21 Eylül 2019 10:25
Halkların Demokratik Partisi (HDP) önceki dönem Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın başlattığı yeni soruşturma kapsamında Sulh Ceza Hakimliği'nde ifade verdi. Demirtaş ve Yüksekdağ'ın tutuklu bulundukları cezaevlerinden SEGBİS aracılığıyla bağlandıkları duruşmada mahkeme heyeti, Demirtaş ve Yüksekdağ'ın tutuklu yargılanması kararı verdi.
Hakkında verilen tutuklama kararı öncesinde avukatları aracılığıyla Evrensel'den Meltem Akyol'un sorularını yanıtlayan Yüksekdağ, hapishanelerdeki siyasi tutsakların tahliyesinin, ülkedeki politik özgürlük ikliminin gelişmesiyle doğru orantılı olduğunu ifade etti. "Hukuk sistemi ve yargı mekanizmasının iktidar sultasından kurtarılması gerekiyor" diyen Yüksekdağ, "Bunun yolu; demokratik hukuk sistemi ve yargıda, yaşamda, adalet mücadelesinin birleşik biçimde ivmelendirilmesinden geçiyor" diye konuştu.
Selahattin Demirtaş ve Cumhuriyet gazetesi yazarları hakkında verilen tahliye kararlarının gecikmiş ancak olumlu gelişmeler olarak değerlendiren Yüksekdağ, verdiği röportajda, yargı süreçlerinin siyasi karakteri ve iktidarın açık müdahalelerinin bu gelişmelerin genelleşeceğine dair ümitvar olmalarını engellediğini belirtmişti. Nitekim Yüksekdağ ve Demirtaş, yeni bir soruşturmanın neticesinde haklarında tekrar tutuklama kararı çıktı.
31 Mart yerel seçimleri geride kaldı. Bu süreçte İstanbul seçimi yenilendi, üç büyükşehire kayyum atandı. Siz seçim sonuçlarını ve hemen arkasından yaşanan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Son yerel seçimler esas olarak tabandan gelişen demokratik eğilim ve arayışların damgasını vurduğu bir başarı eşiği oldu. Bilhassa da tek adam rejimine ve yaşamın her alanını çekilmez kılan baskıcı faşist politikalara karşı birleşik hareket etme, hak, adalet, vicdan müştereklerinde buluşma çizgisini güçlendirdi. Bana göre sözünü ettiğimiz sürecin, bugüne ve geleceğe yön veren en önemli kazanımı budur. Bu kazanımın en zayıf ve güçlendirilmesi gereken halkası, HDP belediyelerine yönelik kayyum saldırıları karşısında da birleşik demokratik tepki hareketi geliştirilmesi ihtiyacıdır. Seçimlerden çıkan meşru sonuçlara sahip çıkmamak ya da çıkamamak, toplamdaki kazanımı da tahrip eder. AKP-MHP koalisyonunun seçim sonuçlarına dönük gayrimeşru siyasi operasyonlarına net olarak karşı durmak, demokrasi ortak paydasında birleşik mücadele yürütmek bugün çok hayati.
AKP’nin, üstelik MHP’nin, derin devlet güçlerinin desteğine ve sınırsız devlet gücüne rağmen ikinci kez demokratik yolla iktidardan düşürülmesine karşın, bu kadar yenik ama fütursuz ve saldırgan davranmasının ana nedeni ne yazık ki Türkiye’deki muhalefet yetmezliğidir. İktidar, sahibine kaçınılmaz olarak en zayıf olduğu dönemde bile bir cesaret verir; önemli olan muhalefetin cesur olmasıdır.
Erken seçim tartışması da yapılıyor...
Eğer Türkiye’deki 31 Mart-23 Haziran süreci demokratik ya da sandık iradesine bağlı bir ülkede yaşansaydı, kimseye kalmadan, desteğini yitiren iktidar seçim çağrısı yapardı. Olmadı, muhalefet ve kamuoyu bu sürecin önünü açardı. Bizde ise bugün olduğu gibi kulis bilgisi, politik dedikodu düzleminde tartışılabiliyor. Bizim için önemli olan her durumda seçime hazır olmaktır. İktidar her zamanki gibi kendi belirlediği şartlarda seçime gitmek istiyor. Bunun için de 31 Mart sürecinde muhalefetin, esas olarak da toplumun dövdüğü demiri soğutmanın peşinde. Elbette buna izin verilmemeli. Tabandan gelişen demokrasi arayış ve iradesini, merkez siyasette statükoyu ve düğümlenmeyi değiştirecek bir aşamaya taşımak gerekiyor. İktidarın sandıkları anlamsızlaştıran, tercihleri hiçleştiren faşizan hegemonyası elbette tek başına erken seçimlerle kırılamaz. Güçlü bir demokratik halk bilincinin, hareketinin mutlaka buna eşlik etmesi, bugünün en somut ihtiyacıdır.
