Gündem

Gül: Aşağı inersem dört bakanı derhal Yüce Divan'a gönderirim

Gül'ün başdanışmanı Ahmet Sever: Gül, 'Köşk'e çıkmakla hata mı ettim acaba?' dedi

14 Haziran 2015 10:04

11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 12 yıl boyunca başdanışmanlığını yapan Ahmet Sever'in yazdığı "Abdullah Gül ile 12 yıl" kitabında, Gül'ün 14 Nisan 2014'te Çankaya'da durum değerlendirmesi yaparken, "Ben aşağıya insem Türkiye’yi kısa sürede yıldızının parladığı döneme tekrar götürürüm. AB sürecini yeniden canlandırırım. Dış politikadaki yanlışları düzeltirim. Ülke çok kutuplaştı, bunu giderecek adımları peş peşe atarım. Demokratikleşmeye ağırlık veririm. Haklarında yolsuzluk iddiası bulunan dört bakanı derhal Yüce Divan’a gönderirim” dediği ortaya çıktı.

Hürriyet'ten Çınar Oskay'a konuşan Sever, Gezi Parkı eylemlerinde Taksim'in polis tarafından kapatıldığı gün, Gül'ün dönemin valisi Hüseyin Avni Mutlu'yu arayarak, "Bariyerleri kaldırın, çok kötü şeyler olacak” dediğini aktardı. Sever, "Vali 'Aynı görüşteyim ama Sayın Başbakan’ı ikna edemiyoruz. Bir tek siz ikna edebilirsiniz, lütfen devreye girin' diye konuştu. Başbakan’ı aradı. Zor olmakla beraber ikna etti. Bariyerler kalktı o gün" dedi.

Çınar Oskay'ın Ahmet Sever'le yaptığı söyleşi şöyle:

 

Abdullah Gül siyasete dönecek mi? 

- Can atar bir havası yok. Aynı noktada. Seçimden sonra Recep Tayyip Erdoğan’ı ve Ahmet Davutoğlu’nu arayıp hükümet kurulması konusunda cesaretlendirmiş. Türkiye’nin hükümetsiz kalmaması için, içinde AK Parti’nin olacağı koalisyona teşvik ediyor. Gelişmeler ne gösterir bilinmez. “Gerçekten bana ihtiyaç duyarlarsa, o zaman düşünürüm. Tabii bunu kendi şartlarımı ortaya koyarak yaparım” dedi. 

Nedir bu şartlar?

- Daha önce söylemişti. Onlar da şuydu: “Çift başlılık olmaz. Ben gelir başbakanlığı yaparım. Karıştırmam. Ben nasıl cumhurbaşkanlığı yaptıysam, sen de öyle cumhurbaşkanlığı yaparsın. Yetkilerinin içinde kalarak... Sen nasıl bir başbakanlık yaptıysan ben de öyle yaparım.”

Talep ya da davet var mı?

- Hep oldu. Elbette oluyordur yine. Ama önce yeni bir koalisyon  kurmanın denenmesi gerekiyor. Bunun yürüyüp yürümeyeceğini görmek lazım.

Gül seçim sonuçlarını nasıl okudu?

- Bu sonucu çok önceden tahmin etti. Bunu çevresiyle paylaşıyordu. Çok eski bir siyasetçi, devlet adamı olarak gelişmelerin seyrinin bu olacağını gördü.

Bu kitaba Abdullah Gül’ün duyguları, mesajları olarak bakabilir miyiz? Bilgisi dahilinde mi yazıldı?

- Kitabı yazmak benim fikrim. Hiçbir telkini olmadı. Hatta fikri açtığımda tedirgin olduğunu zannediyorum. “Kendi mahallesinden olmayan biriyle 12 yıl çalıştı, bir de ona kitap yazdırıyor” denmesinden, öyle algılanmasından rahatsız oldu. “Yazma” demedi ama katkı vermedi. Yüreğini, kalbini açsaydı çok farklı şeyler ortaya çıkabilirdi. Onu yapmadı. Ama kitabı baştan sona okudu, bazı düzeltmeler yaptı. Ona okutmadan basmak etik olmazdı. Bu bir polemik kitabı değil. Tarih, doğrular üzerine bina edilerek yazılıyor. Buna katkı sağlamak amacıyla yaptım.

