31 Ocak 2020 15:20
HDP Sözcüsü Günay Kubilay, Başkentgaz'ın Kızılay üzerinden 8 milyon doları Ensar Vakfı'na bağışlaması hakkında "Bağımsız ve tarafsız bir yargının olduğu bir ülkede dahi böyle bir durumda savcıların harekete geçmesi gerekmez mi?" diye sordu. Kızılay'ın 'yasal payanda' olarak kullanıldığını ifade eden Kubilay, "Kızılay Başkanı ve Kızılay’ı ‘yasal payanda’ olarak kullanan bütün yöneticiler derhal istifa etmeli ve yargı önünde hesap vermelidir" dedi.
HDP Sözcüsü Günay Kubilay, partisinin genel merkezinde düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Kubilay, şöyle konuştu:
"Basın toplantımızın yapıldığı bu saatlerde MYK toplantımız da devam ediyor. Bu zaman dilimine kadar MYK toplantımızda görüşülen ve sonuçlandırılan bazı konu başlıklarını kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz.
Öncelikle depremde yaşamını yitiren bütün yurttaşlara rahmet, ailelerine ve yakınlarına sabırlar diliyoruz. Yaralılara acil şifalar diliyoruz. Deprem Türkiye’de iyileşmemiş, sadece üstü örtülmüş bir yaranın yeniden deşilmesine yol açtı. Türkiye birinci dereceden deprem bölgesinde yer alan bir ülke olmasına rağmen, bütün bilimsel veriler ve uyarılar dikkate alınmaksızın, ranta dayalı bir kentleşme, deprem realitesi göz ardı edilerek gerçekleştirilen yapılaşma devam ediyor. Böyle devam ettikçe de her depremde hepimizi büyük acılara boğan insanlık trajedileriyle yüz yüze geliyoruz.
Bunun kadar kötü olan bir başka olgu ise, halka hesap vermek yerine halkı tehdit ederek hikmetinden sual olunmaz bir despotik iktidar anlayışının hayatın her alanına sirayet etmiş olmasıdır. Halk soruyor; deprem vergilerini nereye harcadınız? Soylu soru soranları susturmak için tersliyor, tehdit ediyor, soruşturma açtırıyor ediyor. Erdoğan: ‘Hesap verecek zamanımız yok. Harcanması gereken yere harcadık' diyor. İyi de nereye harcadınız?
Anlaşılan o ki, 20 yılda toplanmış olan yaklaşık 73 milyar lira depreme harcanmamış. Bu paranın akıbeti de belli değil. Çünkü, ortada halka hesap veren, halkın parasını halka hizmet olarak döndüren bir iktidar yok. Depreme en küçük yatırım yapılsaydı, gece gündüz ballandıra ballandıra anlatır dururlardı. Yatırım yapılsaydı Elazığ’da bunca insan ölür müydü?
Erdoğan ‘depremi önlemek mümkün değil’ demiş. Deprem bir doğal afet, önlenemiyor. Ama bir doğal afetin ölümcül bir felakete dönüşmesi pekâlâ önlemek mümkün. Bunun için ranta değil, insana ve yaşama öncelik vermek gerekir. Ne var ki, böyle bir siyasi anlayışı bu iktidarda aramak nafiledir ve derin bir karanlık kuyuda mumla iğne aramak gibidir.
Bildiğiniz gibi HDP’li belediyelerin yardımları ‘Kızılay ve AFAD ile işbirliği olmadığı’ gerekçesiyle reddedildi. Basına yansıyan haberlere bakıldığı zaman Elazığ’da yüzlerce depremzedeye yardım ulaştırılmadığı görülüyor. Özellikle Fevzi Çakmak Mahallesi ile Yıldızbağlar Mahallesi’nde yaşayan Alevi yurttaşlara hala yardım ulaştırılmadığını, çadır temin edilmediğini, Alevilere yönelik ayrımcılığa depremde dahi devam edildiğini belirtmek istiyoruz.