Son zamanlarda AKP’nin gerilediğine ilişkin değerlendirmeler yapılıyor, anketler açıklanıyor... Siz AKP’deki gerilemeyi ne ile açıklıyorsunuz?
Çıplak zor ve baskı politikalarıyla, yasama, yürütme, yargı ve medya organları üzerinde kurduğu tahakkümle ömür sürdüren bir iktidardır AKP. Ağır yenilgi aldığı seçim sonuçlarını bir tarafa bırakalım, son kamuoyu yoklamaları sadece AKP’ye değil, Erdoğan’a verilen desteğin de dramatik biçimde düştüğünü gösteriyor.
Saray iktidarının 2015 7 Haziran seçimleri sürecinde başlattığı Kürt sorununda çözüm masasını devirme, savaş, gerilim, kutuplaştırma, darbe, OHAL çizgisinin doğal sonucu burasıdır. Evet, bu çizgi iktidarın ömrünü zoraki de olsa uzattı ama muhalefetin alanını da genişletti; dahası artık zorla rıza üretme taktiğinin sonuna gelindi. Korku kaleleri eskisi gibi iş görmüyor. Dün toplumun büyük bir kesimi AKP ve Erdoğan’ı bir istikrar ve güvence unsuru olarak görüyordu; bugün doğrudan istikrarsızlığın, kriz ve kaosun müsebbibi olarak görülüyor. AKP durmadan “Ben olmazsam kriz olur, kaos olur” propagandasıyla oy aldı ama toplum artık AKP olduğu için kriz ve kaosun bitmediğini biliyor. Bugün bir yandan sermayenin, bir yandan savaşın önünü sınırsızca açarak kendi yarattıkları krizden çıkmaya çalışıyorlar. Ne var ki nafile çırpınışlar olduğunu görmek zor değil. Aslında toplumsal muhalefet ve kadın, emek, barış dinamiklerinin çok ağır baskı altında da olsa mücadeleyi yükselttiği her anda, AKP’nin ne kadar geriye savrulduğu, ne kadar yönetme dayanağından yoksun olduğu açığa çıkıyor. Sanırım önemli olan bu mücadele anlarını ve olanaklarını büyütmek.
Bu arada AKP’den ayrılan Babacan ve Davutoğlu’nun kuracağı yeni partilerle ilgili tartışmalar da sürüyor, nasıl yorumluyorsunuz?
Yeni bir şey göremiyorum. En dikkat çeken yanı, 18 yıldır iktidarda olan AKP açısından bir nirengi noktası olması. Yeni parti girişimleri AKP’nin sondan bir önceki yolu. Şimdiden yeni parti girişimleri karşısında ciddi zorlandığı, başka taktik arayışlara girdiğini görüyoruz. HDP’yi dışta tutup Saray etrafında bir uzlaşma görüntüsü yaratarak ya da savaş, yayılma politikalarıyla Erdoğan etrafında bir konsolidasyon yaratarak inisiyatif kazanmaya çalışıyorlar. En son Bahçeli’nin “Erdoğan düşerse Türkiye düşer” lafı, AKP ve ortaklarının ne kadar içler acısı bir noktaya geldiklerini gösteriyor.
Muhalefet ve halkın beklentileri açısından ise yeni parti oluşumlarının umut ve gelecek vadetmediğini görmek için çok bakmaya gerek yok. Babacan’a bakınca daha çok vahşi piyasa kurallarını, Davutoğlu’na bakınca 7 Haziran-1 Kasım arasında yaşananları söylemekten ve kendi sorumluluğunu üstlenmekten uzak birilerini görüyoruz. Aslında bu dönemde merkez siyasetteki yeni oluşumlardan çok, taban ve yerel siyasetteki yeni oluşumlara dikkat kesilmek en doğrusu.
İktidarın ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ dediği başkanlık sisteminde bir yıl geride kaldı. Seçimlerin hemen ardından “Partili cumhurbaşkanı oy mu kaybettirdi” vs. soruları eşliğinde revizyon tartışmaları başladı. Bir yandan da parlamenter sisteme dönüş önerileri yapılıyor. Sizin öneriniz nedir?