 

 ‘Yeni Türkiye’ diye diye
eski Türkiye’ye döndüler

 

Sizce Erdoğan ile Abdullah Gül arasındaki ayrışma ne zaman başladı?

- Başlarda anlayış birliği vardı. Abdullah Gül, Türkiye’nin kurtuluşunun Avrupa Birliği yolu olduğunu görerek hareket etti. Bunun İslam coğrafyası açısından da umut olduğunu düşünüyordu. 2002- 2007 arası süreçte bir ‘altın çağ’ yaşandı diyebiliriz. Hatta bu 2009’a kadar devam etti. Ama 2009, 2010’dan itibaren reformlardan geriye dönüş başladı.

 ‘Yeni Türkiye’ döneminde farklı bir yola girildi, diyorsunuz...

- Evet. ‘Yeni Türkiye’ adı altında ‘Eski Türkiye’ye dönüş başladı. Refleksler, sorunlara yaklaşım hep eski Türkiye’nin anlayışı.

Neden böyle oldu?

- Bir sürü nedeni var. Biri, Abdullah Gül’ün hükümetten ayrılıp yukarı çıkması. Denge, fren işlevi görüyordu. Rota, pusula gibiydi. Herkesin enerjisini, dikkatini bir hedefe odaklıyordu.

Bir kişi bir ülkenin kaderini tayin edebilir mi?  

- İyi bir lider ülkeyi belli bir istikamete kanalize edebilir. Çok kötü bir istikamete de kanalize edebilir. Ben liderleri önemseyenlerdenim.

 

Gezi’deki büyük ayrışma

 

 

Bu yönetim farkı en çok Gezi’de ortaya çıkmış galiba...

- İlk çadırlar yakıldığında çok kaygılandı. Tepkisi şuydu: “Bu yangını küçükken söndürmek lazım.” Gül bir çevre duyarlılığı, tepki olarak gördü. Başbakan ise kendisini devirmeye yönelik eylem olarak... 

Polise bariyerleri kaldırtmış...

- Herkes yürüyüşe geçtiği anda vali, Taksim’e girişi yasakladı, bariyer kurdurdu. Abdullah Gül, ateşle barut bir araya gelecek diye endişelendi. Göstericiler bariyerleri aşıp meydana girmeye çalışacaktı. Kan dökülecekti.

Ne yaptı?

- Valiyi aradı, “Kaldırın, çok kötü şeyler olacak” dedi.  Vali “Aynı görüşteyim ama Sayın Başbakan’ı ikna edemiyoruz. Bir tek siz ikna edebilirsiniz, lütfen devreye girin” diye konuştu. Başbakan’ı aradı. Zor olmakla beraber ikna etti. Bariyerler kalktı o gün.

Cumhurbaşkanı’nın Başbakan üzerinde ikna gücü var mı?

- Elbette. Hükümetteyken çok vardı. Arada bir, Erdoğan’ı uyarmak için masa altından tekme attığı bile olurmuş. Danıştay’da da kameraların önünde sakinleştirmek için çok uğraştı. Ama son dönemde ayrışma giderek derinleşti.

Siz de Gezi sırasında Cihangirliler’i polis şiddetinden kurtarmışsınız galiba...

- Arkadaşlardan sürekli mesaj geliyordu. Çatışma görüntülerini Cumhurbaşkanı’na gösteriyordum. Vali “İkna etmişsiniz, bariyerleri kaldırıyoruz” diye teşekkür etmek için aradı. Gül “Vali Bey, Cihangir’in ara sokaklarından kötü görüntüler geliyor. Ne arıyor orada polisler? Çekin onları!” dedi. Üç dakika sonra arkadaşlardan mesaj geldi, “Polisler çekiliyor” diye.

Sonraki günlerde sokak sokak girdiler Cihangir’e... Abdullah Gül’ün Harvard’da okuyan oğlu Mehmet Gül de arkadaşlarını toplayıp Çankaya’ya çıkmış. Neden?

