Halil Emrah Macit
Ömrünün son saatlerini geçirdiği Marsilya Conception Hastanesi’nin avlusunda Arthur Rimbaud ile ilgili şöyle bir levha bulunuyor:
"Aden'den gelen şair Jean Arthur Rimbaud yeryüzü serüveninin son bölümünü 10 Kasım 1891'de burada tamamladı."
Bilebildiğimiz kadarıyla önce Rimbaud’yu sonra çağının kendisiyle sürekli kavgalı, uyumsuz, arayışları ve çelişkileri hiç bitmeyen, bastırıp dindiremediği maneviyatına bir hapishane hücresi arayan yazarlarını peşinden sürükleyen bu Aden, şu bizim bildiğimiz Yemen bölgesi değil miydi? Şüphesiz öyleydi. Bir de kelime anlamı olarak Tanrı’nın en kutsal mekanı olan cennetinin de adıydı.
2 yıl sürecek olan Aden yolculuğuna çıkmadan önce Fransa’da, Jean Paul Sartre ve çevresindeki entelektüellerden müteşekkil insanlar arasında en ilginç kişilik yapısına sahip olanıydı Paul Nizan da. Ve öldüğü gün de en genciydi. Genç ve öfkeli Paul Nizan, Sartre ile yan yana olan odasında onu École Normale Supérieure’e atan nedenleri ve sokaklarda gözünün önünde eylemler yapıp sloganlar savuran gençlerin yanında neden olmadığını ve sonradan kıdem, rütbe ve sınıf atlayan bir demiryolu işçisi olan babasından alacağı rövanşı düşünüyordu. Belki de yaşamı boyunca öfkesini ve yaşama, iktidarlara olan direncini diri tutan babasından…
Jean Paul Sartre onun için şöyle diyordu: “Bu öfkeli genç adamlarla kim konuşacak, öfkelerine kim tercüman olacak? Nizan tam da onların adamı. Kış uykusunda, seneden seneye gençleşti. Dün bizim çağdaşımızdı; bugün, genç kuşağın. Nizan hayattayken, biz de onun öfkesini paylaşıyorduk, ama sonuçta hiçbirimiz ‘en temel sürrealist eylemi’ gerçekleştiremedik. Şimdi yaşlıyız, kendi gençliğimize o kadar çok ihanet ettik ki, en haysiyetli tavır konuyu sessizce geçiştirmemiz olur herhalde. Ama hunharca öldürülmüş, genç ve öfkeli Nizan, aramızdan bir adım öne çıkıp, bugünkü gençlere gençlikten bahsetme hakkına sahip.”
O da, gençliğinde, yeni olduğu için dünyanın da yeni olduğunu düşünen arkadaşı Sartre ile birlikte bu gri Paris kentinin kalabalıkları içinde, binaları arasında yürüyor, konuşuyor, entelektüel argolar uyduran tüm öğrenciler gibi kendi dilini icat ediyordu. Ve yirmi yaşında birinin kurup kurabileceği en okkalı sözlerden birini ettiğinde de zaten bunu anlamak çok kolaydı; “Yirmi yaşındayım. Kimse bana yaşamın en güzel çağı budur demesin.” Ama Tanrısına inanmadığı dinlerin ahlak anlayışlarına bile içten bir sempati besleyebilen bu insanı diğerlerinden ayıran bir özel durumu vardı: Farkındalık hastalığı! Modernleşmeye, aydınlanmaya geleneğine, topluma ve ahlaka yönelttiği sivri eleştiri oklarıyla çoktan çevresinde, partisinde istenmeyen adam ilan edilmişti. Yirmisinde “ahlak, bir kurşun deliğidir” diyen birisi için şaşırtıcı değil. Özellikle gençliğinin yakıcı ateşiyle Fransız Komünist Partisi’nde geçirdiği günlerden çok sonraları "Yaşam boş ideolojileri değil yalnızca yaşamı gerektirir." diyebilecek biri için hiç değil!
Onun da, “bana tarlamı, gereksinimlerimi, insanlarımı verin” derken, genç yaşta başladığı iç yolculuklarında tutarlı bir izlek bulup, kendini hayatın dünyeviliğinden sıyırıp köşesine çekilmeye ve mutluluktan payını istemeye hakkı vardı elbette. O, binlerce kadın arasında tek başına binlerce kadın olabilecek bir kadın istiyordu, ölüme karşı bir ümit olarak, o kadında doğurganlığın en gizli işaretlerine varıncaya dek her şeyi sevecekti. Belki bu yüzden midir bilinmez iki evlilik yaptı.
Sartre’nin, Mistik bir coşkuyla kiliseye girmeyi düşünmesi, derken Calvin’in fikriyatıyla flört, yoğun Katharosçuluğun politik manikeizme dönüşmesi, ardından kralcılık ve nihayet Marx, olarak özetlediği fikir ekseninde Marksizmle birlikte, düşünsel kazılarını gerçekleştirdiği atomculuğun Demokritosun’dan Lucretius’a kadar onu en derinden etkileyen filozufu Epikuros olmuştu. Ve peşinden gittiği mutluluğu arama inancına olan bağlılığı şimdi daha kuvvetliydi. Aynı zamanda çalıştığı ‘Ce Soir Gazetesi’nde Sartre, Aragon, Celine ve Valery üzerine incelikli eleştiriler de kaleme alıyordu.
Ölümün yaşamın mutlak aydınlanması olduğunu düşünmesi bile Epikuros’tan ona sirayet eden bir öte dünyalılıktı. Ve insanın kuruntularından, önyargılarından, boş düşüncelerinden, dünyeviliğinden sıyrılıp mutluluğa ulaşmasının taşları da onun için böylece döşenmişti. “Ölümümü düşünmem boş yere değil. İçi boş yaşamım ancak ölümü hak ediyor.” derken tam da böylesi bir öte dünyalılığı kastediyordu eskatolojiye kafayı takmış bu genç adam.