Açık ki Türkiye’de başkanlık rejimi ya da hakim tanımlamayla partili cumhurbaşkanlığı modeli tutmadı. Zaten bir zorlamaydı; sistem en fazlasından yarı yarıya bir kabul oranıyla topluma dayatıldı. Sonucu Türkiye’nin ortadan ikiye bölünmesi, memleketin yarısını düşman bilmesi ve son iki yıldır yarattığı bu kutuplaşma üzerinden iktidarını sürdürmesiydi. Son dönemde bu denge çok belirgin biçimde başkan-tek adam yönetimi istemeyenlerin lehine bozuldu. Toplum referandumdan bu yana bulduğu her fırsatta ve gittikçe büyüyen bir oranda bunu söylüyor. Kendi deneyimleriyle egemen sistemin yargıdan medyaya, ekonomiden kültüre, temel politik haklardan günlük yaşamını sürdürme hakkına kadar çok geniş bir yaşam alanını kötürümleştirdiğini, dahası bir dizi olumlu birikimi de yok ettiğini gördü. Sistem dayatması, politik bir kriz yaratmanın ötesinde, ciddi bir toplumsal, sosyal bir krizin eşiğine getirmiştir Türkiye’yi.
Hal böyle olunca revizyon, restorasyon gibi yöntem ve söylemlerle, oluşan bataktan çıkılamaz. Her zaman söylediğimiz için hapse atıldığımız, hukuk ve ahlak dışı saldırılara uğradığımız bir gerçeği yeniden ifade etmekte fayda var: Devrimci demokratik politik anlayışa dayanan, köklü, kapsayıcı ve halk iradesinin, emeğin, kadının, doğanın, özgürlüklerin, adaletin eksen alındığı bir değişime ihtiyaç var.
Bugün demokratik düşünce ve iş birliğine dayanan, gücünü halkların, kadınların, emekçilerin hareketinden ve taleplerinden alan yeni demokratik bir anayasanın yapılması süreci elbette çok önemlidir. Tabii öncelikli olan, politik özgürlükler ve demokratik siyaset alanında yaratılan ağır tahribatı gidermek, hak mücadelesini ve demokratik direniş tavrını, anayasal bir yenilenmeye zemin oluşturacak kadar büyütmektir.
Bu arada alternatif olarak parlamenter sistemi de aşan model seçenekleri olduğunu da unutmamalıyız. Mesela bugün Türkiye’de yeniden parlamenter modele dönülse bile bu eskisi gibi olamaz. Artık bu merkezi temsil yapısının da değişmesi, güçlendirilmesi gerekiyor. Kapsamlı bir konu; ama özetle, artık nispi temsil sisteminin dünyadaki birçok ülkeye geldiği gibi Türkiye’ye de dar geldiğini, bugün doğrudan demokrasinin ve temsilin bir ifadesi olarak yerinden yönetim ve özerklik modellerini ciddi olarak önümüze koymamız gerektiğini ifade edeyim.
HDP Diyarbakır il binası önünde oturma eylemi yapan anneler, evlatlarını istiyor...
Siyasi iktidar ve ittifak içinde olduğu güçler, HDP’yi tasfiye çabasından ve bu yönlü operasyonlardan hiç vazgeçmedi. Üç büyükşehire atanan kayyumlar bunun uzantısı. 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinde benimsenen taktiğin intikamını alıyor. Yani bir boyutuyla da HDP’nin AKP’ye kaybettirme politikasının cezalandırılması anlamına geliyor. Memlekette az buçuk demokratik kazanım yaşanmasının ardından, iktidar bunu boşa düşürmek için HDP’ye ve muhalif halk hareketine ağır saldırılar düzenlemeyi adet haline getirdi zaten.
Diğer yandan AKP-MHP ittifakı kendi varlığını HDP ve Kürt halk hareketinin demokratik kazanımlarının yok edilmesinde görüyor. Kayyum politikasıyla önce Türkiye’yi ikiye böldüler, şimdi de adeta sömürge valisi atama yöntemiyle yöneteceklerini sanıyorlar. Bu kendini ve aklını kaybetmişlik halinden bir çözüm tavrı çıkmayacağı ortada. Aksine çözüm beklenti ve çağrılarını da boşa düşürmeyi hedefleyen tavır hakim.