- Arkadaşları Mehmet’e “Babanla görüşmek istiyoruz” talebinde bulunmuş. Hepsi, muhafazakâr ailelerin, Ak Partililer’in çocukları. 20-21 yaşlarında 10 genç geldi. “Gezi’de arkadaşlarımız var. Bu bir çevre duyarlılığı hareketi, neden bu kadar sert davranıldı” diye yakındılar. Çok eleştirel bir yaklaşım içindeydiler.

Ne dedi Gül?

- Aynı görüşte olduğunu söyledi. “Yatıştırmak için çok çaba harcıyorum” dedi.

Berkin Elvan’ın babası Sami Elvan’ı aramış. Nasıl bir konuşma oldu?

- Vefat etmeden bir gün önce aradı. Üzüntülerini ifade etti, babasının vakur duruşunu övdü. “Sizi takdirle izledim” dedi. “Yapabileceğim bir şey var mı” diye sordu. Sami Elvan “Bir tek Berkin’in vurulduğu anı gösteren kayıtların ortaya çıkması ve suçluların cezalandırılmasını istiyorum” dedi. Cumhurbaşkanı talimatı verdi ama maalesef arkası gelmedi.

 

Gül’ün 17-25 Aralık’ta dünyasının karardığını, ‘Sabaha kadar uyuyamadım, aklım almıyor, olanlara inanamıyorum” dediğini yazmışsınız. Hükümet 17-25 Aralık’la ilgili ‘montaj’, ‘darbe girişimi’ savunması yaptı. Gül bunlara inanmadı mı?

- “Kesin böyle olmuştur” diye düşünmedi. Ama yaklaşımı  benimsemedi. Üstüne gidilmesi, bakanların Yüce Divan’da aklanması gerektiğini düşündü.

 “Tapeleri dinlemeye gönlü elvermedi” diyorsunuz. Neden?

- Yasadışı dinlendiyse buna ortak olmak istemedi. Herhalde üzülmek de istemedi.

Ne yaptı peki?

- Bir yandan da bilmesi gerekiyor. Deşifresini okudu, doğrudan dinlemedi.

Bu süreçteki sosyal medya yasaklarına nasıl baktı?

- Aklı almadı. Teknolojinin bu kadar geliştiği bir dünyada yasaklamanın mümkün olmadığını açıklamıştı. Yasak gelince açığa düşmüş oldu. “Yasağı ilk ben deleceğim” dedi, tweet attı.

Danışmanları olarak “İnternet yasasını veto edin” diye yalvarmışsınız. Neden?

- Türkiye parlayan bir yıldızdı. Bu adımlarla yıldız sönmeye başladı. Cumhurbaşkanı’nı güvenilir bulanların oranı yüzde 76, 78’e kadar çıkmıştı. Bu olaylar sonrası ona destek de azaldı. Kaybeden hem Türkiye hem Gül oluyordu.

Neden veto etmedi peki? 

- Anayasaya aykırı iki not tespit edildi. “Bunları değiştirin” dedi. İkinci bir torba kanunda değişiklik yapılacaktı. Önce bunun onaylanması gerektiği söylendi. O da onaylayıp değişikliklerin önünü açtı. Tabii algı farklı oldu. Twitter, Facebook, YouTube yasakları geldi.  “Keşke veto etseydim. Düzeltmeler sonuçta işe yaramadı” diye düşündü.

Gül’ün mimarı olduğu, sizin tabirinizle ‘altın çağ’ var, reformlar var. Bunlar gözünün önünde kaybedildi. Kendi deyimiyle ‘isyan etme noktasına’ geldi. Cumhurbaşkanı olarak neden yasaları veto etmek konusunda çekimserdi?

- Veto etse, hükümet aynen geçirip gönderirse onaylamaktan başka seçeneği yok. “Hükümet üzerinde etkinliğim var, bunu sonuç almaya dönük kullanmalıyım” tercihinde bulundu.

