Hakan Altınay*
Canım oğlum,
Sen aramıza, bu dünyaya geleli 800 gün oldu. Başta annen ve ben olmak üzere pek çok insanı tahmin edebileceğinin çok ötesinde mutlu ettin. Fotoğraflardaki doya doya gülen yüzüne bakınca ne kadar sevildiğini sezdiğine, bildiğine inanabiliyorum.
Bu mektubu ne zaman okuyacağını kestiremiyorum ama bu dönemin önemli dizilerinden birinin adı Atiye. Onun ikinci sezonunda insanlar artık yeni hiçbir doğumun olmadığı bir dönemde yaşıyorlar ve bunun ne kadar kasvetli bir ruh haline denk geldiğini oyuncular da, seyirciler de en yoğun şekilde hissediyor. İnsanların çocuk yapmaya devam etmesi herkes için çok temel, yaşamsal bir umudun teyidi niteliğinde. Mahallede beraber gezerken senin varlığının komşularımızı da ne kadar mutlu ettiğine çok şahit oldum.
Anneannen “İnsan çocuğu olunca bambaşka bir sevgiyi tadar” demişti… Çok haklıymış. Sevgi aslen verildiğinde en güzel şekilde hissedilen bir duygudur derler… Gerçekten de öyleymiş. Seni koşulsuz, müdanasız, kocaman, sımsıkı sevmek bu 800 günün en güzel yanıydı. İyi ki doğdun; iyi ki annen ve benim ebeveynin olmamıza izin verdin, oğlum… Sen bize verilmiş harika bir hediyesin.
Sen beni “bir problemi çözmek üzere” şu anda evden uzakta bir yerde biliyorsun ama biz Can abi ve Tavşan (Tayfun) abi ile Silivri’deyiz. Niye böyle olduğunu anlatmanın kolay bir yolu yok ama denemek gerekiyor. Bakalım becerebilecek miyim?
Senin ismin bir coğrafi bölgenin de adı. Dünyanın en güzel denizine komşu; florası, faunası, insanları enfes; bence dünyanın en şahane köşesi, Ege coğrafyası… Bu bölgede “Yaşlılar gölgesinde uyuyamayacakları ağaçları diktiğinde, erdemli bir toplum olduk demektir” minvalinde bir söz vardır. Dikkat çekilmek istenen dayanışmanın sadece çağdaşı olduğumuz insanlarla değil, bizden önce ve sonra gelenlerle de yapılan bir şey olduğu. Bizden daha batıdaki coğrafyalarda atomize birey ve onun bencilliği pek önemsense de bu toprakların insanları toplumsal ve çevresel ağların parçası olmayı, varoluşun ilişkiselliğini çok iyi bilir ve çok güzel yaşar. Mesela Nazım Hikmet “Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız; hep hısım akrabayız. Ve ey güzel gözlü sevgilim cogito ergo sum değil; bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz” diye anlatmış bunu. Afrika’daki dostlarımızın anlatısı da aynı derecede şiirsel. “Ben benim çünkü sen sensin. Sen sensin çünkü biz biziz”…. Ubuntu derler dünyaya böyle bakmanın adına.
Biz hakikaten birbirimize birçok şekilde bağlıysak, birbirimizin dirliği tabii ki hepimizi ilgilendirir. Eren Bülbül’ün de, Arat Dink’in de babalarından koparılmış olması hepimizi ilgilendirir. Dalai Lama “Dünyanın daha fazla başarılı insana ihtiyacı yok ama yarenliğe çok ihtiyacı var” derken önemli bir şeye dikkat çekiyor. Sezai Karakoç “Sevgi aptallık değildir, zekâyı aşan bir zekâ, duyguyu aşan bir duyarlılıktır” derken demlenmiş, damıtılmış bir farkındalığa çağrı yapıyor, oğlum.
İleride Mayıs-Haziran 2013 ya da Gezi Ruhu diye okuyacağın olaylar sırasında Adana’da ölen bir polis memurunun arkasından “Kaybınız kaybımızdır; acınız acımızdır” diye pankart açan ablalar, abiler vardı. Bunun nasıl zor ama gerekli ve önemli bir gönül dünyası gerektirdiğini bir gün yürüyüş yaparken konuşuruz umarım. Yarenliği, sevgiyi, dayanışmayı iyi bilir bu topraklar. Tavşan (Tayfun) abin Gezi’yi bir aşağıdan kardeşleşme serüveni olarak tanımlıyor… Bence bu harika bir tanım. Biz de Boğaziçi Avrupa Siyaset Okulu’nun mezunlarıyla bu güzel ülkedeki dayanışma, kardeşleşme pratiklerini derlemiştik. Belki bir gün karıştırmak istersin o yayını.
Şanslıyız, oğlum, buralarda doğup büyüdüğümüz için… Çok şanslıyız. Ama hayatta sadece kardeşlik, dayanışma ve sevgi yok tabii. Kötülük, kin, kibir de hayatın, insanlığın bir parçası. Sen annenin karnında büyürken ayda bir Silivri’ye gelip ağırlaştırılmış müebbet hapis tehdidi altında yargılandık. Osman amca 2017’den beri Silivri’de. Senin sadece haberlerini aldı; belki bir fotoğrafını görmüştür. Sen dünyaya gelmeden iki ay önce hepimiz beraat ettik. Biz gayet safiyane sevindik… Hatta senin uğuruna yorduk ama sevinmeyenler de vardı ve bizi tekrar yargılamaya karar verdiler. Bu seferki hâkimler bizi dinlememeye, duymamaya yeminli gibiydiler. Bize tek bir soru sormadılar, ek tek bir delil sunulmadı, celseler boyunca telefonlarıyla oynamayı tercih ettiler. Her anına kendi gözlerimle şahitlik etmeme rağmen nasıl bu kadar kin ve kötülük ile dolu olabildiklerine hâlâ çok şaşırıyorum. Bu kötücüllüğün ne kadar yaygın olduğu ve bu hal ile ne yapılması gerektiği annenle sık sık konuştuğumuz bir mesele… Hâlâ kesin bir görüş oluşturamadık ama bu kötülüğe teslim olmamak, senin büyüyeceğin dünyayı bu nefrete teslim etmemek için çabalayacağız. Bu uğraşımız da sadece kan, ter ve gözyaşı içermiyor… Yolumuza olağanüstü insanlar çıkıyor her gün. Şimdilik sadece bir tanesinden bahsedeyim: Ulaş (Bayraktar) abin… Çok çalışkan, hayat dolu, mangal yürekli birisidir. Bizi Silivri’ye hapseden kötülük mekanizması onu da üniversitedeki işinden atıp, PKK’ye destek oldun diye dava açtı. O ise “PKK benim babamı öldürdü yahu… Onlardan bile nefret etmedim. Siz de nefretimi kazanamayacaksınız” dedi.
Ulaş abin bu evliyalıkta haklı mı inan bilmiyorum ama Ulaş, Can ve Tayfun abilerini bu hayatta yalnız bırakmayacağımı iyi biliyorum. Umarım senin yoluna da böyle olağanüstü insanlar çıkar, canım oğlum. Her nesil kendi dayanışma desenini kendi seçiyor, örüyor. Bakalım siz neler yapacaksınız?
Sana sarılmayı iple çeken baban,
Hakan.
*Birgün'de yayımlanan yazı aynen alınmıştır.