HDP olarak sadece yardımlar değil, deprem vergilerinin nereye harcandığının araştırılması için verdiğimiz önerge de yine AKP-MHP oylarıyla reddedildi. Peki, halkın vergilerini ve kamu kaynaklarını halkın yararına kullanan, açık ve şeffaf bir iktidar hakikatin açığa çıkmasına neden karşı çıkar ki?
Bu gerçeği birkaç gün önce kamuoyuna yansıyan Kızılay’ın aracılık ettiği para transferiyle ortaya saçılan hakikat, halkın vergilerini ve kamu kaynaklarını çalmak, yandaş sermaye gruplarına, vakıflara, derneklere aktarmak için yasaların nasıl istismar edildiğini, etik değerlerin nasıl yok edildiğini ibretle görmüş olduk.
Hikâyeyi sadeleştirerek bir kez daha aktaralım: Başkentgaz adındaki özel şirket 2017’de Kızılay’a 8 milyon dolarlık bağış yapmış. Ancak şirket bu paranın 75 bin dolarını Kızılay’a, kalan 7 milyon 925 bin dolarını da Ensar Vakfı’na transfer edilmesi şartını koşmuş. Bu şirket AKP’ye yakın, adı pek çok kez çocuk istismarına karışmış, şaibeli bir vakfa neden doğrudan bağış yapmamış da Kızılay’ı payanda olarak kullanmış? Bu sorunun yanıtı çok önemli. Doğrudan yapmamış çünkü, vergiden muaf kamuya ait bir dernek statüsündeki Kızılay’a 75 bin dolarlık küçük bir rüşvet vererek ‘yasal payanda’ olarak kullanmış. Bağış Kızılay’a yapılmış gösterilmiş. Böylece hem şirket 1,5 milyon dolar vergiyi kaçırmaya yasal kılıf uydurmuş, hem de adı şaibeli bir vakfa Kızılay vasıtasıyla kamu maliyesinden para aktarmış. Peki parayı aktaran özel bir şirket olduğu halde neden kamu maliyesinden aktarılmış diyoruz?
Kamu maliyesi diyoruz çünkü, bu şirket kamudan bolca ihale alan bir şirket ve bu kadar cömert olmasının nedeni de bağış yaptığı kendi parası değil. Yine kamuoyundan gizli olarak, fahiş fiyatlarla, milyarlarca dolara aldıkları kamu ihalelerinden 8 milyon dolar gibi "küçük" bir miktar parayı AKP yanlısı vakıf veya derneklere aktarıyorlar. Anlaşılan o ki, aktarılacak miktarlar bile verilen kamu ihalelerine daha baştan dahil ediliyor.
Bildiklerimiz veya kamuoyuna yansıyanlar devede kulak bile değil. Kamu ihaleleri, imar rantları, servet transferi ve yasalara uydurulmuş ihalelerle sınırlı kalmıyor. Eşeledikçe daha hangi türden kirli işlerin ve ilişkilerin açığa çıkacağını göreceğiz.
Küçük bir rüşvete bütün etik değerleri ayaklar altına alarak topluma zor zamanlarda yardım amacıyla kurulmuş bir derneği payanda olarak kullanmakta bir beis görmeyen ve deprem gecesi SMS ile halktan 10 lira yardım isteyen Kızılay’ın başkanı Kerem Kınık’ın açıklaması büyük bir yozlaşma ve çürüme halini ortaya koyuyor. Kızılay Başkanına göre ‘Bu vergi kaçırmak değil, vergiden kaçınmakmış… Ne kadar utanç verici… Bırakınız demokrasiyi demokrasinin D’sinin olduğu bir ülkede dahi kamu hizmeti gören bir dernek böyle bir kirli işe payanda yapılamaz, başkanı böyle konuşamaz ve o koltukta bir dakika dahi kalamaz.