Kitaptan bir bölüm, Abdullah Gül’ün sözleri: “Çocukken Kayseri’de evimizin önünde arkadaşlarla oyun oynardık. Ev yapmayı çok severdik. Bütün gün özene bezene ev yapardık, hava kararmaya başlayınca annelerimiz bizi eve çağırırdı. Biz de saatlerce uğraşarak yaptığımız, kendi evimizi, ‘Emeğimize yazık değil mi’ diyerek yıkar, giderdik.” Sanki Türkiye’yi de böyle okumasına rağmen kararlı adım atmadı. Bu çelişkiyi nasıl değerlendirdiniz?

- Reform rüzgârları estiren bir ülke kabuk değiştirmiş, İslam dünyasına çıkış yolu olabilecek özgürlükçü Türkiye güvenlikçi politikalara yönelmiş... Sonucu etkilemeyince sıtkı sıyrıldı. Aşağı inmesi, ciddi bir kavgaya girmesi demekti. İstemedi. “Bir ipte iki cambaz oynamaz” diye düşündü...

 

Ama bu iki cambaz arasındaki farklar çok keskin. Ülkesinin geleceğinden daha mı önemli bu ilke? ‘Kardeşlik hukuku’ndan söz edildi. Son dönemde bu hukuk hâlâ geçerli miydi?  

- Son dönemde özellikle, olay tamamen başka bir zemine döndü.

“Köşk’e çıkmakla hata ettim” demiş galiba.

- Evet. “Hata mı ettim acaba” dedi.

Öyle mi düşünüyor?

- Üzüntülü anlarından birinde söyledi. Ama o dönem başka türlü davranamazdı. Bunu kendisi anlattı. 

Siyasete devam etmesi yönünde bastırmışsınız. “Böyle çekip gidemezsiniz, tarihi açıdan vebal altında kalırsınız” demişsiniz. Bunları nasıl karşıladı?

- Siyasi hırsı yok. Kendisini ikinci planda tuttu. Hırsı olsa başka türlü davranırdı ve elinde çok koz vardı. “Ben cumhurbaşkanlığına adayım” diyebilirdi.

Anketlerde tüm adayların önünde görünüyordu.

- Hep öndeydi. Hem de yüzde 60, 70’ler düzeyinde.

Tayyip Erdoğan’ın karşısına çıksa...

- Öyle bir şey yapmazdı. Öyle bir anket olmadı zaten. Ama biraz hırsı olsaydı “Tayyip Bey’in hakkıdır cumhurbaşkanlığına çıkmak. Ben de partinin başına geçiyorum” diyebilirdi. 

Erdoğan buna engel olmaz mıydı?

- Açıkça “Ben iniyorum aşağıya” dediği zaman nasıl engel olacaktı? Partiden de bir talep var.

Ruşen Çakır’ı Cemaatçi polislerin elinden kurtarmış...

- Ruşen, “Beni içeri alacaklar, kaynağımdan eminim” diye beni aradı. Cumhurbaşkanı’yla görüştüm, şaşırdı. “Bakayım, seni ararım” dedi. Ertesi gün çağırdı, “Haklıymış” dedi. “Alacaklarmış, ben müdahale ettim, rahat olsun” diye ekledi. Emniyetten birkaç isimle irtibatı kesmesini önerdi. Yoksa Ahmet Şık ve Nedim Şener’den önce Ruşen hapse girecekti.

Ama Ahmet Şık ve Nedim Şener içeri alındı.

- Biz içeri alındıklarında öğrendik. Tepkisini koydu. Hakim ve savcıları uyardı. Zekeriya Öz’den açıklama geldi: “Hiçbir makam ve mevki bize talimat veremez” diye... Buna çok sinirlendiğini hatırlıyorum. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’i çağırdı. Görüşmeden kısa süre sonra Öz başka göreve kaydırıldı.

Bir sıkıntı da Zaman’la yaşanmış...

- Ahmet ve Nedim’le ilgili açıklamayı iki gazeteye verecektik. “Biri Zaman olsun” dedi. Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’yı Tarabya’ya çağırdı. Ertesi gün tam bir şok yaşadık. Milliyet’te mesaj doğru çıktı. “Kaygı duyuyorum” sözü sürmanşetti. Zaman’da da sürmanşetti ama hiç alakası olmayan şekilde: “Gazeteciler gazetecilik dışında faaliyette bulunmamalı” diye.