Nizan, yaşlı ve çocuksu bir burjuva kadını olan annesiyle, sınıf değiştirmiş bir işçi olan babası arasındaki bu sessiz çelişkiyi çocukluğundan itibaren içselleştirmiş ve bundan kişiliğinin gelecekteki temelini kurmuş öfkeli bir muhalifti. Babasına duyduğu olumsuz yargılar, onda iktidara ve baba figürüne yönelen katışıksız tepkinin de harcını oluşturuyordu. Ona dönüşmekten korktukça tam da babasının şeklini alıyordu; gece gezmeleri, kaçışlar, sokaklar, kaybolmalar…
Ondaki “baba problemi” dönüşerek onu; yabancılaşmanın, ölüm düşüncesinin ve soyutlamaların bağrında sembolizme karşı, özgül yaşamın mücadelesini vermek noktasına getirmişti. Şöyle diyordu Nizan, “Her insan olabileceği farklı insanlara bölünür.” Ve devam ediyor: “ Bana atfedebileceğiniz yegane suç olan bu krizlerime, bu kaçışlara direnemiyorum, elimde değil. Kaçmak zorunluluğu hissediyorum. Sizin bende olumsuz hal ve gidiş olarak gördüğünüz şeye getirebileceğim tek izah bu.”
Başaramayanların tarafındaydı. Cemaati olmayan bir adam olarak hem de! Yaşamın hakikatinin bu olduğuna inanıyordu. Onların yalnız olmadığını ve nereye gittiğini bilen insanlar olduğunu düşünüyordu. Modernizm ve toplum eleştirilerinin yanı sıra genç birinden beklenmeyecek stratejik bir zekayla, Fransız ‘Ce Soir Gazetesi’nde derinlikli dış-ilişkiler ve dış politika analizleri yapıyordu. Bunu yaparken kendi ülkesinin aydınlarını da, ‘dış dünyayı sevmeye kalkışmasınlar diye burjuvazi tarafından tıka basa doyurulan kimseler’ olarak görüyordu.
Örneğin, bağlamından koparmamak için paragrafıyla birlikte aktarmak istediğim cümlede, Nizan’ın öfkesinin altında yatan ve toplumsal olanla mücadelesinin ipuçlarının yattığı ve yirmili yaşlarında, yaşlıları, “bizleri hadım etmeye çalışan ve kadınlarımızla yatan kimseler” olarak gören bakışı fark edebiliriz:
“Koparılması gereken bunca bağ, alt edilmesi gereken onca gizli çekince, yürütülmesi gereken küçük mücadeleler… Bir süre sonra insan dayanılmaz bir ayrıksılık içine düşmekten, diğerlerine hiç benzememekten korkuyor… Sahte cesaret büyük olayları kollar; gerçek cesaretse, her gün küçük düşmanları yenmekten geçer.”
Yaşamın can sıkıntısı ve bunalım arasında gidip gelen bir yapısı olduğunu düşünenler gibi değildi ama onu Aden’e atan nedenleri düşünürken “sıkılmak” kelimesi dağarcığından hiç eksilmedi.
Aden, Arabistan kitabındaki 2 yıllık Aden notlarını kaleme almadan önce bununla ilgili olarak denizcileri ve Sarhoş Gemi’yi işaret edercesine Rimbaud’yu örnek gösteriyordu kendine.
“Denizciler, altı beygir motorlu bir Renault’nun içinde Fransa’nın bir ilinde seyahate çıkmış satış temsilcilerine düşündüğümüzden daha fazla benzer. Size derim ki, bütün insanlar sıkılır!”
Herkesin sıkıldığı düşüncesi insana bir nebze moral verebilir belki. Tıpkı ‘insanın gelişmesinin doğal açıdan sınırsız olmadığını düşünmekten haz almak gibi!’ diye de ekliyor Nizan. “Görülecek bir şey kalmadı!” diye çığıran Rimbaud gibi tüm dünyayı ayakları altına alıp bizlere o uhrevi yalnızlığından fısıldıyor Nizan, “si-ze de-rim ki tüm in-san-lar sı-kı-lır!”
Ayrıca Aden notlarında ilginç bir ayrıntı da dikkatimizi çekiyor. Türklerin Aden’i ele geçirip kralı geminin direğine asması ve ötekinin başını kesmesi de, Nizan’ın aktarımıyla Samson’un 1683 tarihli coğrafya kitabına dayandırılıyor.
Nizan’ın, radikal kişiliğini yansıtan, felsefi, edebi, siyasal ve polemik olmak üzere 7 kitabı bulunuyor. Türkçe’ye çevrilen ve dağıtımda olan ise 2 kitabı var. “Aden, Arabistan” ve Epikuros kazıları gerçekleştirdiği “Eskiçağ Maddecileri”. Genç ve öfkeli bir muhalifin iç yolcuklarına, haklı öfkesine, çelişkilerine ve müstesna yaşamına tanıklık etmek istiyorsanız Paul Nizan’ı bir an evvel keşfetmenizi öneririm. Hatta Sartre’nin, “onun nefret dolu sözleri som altından, benimkiler sahteydi” dediği biri olarak Paul Nizan’ı!
Tabi ki, ‘içi boşalmış sesleri bir araya getirerek yaşamı boşa harcamaktan korkarak’ elini korkak alıştırıp az yazmış olan bu adamın diğer kitaplarının da bir an evvel çevrilerek tekrar basılmasını ümit ederek; özellikle işçi kökenli bir küçük burjuvanın çelişki ve yabancılaşmasını anlattığı “Antoine Bloye”…