Bağımsız ve tarafsız bir yargının olduğu bir ülkede dahi böyle bir durumda savcıların harekete geçmesi, kapsamlı bir soruşturma başlatması, doğrudan ya da dolaylı bu kirli işe alet olmuş kim varsa, yargı önüne çıkarması gerekmez mi? O zaman biz söyleyelim: Kızılay Başkanı ve Kızılay’ı ‘yasal payanda’ olarak kullanan bütün yöneticiler derhal istifa etmeli ve yargı önünde hesap vermelidir.
Şimdi depreme dönecek olursak, deprem vergileri nereye harcanıyor? Belli değil mi? Neden açıklanacak zaman olmadığı daha iyi anlaşılıyor mu? İstanbul’da deprem bekleniyor. Böyle bir durumda binlerce insan yaşamını yitirebilir, binlerce bina yıkılabilir. İstanbul depreme hazır mı, değil? Neden hazır değil çünkü, depreme yönelik önlem alınacağına Kanal İstanbul gibi yıkım projelerine öncelik veriliyor. Peki İstanbul’a her bakımdan büyük bir yıkım anlamına gelen kanal ısrarının nedeni daha iyi anlaşılmıyor mu? Halkın vergilerini yandaş sermaye gruplarına, yandaş vakıflara, derneklere aktaran iktidar, yeni kaynak yaratmak için zam üstüne zam yapıyor.
Sizler de emekçiler olarak kendi hayatlarınızdan da bildiğiniz gibi bu kış doğalgaz faturası 2018 kışına kıyasla tam yüzde 59,3 daha fazla. İki yıl içerisinde elektriğe yüzde 71, doğalgaza yüzde 62 zam yapıldı. Faturasını ödeyemediği için 14,5 milyon insanın elektriği, 5,4 milyon ailenin doğalgazı kesildi. İnsanlar kredi kartıyla, taksitle doğalgaz alıyor!
Bu Berat Albayrak’ın “ekonomi iyi gidiyor” sözlerinin nasıl büyük bir yalan olduğunu açıkça gösteriyor. İyi giden ekonomi bu mu? İnsanlar evlerinde kombi yakmaksızın, battaniyelere sarınarak oturup kışı geçirmeye çalışıyorlar.
İnsanlar yaşamak için ısınmaya, elektriğe, suya ihtiyaçları var. Bu nedenle bu zamlar geri çekilmelidir. Yoksullara, dar gelirlilere temel ihtiyaçlarını karşılayacak miktarda doğalgaz, elektrik ve su bedelsiz verilmelidir.
Cezaevlerinde yaşanan hak ihlalleri son dönemlerde çok ciddi bir artış göstermektedir. Tutsakların en fazla maruz kaldığı hak ihlallerini sıralayacak olursak… Tek kişilik hücrelere konulmaları, süngerli oda uygulamaları, cezaevi görevlilerinin uyguladığı kötü muamele, yiyecek miktarının azlığı, yemeklerin hijyenik olmayışı, disiplin cezalarının keyfi bir biçimde uygulanması, mektupların tutsaklara ulaştırılmaması, kalabalık koğuşlar, hasta tutsakların tedavi süreçlerinin aksatılması, kelepçeli muayene dayatması, ilaçların verilmemesi, kitap ve yayınların verilmemesi ve toplatılması, sohbet hakkı, spor ve kültürel faaliyetlerin kısıtlanması, kaloriferlerin yanmaması, anneleriyle birlikte cezaevinde kalan çocukların ihtiyaçlarının gözetilmemesi, ziyaretçilere yönelik onur kırıcı davranışlar gösterilmesi, ziyaret hakkının engellenmesi, çıplak arama uygulamaları, mahrem alanlara kameralar konulması gibi en temel haklarına ilişkin ihlallerdir.
İnsan Hakları Derneği'nin Ekim 2019 verilerine göre; 220 bin kapasiteli Türkiye cezaevlerinde kapasitesini aşan bir şekilde yaklaşık 280 bin kişi bulunmaktadır. Bunlar arasında 457'si ağır olmak üzere 1334 hasta tutsak bulunmaktadır.