Söylememiş mi bunu? 

- Ekrem Dumanlı “Efendim, gazeteciler gazetecilik dışında faaliyette bulunabilirler mi?” diye sormuş. Cumhurbaşkanı “Elbette bulunamazlar” demiş. Hepsi bu. 

Bir gazeteci bir gün önce yüz yüze görüştüğü Cumhurbaşkanı’nın sözlerini böyle pervasızca çarpıtabilir mi?  

Cemaat’in o dönemki ruh hali bu. Hollanda gezisine Sedat Ergin’i davet ettim. Zaman’dan kimseyi almadık. Ekrem Dumanlı bana mesaj attı: “Ahmet Bey, beni yaraladın, haberin olsun! Sedat Ergin orada! Zaman nerede?” Biz her şeyin başındayız gibi bir ruh halindeydiler.

Oslo süreci sonrası MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifade vermesine Abdullah Gül mü engel oldu?

- Başbakan da istemedi. Ama bazı çevreler Abdullah Gül, “Git, bir şey olmaz” demiş gibi bilinçli dezenformasyon yaptı. Hakan Fidan’ı keşfeden Abdullah Gül’dür. “Sakın gitme” dedikten sonra “HSYK bir karar alsın, dosyayı başka bir savcıya versin, bu konu duyulmadan kapansın” dedi. Girişimler yapıldı ama HSYK’da bu karar çıkmadı. Cemaat ilk kez kendini HSYK içinde belli etti.

Kitaptan Gül’ün Cemaat’le ters çizgide olduğu sonucu çıkıyor. Oysa Abdullah Gül Cemaat’e yakın diye söylenir.

- 12 yıl yanı başında çalıştım. Yakınlığa tanık olmadım. Aksine Fethullah Gülen’in vaazlarını okuyup, “Hocaefendi bir din adamı gibi değil siyasetçi gibi konuşuyor, bu kadar meraklıysan gel bir parti kur, siyasete gir!” dediğini birkaç kez duydum. Yabancı basına da “Cemaat’e özel ilgim, yakınlığım yok; dünya görüşümde hiçbir etkisi yok” dedi.

 “Beni tanıyanlar cemaatçi değil, Büyük Doğu’cu olduğumu bilirler” diye bir bölüm var.

- Necip Fazıl’cı, onun ekolü... Cemaat’le hiç alakası yok.

Siz de tepki çektiniz. Ak troller deneyimini tattınız...

- Ak Parti’nin kuruluşunda böyle bir üslup yoktu. Kendine dindar diyen insanlar dinin günah saydığı her yolu, yöntemi deniyorlar. İftira, şantaj, tehdit, ihanet, yalan... Bazı çevreler de  destekliyor.

Hayrünnisa Gül’ün Çankaya isyanı

MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç, Abdullah Gül’e eşinin başörtüsüyle ilgili ne söyledi?

- Başbakanlığının ilk günlerinde “Eşiniz başını açsa ne iyi olur, öyle bir şey yaparsa sizin heykelinizi dikeriz” dedi. 

Gül nasıl karşıladı?

- Şaşırdı, sinirlendi. “Ben sizin eşinizin nasıl giyindiğiyle ilgileniyor muyum!” cevabını verdi.

 

Ankara Garnizon Komutanı Aslan Güner’le ilgili bir protokol krizi olmuştu. “Herkes Aslan Güner’in Genelkurmay Başkanı olmasını bekliyordu ama bu gerçekleşmedi” demişsiniz. Gül mü engelledi? 

- Genelkurmay Başkanı olamamasında payı var tabii. Bu konu yıllar sonra gündeme gelince devreye girdi.

Hayrünnisa Hanım askerle süren soğuk savaşta itici bir güç gibi. Bir gün arabayla Çankaya’nın girilmeyen yerlerine baskın yapmış.

