Gezi davasında 18 yıl mahkûmiyet alan yapımcı Çiğdem Mater, tutuklu bulunduğu Bakırköy Kadın Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu'ndaki infaz koruma memurlarıyla ilgili yazısında, "İnfaz koruma memurlarına 8 yıldır kadro verilmiyormuş. Hepsi sözleşmeli olarak çalışıyor. 'Peki, iş garantisi?' dediğimde cevap manidar; 'bizim işimizin garantisi başka kimsenin bu işi yapmak istememesi" ifadesini kullandı.
Mater'in, Bianet'te yayımlanan yazısı şöyle:
"Artık alıştınız, evrenim Bakırköy Kadın Kapalı Ceza ve İnfaz Kurumu. İstanbul’un göbeğindeki 1100 küsur kişilik kadın kasabamızda, tahmin edersiniz ki, tam bir kasaba gibi, her türden insan var. Sadece tutuklu ve hükümlülerden söz etmiyorum, çalışanlar da her tür, doğal olarak.
Bakırköy’de mesai ve vardiya olarak ayrılan sanırım 150-200 kadar çalışan var. Çok ama çok azı erkek. Cezaevi kapısının güvenliğini sağlayan jandarma çoğunlukla erkek ama zaten onlar bu sayıya dahil değil. Tutuklu ve hükümlülerin tamamının da kadın olduğunu düşünürsek, kadın kasabası demem boşuna değil.
Tutuklu ve hükümlülerin kimler olduğunu az buçuk tahmin etmek mümkün, peki eski adıyla gardiyan, yeni adıyla infaz kurumu memurları kimler?
Genelleme yaparsam, neredeyse tamamı üniversite okumuş ama neredeyse hiçbiri çalıştığı alanda okumamış (adalet ya da infaz memurluğu okuyan toplam beş kişiyle falan karşılaştım şimdiye kadar), okudukları alanda iş bulamamış (KPSS’de 80-90 alıp mülakatlarda elenmiş, evet memleketteki bütün meseleler, haliyle burada da var), sözleşmeli olarak Adalet Bakanlığı’nda infaz koruma memuru olarak işe başlamışlar, paramedikten öğretmene, diş teknisyeninden, spor eğitmenine, her meslek var Bakırköy’ün koridorlarında.
Adalet Bakanlığı, infaz koruma memurlarına 8 yıldır kadro vermiyormuş. Yani 8 yıldan kısa süredir infaz koruma memuru olarak çalışanların hiçbiri kadrolu değil, hepsi sözleşmeli olarak çalışıyor. 'Peki iş garantisi?' dediğimde cevap manidar: 'bizim işimizin garantisi başka kimsenin bu işi yapmak istememesi.'
Dedim ya, hemen hepsi okumuş ama hemen hiçbirinin alanı adalet ya da infaz değil. Dolayısıyla, aslında gerçekten eğitim gerektiren bir mekân olan cezaevinde duygularıyla ve akıllarıyla insanlarla muhatap oluyorlar, doğru tahmin ettiniz, cezaevi gibi son derece zor bir yerde çalışmak için hemen hemen hiç eğitim almıyorlar.
İşe başlayan ve Bakırköy örneğinde bambaşka disiplinlerden gelen bu memurlar 8 haftalık bir hizmet içi eğitimi dışında, gözlemlerine mahkumlar. Sadece kendilerinden daha deneyimli memurlardan öğrendikleri kadarıyla iş hayatlarını sürdürmek zorundalar, bu elbette her meslekte zordur ama inanın bana, her türden, her psikolojiden, her ruh halinden insanla karşılaşmanın mümkün olduğu cezaevinde misliyle zor.
Bakırköy çoğunlukla adli tutuklu ve hükümlülerin olduğu bir cezaevi. Bu tutuklu ve hükümlülerin büyükçe bir kısmı uyuşturucu bağlantılı suçlar/iddialar nedeniyle burada, bir kısmı da bağımlı. İnfaz koruma memurları bağımlılıkla el yordamıyla mücadele etmeye çalışıyorlar mesela.
