan, Eskişehir yolunun kenarında, ağırlıklı olarak gecekonduların bulunduğu bir Ankara semtiydi.
16 yıllık AKP iktidarında Çukurambar durmadan gelişti. Nargile kafelerden, kitapçılara, alkolsüz restoranlardan semtte oturan AKP’li isimlere kadar uzanan bir dizi gösterge Çukurambar’ın yeni dönemin sembol semti olduğunu işaret ediyordu.
Dört yıl boyunca ortadan kaybolan Sarıkaya’nın Çukurambar’da yaşadığı bir gazetenin manşetiyle ortaya çıktı. Üç çocuğu ve eşiyle burada yaşıyor ve ayda 1200 lira kira veriyordu. Sarıkaya, üyesi olduğu AKP’den Keçiören Belediye Başkanlığı için aday adayı olan, Hukuk ve Hayat Derneği’nin yönetimindeki Murat Ataç adlı avukatın yanında çalışıyordu.
Ertesi gün haberciler Sarıkaya için o apartmanın kapısındaydı. Saatler sonra ortaya çıkan Sarıkaya, ihracını yazan yargı muhabirlerine de sitem ederek, ilk kez konuştu.
“Hep Ankara'daydım. Eryaman'da, Sincan'da kaldım. Şimdi de Çukurambar'da kalıyorum. Çocuklarım okula gidiyor. Ne ABD’ye ne Bosna’ya gittim. Pasaportum bile yok. Kimseyle bağlantım yok. Fethullah Gülen için de söylendi. Tanımıyorum bile kendisini. Televizyon bile izlemiyorum. İddianamede usuli yanlışlıklar olabilir. Ama onlar bu sonucu doğurmamalıydı. Geçmişe büyük bir sünger çektim. Sadece savcılık görevimi yaptım. Gizemli bir şekilde yaşamıyorum.”
Oysa Sarıkaya’nın yaşamı baştan aşağıya gizemdi.
2010’da ortaya çıktıktan bir süre sonra 12 Eylül referandumuyla HSYK’nın yapısı değişti.
Yeni HSYK 4 Mayıs 2011’de Sarıkaya hakkındaki ihraç kararını kaldırdı. "İtibarı" iade edilen Sarıkaya’nın ilk açıklaması, “Kaldığım yerden devam edeceğim. Hak, adalet yerini buldu. O dönem birçok komutana tazminat ödemek zorunda kalmıştım. Bunların geri ödenmesini isteyeceğim" oldu. Şemdinli iddianamesinde yer verdiği, Büyükanıt dışındaki 4 komutana 5'er bin TL tazminat ödemeye mahkûm edilmişti.
Yeni HSYK, ihraç kararını geri almakla kalmadı, yeniden savcı olarak atadığı Sarıkaya’ya hangi kentte çalışmak istediğini de sordu. Artık Ankara Cumhuriyet Savcısı’ydı.
Ortalıkta olmadığı dönemde, 2007’de Büyükanıt tarafından e-muhtıra verilmiş, 2008’de AKP’nin kapatılması istemiyle dava açılmış ve Anayasa Mahkemesi’nce reddedilmiş, hemen ardından Ergenekon soruşturması başlamıştı.
Sarıkaya göreve yeniden başladığında yükselen yıldız artık Zekeriya Öz ve arkadaşlarıydı. Omuzlarındaki yük eskisi kadar ağır değildi. O, cemaatin yargıdaki örgütlenmesini ortaya koyan operasyonların yolu açan kahraman savcıydı!
Dört yıllık maaşını toplu aldı, tazminatları geri kazandı, babalarının mağdur ettiği çocukları iyi okullara gitmeye başladı.
Cemaatin hâkim ve savcılarının, Adalet Bakanlığı’nın tam desteğiyle esip gürlediği günlerde Sarıkaya huzurlu ve sakindi. Ve aynı günlerde üzerinde bile durmadığı olay nedeniyle bir nefret suçu da işlendi. Mühim değildi, olurdu bunlar, insanların hayatının üzerinden böyle geçilebilirdi!
Gazeteci İsmail Saymaz’ın ortaya çıkardığı hikâyenin yargı ayağındaki başrolünde yine Sarıkaya vardı.
Trajik hikâye, emekli albay bir babanın oğlu olan Umut Göktuğ ve Ramazan Kalkan’ın aşkıyla başladı. 20 yaşındaki Umut ve 36 yaşındaki Ramazan, Ekim 2012’de birlikte ev tuttu. Bir süre sonra Umut’un emekli albay babası ilişkiyi öğrendi ve oğluna silah çekti. Oğlunu önce eve hapsetti, sonra amcasının yanına Amasya’ya gönderdi. Amcasının da ölümle tehdit ettiği Umut, kaçmayı başardı, Ramazan’ı buldu. Ramazan da ölümle tehdit edilmişti.
Ocak 2013’te savcılığa başvurdular. Umut için "ailesinden korunması" kararı çıktı, çağrılı koruma verildi. 23 Şubat 2013’te ev sahipleri, apartmanın önünde Umut’un akrabalarının olduğunu haber verdi. Ramazan ve Umut polisi aradı. Bir süre sonra polisin geldiğini düşünerek eve gittiler. Kapıda bekleyen Umut’un babası ile akrabaları, Ramazan ve Umut'u darp etti. Ramazan’a silah çekilirken Umut kaçırıldı. Ramazan hemen polise gitti. Polisin aradığı nöbetçi savcı Ferhat Sarıkaya’ydı. Yanıtı da beklendiği gibiydi:
“Ailenin kendi çocuğu, biz ne yapabiliriz!”