- Başörtüsü takıntısıyla hayatı ona zehir ettiler. Dünyanın bütün kırmızı halılarında yürüyebilen bir first lady kendi evinde yürüyemiyordu. Ziyarete gelen yabancı first lady’lere de zulümdü. Yan kapılardan alıyorlardı, C kapısından. Buna ‘Ceza kapısı’ diyordu.

Bir gün “Yeter” deyip Fevzi Çakmak Köşkü’ne baskın yapmış...

- Cumhurbaşkanlığı’nın içindeki askeri geçiş noktalarından Hayrünnisa Hanım’ın geçmesini istemediklerini belirttiler. Bir gün Hayrünnisa Hanım otomobili şoföründen alıp Başyaverlik’e geliyor. Bunu duyan Cumhurbaşkanı da peşinden... Yetişip yanına oturuyor. Başyaver koşturarak gelmiş, terlemiş. Hayrünnisa Hanım espri yapmış: “Metin Albay, hayrola? Nefes nefese kalmışsın, spor mu yapıyorsun?” diye takılmış.

Abdullah Gül’ün tepkisi ne oldu?

- O zaten çok üzülüyordu. Bunu sonlandırma düşüncesi vardı kafasında. Hayrünnisa Hanım hızlandırmış oldu. 

Hayrünnisa Hanım, eşinin Çankaya’ya veda yemeğinde de “Asıl intifadayı ben başlatacağım” dedi. Burada da bir şeyleri hızlandırmak mı istedi acaba?

- Ak Parti içinden, yakınından, medyasından çok büyük saldırılar geldi. Çok kırıldılar buna. Abdullah Bey resepsiyonda sitemini daha yumuşak bir dille yapmıştı. Hayrünnisa Hanım daha sert noktalara götürdü. İçindekini frensiz boşaltan bir tepkiydi.

 

Suudi Kralı’nın hediyeleri

 

Mehmet Y. Yılmaz yıllarca köşesinde her pazartesi Suudi Arabistan Kralı’nın hediyelerini sordu. Abdullah Gül neden cevap vermedi?

- Üslubuna kızdı. Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yıllarıydı. Zaten her yandan saldırı var. O kadar titiz bir insan. Ne aldıysa Kayseri’deki Abdullah Gül Müzesi’ne alındı. Hepsi oraya konacak. Oradan gelen neyse, ben de bilmiyorum, envanteri tutuldu. Hepsi Abdullah Gül Müzesi’nde sergilenecek.

Danışmanlar tartışıyordu: “Cumhurbaşkanı Meclis açılış konuşmasında ‘Kürt sorunu’ demeli mi, dememeli mi?” Dayanamadım, Abdullah Bey’den “Efendim, çok kaba olacak ama affınıza sığınarak bir şey anlatmak istiyorum” diye izin aldım.  “Yücel, 12 Eylül döneminde bir şiir yazıyor. Ve affedersiniz, ‘g.t’ ifadesini kullanıyor.” Herkesin gözü faltaşı gibi açıldı. Devam ettim: “Yücel’e dava açıyorlar. Hâkim “Can Bey, neden bu lafı kullandınız?” diye soruyor. Yücel, “Hâkim Bey, bu memlekette g.te g.t denir” diyor. Bunu anlattım. “Bu ülkede de Kürt sorununa ‘Kürt sorunu’ denir! Arkadaşlar bir saattir neyi tartışıyor” dedim. Gül, kahkahalarla güldü. O gülünce herkes gülmeye başladı. Konuşmada da ‘Kürt Sorunu’ dedi.

Kitaptan

 

Dört bakanı derhal Yüce Divan’a gönderirim!

 

Abdullah Gül’ün olan bitenlerden sıtkının sıyrıldığını ve kenara çekilme kararı aldığını gözlemledik. Köşk’te durum değerlendirmesi yaparken “Ben aşağıya insem” diye söze girdi ve hepimizi umutlandıran şu cümleleri kurdu: “Türkiye’yi kısa sürede yıldızının parladığı döneme tekrar götürürüm. AB sürecini yeniden canlandırırım. Dış politikadaki yanlışları düzeltirim. Ülke çok kutuplaştı, bunu giderecek adımları peş peşe atarım. Demokratikleşmeye ağırlık veririm. Haklarında yolsuzluk iddiası bulunan dört bakanı derhal Yüce Divan’a gönderirim...”