Bakırköy’de 300’e yakın Türkiye yurttaşı olmayan tutuklu ve hükümlü var, dünyanın dört bir yanından. Bu da beraberinde kocaman bir dil bariyeri getiriyor, dilini bilmediğiniz, anlaşamadığınız insanlarla gündelik hayatınızı idame ettirmeye çalıştığınızı düşünün, iki taraf için de çok zor.
İş koşulları da hiç kolay değil. Vardiyalı çalışan memurlar sabah 08.00 akşam 20.00 arasında cezaevindeler. 08.00 ve 20.00 cezaevindeki sayım ve mesai devir zamanları. Yani saat 07.30 gibi işe gelip, 20.30-20.45 gibi çıkıyorlar çalışanlar. İyi ihtimal, günde 13 saat mesai.
Sabah 07.30 sularında girdikleri cezaevi binasını, öğle yemeği için bile, güvenlik gerekçesiyle terk edemiyorlar, saat 20.30’a kadar buradalar, kapalılar. İçeri girerken yanlarına telefon alamıyorlar, bırakın telefonu, bir şişe su bile alamıyorlar.
Çoğunlukla hayatlarının biz tutuklu ve hükümlülerden daha zor olduğunu düşünüyorum çalışanların. İçeriye hiçbir şey sokamıyorlar, yani tıpkı bizim gibi cezaevi kantininden alabilecekleri şeylerle sınırlılar. Onlar da tıpkı bizim gibi haftada bir manavdan sipariş verip memur odasındaki buzdolabına meyve depolayabiliyorlar, artık olduğunca…
Bakırköy’de yemekhane var. Tutuklu ve hükümlülerle memurların gündelik menüleri aynı. Bizim tabii koğuşta buzdolabı ve mutfak tezgahı gibi avantajlarımız (!) olduğu için kahvaltı edebiliyoruz mesela.
Sabah 07:30’da cezaevinde olmak için kim bilir saat kaçta evden çıkan memurlar, kahvaltı meselesini çoğunlukla burada halletmek zorundalar. Her ne kadar ceza infaz kanunu, 'devlet üç öğün yemek ve içme suyu temin eder' dese de Bakırköy’de kahvaltı ve içme suyu yok.
Tutuklu ve hükümlüye olmayınca memura da yok. Memurlar, sabahları kahvaltı niyetine artık ne atıştırabiliyorlarsa, onu yiyorlar. Yanlarında su bile getirme izinleri olmadığı için, 'evden sağlıklı bir şeyler getirelim' kafası haliyle olmuyor.
Kantinin de pek sağlıklı olduğunu söyleyemeyeceğim. Yemek, hadi diyelim bir şekilde halloluyor da benim asıl kafamı taktığım memurların 12 saatten uzun süre hiç ama hiç temiz hava almıyor olmaları. Bizim en azından sabah 08:00’de açılıp, kapısı 17:00’ye kadar açık kalan 40 metrekarelik bir avlumuz var. Arada memurlara, 'gelin de şu avluda on dakika durun' dediğim doğrudur! (Tabii ki duramıyorlar.)
Memurlar tahmin edersiniz ki üniformalı. Lacivert üniformalar giyiyorlar. O nedenle cezaevlerine mavi ve tonlarında kıyafet sokmak yasak. Yeşil de yasak çünkü o da jandarmanın rengi. Buyurun size bilgi gibi bilgi :). Bu üniformalar, montundan tişörtüne, postalına kadar devlet tarafından temin ediliyor, tabii ki. Ama kaç tane?
Hadi monttan, postaldan bir tane var, tamam, normal. Ama mesela tişört? Havalandırma sistemi olmayan, yazın olağanüstü sıcak olan bir yer Bakırköy, burada bir yaz geçirdim, inanın çok zordu. Yüzde 100 pamuklu olmayan herhangi bir kıyafette o koşullarda burada yaşamak imkansız. Evet, doğru tahmin ettiniz, memurların devlet tarafından verilen kısa ve uzun kollu yazlık ve kışlık tişörtleri yüzde 100 polyester. Memurların başka bir şey giyme izinleri yok, devlet tarafından verilen tek tişörtleri var.