Halk iradesine açıktan ve meşru dayanaktan yoksun olarak el konulması sonrası oluşan kamuoyu tepkisini etkisizleştirmek, kendi suçlarının üzerini örtmek için HDP il binası önünde çocuklarını isteyen annelerin-ailelerin tutumu demokratik siyasete yönelik bir linç saldırısına dönüştürüldü. Sayısız saldırıya, katliama, tutuklama operasyonuna uğrayan, binlerce çalışanı ya hapiste ya da ağır şiddet ve baskı altında olan partimiz hedef haline getirildi. Yaşanan ölümlerin, kayıpların, anaların gözyaşlarının vebalini üstlenmeyen, kendisi dışında herkese çamur atarak kurtulmaya çalışan kirli bir zihniyetle yüz yüzeyiz. Çatışmasızlık ve siyasi barış için birlikte sorumluluk üstlenerek Diyarbakır’daki annelerin, oturacak bir yeri, sarılacak bir mezartaşı olmayan Cumartesi Anneleri’nin, adalet diye diye can veren Roboskî annelerinin ve daha nicelerinin acısını dindirmek varken, bu derin yarayı HDP’yi taşlamak, tecrit ve tasfiye etmek için kullanıyorlar. Bu akla da vicdana da sığmaz. HDP anaların gözyaşına, feryadına son vermek için birçok kez sorumluluk üstlendi. İktidarın da toplumun akıl ve vicdanına saygısızlık etmekten vazgeçmesi, HDP’ye yönelik yalan, manipülasyon taktiklerinin illa ki o akıl ve vicdanın duvarına çarpacağını unutmaması gerekiyor.
Bugün kamuoyunun dikkatinden kaçırılmaya çalışılan en önemli gündem, Türkiye’de ve bölgede barış, demokratik istikrar çizgisinin etkin kılınmasıdır. Suriye stratejisi çöken, savaş, yayılma ve Kürt karşıtlığı politikasının sonuna gelen iktidar güçleri, bunun acısını Türkiye’de seçilmiş halk temsilcilerini görevden alarak, HDP’nin varlık ve meşruiyetine operasyon yaparak çıkarmaya çalışıyor. Ama bu yönelim de halkın bilincinde ve ahlakında, hakikatin aynasında cevabını bulacaktır.
Çözüm nedir peki?
Ülkenin bugün en fazla ihtiyaç duyduğu gelişme yeni bir çözüm sürecidir. Bu gerçek her gün yeniden doğrulanıyor ve kendini dayatıyor. Bugün yaşanan ekonomik, siyasal krizin, bölgesel ve dünyasal düzeydeki stratejik kırılma ve çıkışsızlığın temel nedeni Kürt sorunundaki çözümsüzlük, 2013-15 arasındaki barış ve müzakere sürecinden dönülmüş olmasıdır.
Sayın Öcalan’ın mesajı ve açlık grevlerinin ardından İmralı’daki katı tecridin kırılmış olması, tabii ki yeni bir çözüm sürecine dair umut ve beklentileri artırdı.
Kısa vadede bir çözüm sürecinin başlamayacağı zaten konunun temel muhatapları tarafından ifade edildi. Çözümün önündeki temel engel olan iktidarın tavrı değişmediği müddetçe orta vadede de mümkün olmaz. Ama Türkiye’nin artık kaybedecek zamanı kalmadı. İktidar halklarımızı çok büyük bir savaş, yıkım ve yok oluş mecrasına sürüklüyor. Düşünün, bu ülkede emeklilik hakkını, insanca yaşanacak ücret hakkını isteyen işçiye, emekçiye “Siz bir kurşunun kaç para olduğunu biliyor musunuz” diye soran bir cumhurbaşkanından bahsediyoruz. Bugün esas olarak çözümün önündeki siyasi engelleri kaldırmamız gerekiyor anlayacağınız. Yoksa tırmandırılan bütün nefrete, ırkçılığa, yaşanan ağır kayıplara rağmen halklarımız yeni bir sürece hazır ve en karşı pozisyonda olanlar bile mevcut durumun sürdürülemezliğini görüyor.
Yerel seçimler sonrası CHP’den İstanbul İl Başkanı Kaftancıoğlu ve “Bu yan yana durabilme hali, elbette Kürt sorunu gibi birçok sorunun çözümüne de vesile olacaktır” demişti. Önceki deneyimi de düşündüğümüzde nerelerde hata yapıldı, yeni bir süreç nasıl olur?
Kaftancıoğlu’nun da doğru biçimde ifade ettiği gibi artık, demokratik ve yaşanabilir bir Türkiye için hayati olan Kürt sorununun çözümü hedefiyle geniş ittifak ruhunun harekete geçmesi gerekir. Seçimler ve sandıklar etrafındaki ittifakın hayatın bütünüyle, temenni ve vaatlerin pratikle sınandığı böylesi önemli bir dönemde, siyasi iddiası olanların, siyasi sorumluluk üstlenmekten sakınmaması da çok önemlidir.