 

Erdoğan, Gül’ün AK Parti’ye dönmesinin önünü nasıl kesti?

 

Cumhurbaşkanı görev süresi bittiğinde ‘şüphesiz, kurucusu olduğu partisine döneceğini’ açıkladı. (...) MKYK toplantısı sürerken Sadullah Ergin söz alarak Gül’ün açıklaması hakkında bilgi verdi ve bu gelişmeyi dikkate alarak, olağanüstü kongreyi ileri bir tarihe ertelemenin daha doğru olacağını söyledi. Ancak, söz alanların sayısının giderek arttığını gören Erdoğan, müdahale ederek konuyu kapattı. Gül son derece rahattı: “Artık kimse bana ‘Partiye döneceğine dair bir işaret vermedin, sessiz kaldın’ diyemez. Ben üzerime düşeni yaptım.”

 

Vefa kongresinde vefasızlık

 

27 Ağustos’ta Davutoğlu oybirliğiyle genel başkan seçildi. “Bu bir veda değil, vefa kongresi” dedi. Ancak Erdoğan’a övgüler düzerken kendisini başbakan olduğu dönemde başdanışmanı yapan, büyükelçi unvanı verdiren, siyasete sokan, dışişleri bakanı olmasında etkin rol oynayan Cumhurbaşkanı Gül’ün adını bir kez bile anmadı. AK Parti’nin belde ve köy temsilcilerine kadar selamlamadık kimseyi bırakmadı. Cumhurbaşkanı bu konuyla ilgili tek kelime etmedi. Ancak Davutoğlu’nun konuşmasını okuduğunda yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Yüz ifadesi her şeyi anlatıyordu.

 

Sen Suriye’nin dışişleri bakanı mısın?

 

Gül, hükümetin genelde dış politikasını, özellikle de Suriye ve Mısır dış politikalarını doğru bulmuyordu. Başbakan Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun sanki Türkiye’den çok Mısır ve Suriye’nin başbakanı ve dışişleri bakanı gibi davranarak çok ileri gittiğini, bunun Türkiye’nin menfaatlerine de aykırı olduğunu, kantarın topuzunun kaçtığını düşünüyordu. Bunu Davutoğlu’nun yüzüne de söyledi.

 

İkili oynayanları biliyordu

 

Gül’ü ikna etmek için AK Parti’den ziyarete gelen bakan ve milletvekilleri çok fazlaydı. Ama ortada bir sorun vardı. Yanına gelip “Ne olur partinin başına geçin” diyenler, birkaç istisna dışında partinin içinde, TBMM’de Abdullah Gül’ün adını dahi telaffuz etmekten çekiniyorlardı. Ayrıca ikili oynayanlar, yani Köşk’te başka, aşağıda başka konuşanlar da vardı. Ve bunlar Gül’ün kulağına da geliyordu.

 

Bülent Arınç’ı istifadan döndürdü

 

4 Kasım 2013’te Başbakan kızlı erkekli aynı evde kalan öğrencilerin denetleneceğini söyledi. Arınç bunu kesin bir dille yalanladı. “Asparagas” dedi. Başbakan ise ertesi gün Arınç’ı açığa düşürdü. Arınç “Birilerinin kum torbası olmak istemem” dedi. (...) Başbakan karşılaşmalarında Arınç’a son derece sert tepki göstermiş ve yaralayıcı ifadeler kullanmıştı. Arınç da kırgın ve küskün bir şekilde istifa kararı alıp evine çekilmişti. Geri dönmeye niyeti yoktu. Arınç, Gezi olayları sırasında da istifanın eşiğine gelmişti. Aynı günün akşamı geç saatlerde üç bakan Gül’den acil randevu talebinde bulundu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Kültür Bakanı Ömer Çelik... Devreye girmesini rica ettiler. Gül, telefonla Arınç’ı aradı ve uzun bir görüşmenin sonunda onu zor da olsa kararından vazgeçirdi.

İlgili Haberler