Umut aranmadı, kaçıranlar yakalanmadı. Ramazan ve Umut bir daha kavuşamadı. Ramazan, seks işçiliği ile yaşamını sürdürmeye başladı, adını Figen olarak değiştirdi. Mersin’e yerleşti. Önce annesini kaybetti, sonra Soma’daki maden kazasında kardeşini. 24 Ağustos 2014 gecesi Mersin’de, sahile yürüyüp kendisini denize bıraktı.
Mühim devlet meseleleri varken bunlar çok konuşulmaz! Konuşulmadı da.
Sarıkaya için huzurlu günler 17/25 Aralık operasyonu ile bitti. Mağdurların milyon kez şikâyetçi olduğu cemaat savcıları için artık çember daralmıştı. Sarıkaya, artık kahraman olarak anılmıyordu. Hayat değişmişti. Buna rağmen sessizce kenarda bekledi. Ne de olsa Ergenekon, Balyoz gibi artık "cemaat kumpası"yla anılan davaların süreçlerini sessiz geçirmişti.
O süreci de atlattı ama 15 Temmuz darbe girişiminden sonra iş tamamen değişti. Artık sessizlik kurtaramazdı kendisini.
İtirafçı oldu. Hayatının şimdilik bilinen en gerçek hikâyesini de orada anlattı.
İtiraflarına göre; "2005’te Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olan İlhan Kaya, Şemdinli dosyasında ağabeyliğini yapmıştı. Büyükanıt’ın darbe planladığını söylemişti ve bundan etkilenmişti, aslında cemaatçi değildi."
"Kendisinden Büyükanıt’ı işin içine katması istenmişti. Şimdi anlıyordu ki cemaat TSK’da örgütlenmek için kendisini kullanmıştı.
İddianamedeki sıkıntılı bölümleri kendisi yazmamıştı. KOM Şube Müdürü Mustafa Uçkan, flash bellekle getirmişti ve o da kopyalayıp iddianameye yapıştırmıştı. Komutanlarla ilgili bölümleri de İlhan Kaya eklemişti. Zaten kendisini soruşturan müfettişler de Gülenciydi. Şimdi anlıyordu."
Sarıkaya, itiraf ediyordu ki; İlhan Kaya, ihraçtan sonra bütün ihtiyaçlarının karşılanacağını söylemişti. "Hocaefendinin, 'böyle bir kahraman çıkmış. Kendisine ve ailesine ölünceye kadar bakılacak, bu da vasiteyimdir dediğini" ifade etmişti.
Hâkim Burhan Yaz, yurtdışına gitmesi gerektiğini söylemiş, 20 bin lira vermişti. 2007’de Güney Afrika’ya gitmiş, çocuklarını okula yazdırmıştı. 1 yıl sonra Ankara’ya döndüklerinde Gazi Üniversitesi’nden Mehmet Saltan kendisini karşılamıştı. Sürekli telefon değiştiriyordu. Bir hakim maaşı kadar maaş alıyordu. 2008’de Bosna’ya gitti. Saltan, o zaman HSYK’nın yapısının değişeceğini söylüyordu. Haziran 2009’a kadar Bosna’da kalıp Türkiye’ye dönmüştü. Avukat Murat Ataç’ın yanında çalışmış gibi gösterilmiş, yurtdışına çıkış kayıtları silinmişti. Referandumdan sonra HSYK’dan İbrahim Okur, nereye atanmak istediğini sormuştu.
Yine itiraf ediyordu ki; mesleğe kabulünden sonra para yardımı sürmüştü. "Dini yapı" olarak gördüğü FETÖ ile ilişkisini 17/25 Aralık sonrası kesmişti. "Aslında Yeni Nesil grubundandı, cemaat ile ilgisi yoktu. Buna rağmen Bosna’ya gitmeden önce Saltan’ın isteğiyle eşi başını açmıştı…"
Bu itiraflara rağmen Sarıkaya meslekten ihraç edilmedi. Eleştiriler üzerine bir süre sonra açığa alındı, ancak hakkında idari soruşturma açılması dışında yasal işlem yapılmadı.
Ancak itirafları Şemdinli dosyasını etkiledi. Suçüstü yakalandıkları için 39 yıl ceza alan iki astsubay ile itirafçı, yeniden yargılanmaya başlandı ve tahliye edildi.
Ve HSK, 1 Kasım’da Sarıkaya’yı sürpriz biçimde meslekten ihraç etti. Hemen ardından da gözaltı kararı geldi.
Sarıkaya halen gözaltında. Ve ismi, 2005’ten bu yana, kimi zaman yaptığı işlemler, kimi zaman ortadan kaybolmasıyla aldı müstesna yerini tarihin karanlık sayfalarında.
Varlığını borçlu olduğu ve talimatlarını kutsal saydığı cemaatin emriyle mi konuştu, yoksa sadece korktu mu, bu bile henüz belli değil.
Ancak kesin olan, özgürlükleri çalınanlar, hayatları mahvolanlar da bir yana Enver Arpalı’nın Ramazan Kalkan’ın ve Zahir Korkmaz’ın artık yaşamadığı...
© Tüm hakları saklıdır.