Başa dönelim, bu insanlar sabah 07.30’da geliyorlar buraya, saat 20.30’da ayrılıyorlar. Diyelim ki çok yakın bir yerde oturuyorlar, eve gitmeleri 21.00. O tek tişörtün yıkanıp, kuruması sonraki sabah yeniden giyilmesi ne kadar mümkün olabilir? Diyeceksiniz başka çözüm yok mu? Var. Devlet yüzde 100 polyester kısa kollu tişört satıyor, tanesi 170 lira! Uzun kollu ne kadar bilmiyorum, herhalde 200 küsurdur.
Hazır laf paradan açılmışken maaş konuşalım. Tutuklandığımız nisan ayında, Bakırköy’deki sözleşmeli memurların maaşı 7 bin 100 liraydı. Sayısı iki elin parmaklarını geçmeyen kadrolular da bin 300 lira kadar fazlasını alıyordu. Yaz aylarında yapılan zamla, sözleşmelilerin maaşı 9 bin küsur oldu ama bir üst vergi dilimine geçtikleri için pek de mânâsı olmadı zammın.
Anımsayın, bu yıl çok uzun bir bayram tatili oldu, dokuz gün. Sözleşmeli vardiya memurları bu dokuz günde aralıksız çalıştıkları gibi çalışma karşılığında herhangi bir mesai ücreti almadılar. O dokuz gün, tatil ya da ücret olarak herhangi bir şekilde telafi edilmedi."
Peki bütün bunlar cezaevindeki gündelik hayata nasıl yansıyor? Doğal olarak mutsuzlukla, umutsuzlukla, sabırsızlıkla ve öfkeyle. Dedim ya, doğal olarak.
Bu kadar kötü koşullarda dünyanın en sevimsiz işlerinden birini yapıyorsunuz, emeğiniz değil karşılığını onda birini bile alamıyorsunuz, işiniz tamamen insanlarla, üstelik toplumun “kötü”, “suçlu”, “her şey müstahak” kabul ettiği insanlar.
Ve bu şartlarla, bu insanlarla sağlıklı bir infaz koruma memuru–tutuklu, hükümlü ilişkisi kurmanız bekleniyor. Ne bir eğitim alıyorsunuz bu konuda ne de destek. Tamamen hayata bakışınızla, vicdanınızla ve doğru bildiklerinizle sınırlısınız. Bu elbette müthiş haksızlık. Bu haksızlığa karşı ses çıkaramıyorsunuz, örgütlenemiyorsunuz, sendikalaşamıyorsunuz, çünkü yasak.
Ne oluyor derseniz, ne olsun o gencecik bambaşka disiplinlerde okumuş, bambaşka iş hayalleri kurmuş memurlar durmaksızın birbiri adına KPSS sınavlarına giriyor, tekrar tekrar şanslarını deniyor, bin tane sınav rezilliği yaşanıyor, yine atanamıyor ve yine ellerinde sınava hazırlık kitaplarıyla, zaman zaman 10 derecenin altına düşen cezaevi koridorlarında, epeyce bir mücadeleyle zorla taktırdıkları ufo ısıtıcıların altında nöbet tutuyorlar. Bu arada, biliyorum Silivri soğuk ama yani Bakırköy de soğuk. Muhtemelen Kandıra da, Sincan da. Onu da atlamayalım, rica edeceğim.
Şunu söylemeden bitirmek istemem. Biz yaklaşık dokuz aydır buradayız. Birkaç münferit “an” dışında memur-tutuklu ilişkisinde “tatsız” bir şey yaşamadık. Elbette yaşayanlar vardır, bundan eminim, benim kişisel deneyimimde yok.
Ama bu, öyle ya da böyle, infaz koruma memurlarının şartlarını ve yaşadıklarını değiştirmiyor elbette. Hah, şunu de eklemeden bırakmayayım, son birkaç haftanın -burada, en önemli konusu tahmin edeceğiniz gibi, kadro hakkı ve maaş zamları- Memleket gibi…"
Bu yazı ilk olarak Bianet'te yayımlanmıştır