Bizleri ve milyonları son süreçte aynı ya da yakın kulvarlarda buluşturan, demokrasi isteği olduğu kadar adalet duygusuydu. Herkes için demokrasi, herkes için adalet yani. Bu nedenle de herkesin Saray’da Erdoğan’ın belediye başkanlarını topladığı fotoğrafa iyi bakması gerekiyor. O fotoğrafta HDP’nin üç seçilmiş büyükşehir belediye eş başkanlarının yerine kayyumlar oturuyordu. Mazbatası gasbedilen altı ilçe belediye başkanını, son dönemde sorgusuz-sualsiz görevden alınan belediye başkanlarını yaygın kamuoyu görmüyor bile. Velhasıl bu adaletsizlik, haksızlık tablosuna müdahale edilemediği, hak yerini bulmadığı ve HDP’ye dönük saldırı ve tasfiye politikalarına karşı ortak bir tutum alınmadığı durumda, demokrasi ittifakının gelişmesi de anlam ve karşılığını bulması da mümkün değil.
Çok sayıda siyasetçi, gazeteci tutuklu. Siz bu siyasi iklimin nasıl değişeceğini düşünüyorsunuz? Tahliyenize dönük bir beklenti var mı?
Hapishanelerdeki siyasi tutsakların tahliyesi, ülkedeki politik özgürlük ikliminin gelişmesiyle doğru orantılı. Bizler içerideyiz, tutukluyuz ama dışarıda da en ufak itirazı olan birçok insan bıçak sırtında, bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda yaşıyor. Binlerce siyasi tutuklunun, düşünce ve ifade özgürlüğünü çiğneyen yasalar, yargılamalar sonucu hapsedildiği gerçeğini dikkate alırsak, önce hukuk sistemi ve yargı mekanizmasının iktidar sultasından kurtarılması gerekiyor. Bunun yolu; demokratik hukuk sistemi ve yargıda, yaşamda, adalet mücadelesinin birleşik biçimde ivmelendirilmesinden geçiyor.
Bu nedenle bizlerin tahliye olması lokal, konjonktürel gelişmelerin ötesinde, total bir gelişmenin sonucu olursa, gerçek bir durum değişikliğinden söz edebiliriz. Beklentimiz de ancak bu yönde olur. Bütün siyasi tutsakların özgür olması ve artık cezaevlerinin siyasi iktidarın rakiplerini saf dışı bırakma, kendisinden olmayanı cezalandırma merkezleri olmaktan çıkarılması önemli bir toplumsal taleptir.
Bu arada Selahattin Demirtaş ve Cumhuriyet gazetesi yazarları hakkında verilen tahliye kararları, çok gecikmiş olsa da olumlu gelişmelerdir. Ancak yargı süreçlerinin siyasi karakteri ve iktidarın açık müdahaleleri bu gelişmelerin genelleşeceğine dair ümitvar olmamızı engelliyor.
CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, 9 yıl 8 ay ceza aldı. ‘İstanbul seçimlerinin cezası’ olarak nitelenen bu kararı nasıl yorumlarsınız? Cezadan kısa süre önce sizin gözaltına alındığınız sabahı hatırlatarak “Yüksekdağ’ın sesi hâlâ kulaklarımda. ‘Hazır değilim, bir dakika hazırlanayım’ demesine rağmen kapısının nasıl zorlandığını hatırlıyorsunuz. Buna karşı ‘Bu mudur anayasal süreç?’ demişim. Yine diyorum” demişti...
Benim de Canan Kaftancıoğlu’nun mahkeme salonunda okuduğu şiir kulaklarımda... Bir de nerede olursa olsun haklılığına güvenen ve savunan kadınları yenemeyeceklerini biliyorum. AKP’nin yargı operasyonuyla verilen hapis cezası ise İstanbul’da haklı olanların ve hak edenlerin kazanmasını hazmedemeyen iktidar siyasetinin intikamıdır. Bugün kendi içlerinde bile yargıyı alet ederek yaptıkları bu operasyonu açıklayamıyorlar. Yani güya Canan Hanım’ı cezalandırdılar ama kendi hukuksuzlukları, gayrimeşru yaklaşımları teşhir oldu daha fazla. Bu saldırganlığa karşı bütün toplumsal kesimlerin hukuken de siyaseten de tepkisini ortaya koyması gerekiyor. Buradan ben de selamlarımı ve tutuklu kadın siyasetçi arkadaşlarım adına dayanışma dileklerimizi iletiyorum.
© Tüm hakları saklıdır.