Biz buradan bir kez daha iktidara çağrı yapıyoruz: Cezaevlerinde işkence, kötü muamele ve keyfi yasakların önüne geçiniz. Hasta tutsakların infazını bir an önce durdurunuz, sağlığa erişim hakkının insan onuruna yakışır bir hale getirilmesi ve ağır hasta tutsakların durumuna ilişkin çözüm sağlanması amacıyla gerekli girişimlerde bulununuz.
Suriye’de Türkiye-Rusya ilişkilerinin de bir eşiğe gelip dayandığını görüyoruz. Erdoğan Rusya’ya ilk defa açıktan sert tepki göstererek ‘Şu anda Astana diye bir şey kalmadı. (…) Şu an itibarıyla maalesef Rusya Astana’ya ya da Soçi’ye de sadık değil. Rusya ya Suriye’yle olan süreci farklı yürütecek ya da Türkiye’yle olan süreci farklı yürütecek, bunun başka yolu yok.’ diye açıklama yapmış.
HDP olarak, en başından beri Soçi ve Astana’nın amacına ulaşmasının mümkün olmadığını söylemiştik. Bizim defalarca dile getirdiğimizi, Erdoğan dün dile getirmiştir. Çünkü sahadaki hakikatten kaçacak bir yol kalmamıştır. Çünkü Soçi ve Astana’daki hesap İdlib’te tutmamıştır.
Erdoğan’ın Soçi ve Astana dediği anlaşmalarda Türkiye’nin en önemli sorumluluğu cihatçıların silahsızlandırmasını sağlamaktı. Durum tam tersi oldu. Bu gruplardan birisi olan HTŞ anlaşmanın sağlandığı ilk günlerde İdlib’in yüzde 40’ında hüküm sürerken bugün tamamına yayılmış durumda. Daha önemlisi iktidarın IŞİD artığı bu örgütleri hala direnişçi olarak görmesi ve bir süre sonra Türkiye’de büyük bir iç sorun haline gelmesi yüksek olasılık olan bu örgüt mensuplarına toz kondurulmuyor oluşu…
Suriye’de yapılacak olan Putin olmadı Trump’a, Trump olmadı Putin’e koşmak değil. Türkiye yan yollara sapmaktan vazgeçmeli, Suriye topraklarından çıkmalıdır. Askeri varlığına son vermeli ve barışçıl politikalara dönmelidir. Suriye halklarının iradesine dayalı demokratik bir siyasi çözüme katkılı olacak girişimlerde bulunmak, Kürtler dahil, Suriye halklarına gereken insani yardımı yapmak, komşuluk bağlarını güçlendirmek olmalıdır.
29 Ocak’ta ABD Başkanı Trump ve İsrail Başbakanı Netenyahu, Washington’da ekranlar karşısına çıkıp birlikte “Yüzyılın Anlaşması” adlı bir plan sundular. Bunun adı olsa olsa ‘Yüzyılın Dayatması’ olabilir. Her şeyden önce anlaşma olabilmesi için tarafların karşılıklı rızasına dayalı olması gerekir. Bu bir anlaşma değil, dayatma olduğu için Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas sert bir dille bu dayatmayı reddetti ve direnişe devam dedi.
Böyle bir dayatmayı dünya kamuoyuna anlaşma diye aktarmak, her şeyden önce Filistin halkına büyük bir hakarettir. Bu dayatmayla yapılmak istenen işgal edilmiş Filistin topraklarının ilhak edilmesinden ve giderek Filistin’in sömürgeleştirilmesinden başka bir anlama gelmiyor.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı bu dayatmaya “Filistin topraklarını gasp etmeyi hedefleyen bir ilhak planıdır” demiş ve “Filistin topraklarında bağımsız Filistin için çalışmaya devam” sözü vermiş, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkının altını çizmiş.
Bu cümleleri kuran iktidar sözlerinin gereğini yapacak mı göreceğiz. Ancak görünen köy kılavuz istemezmiş. Şimdi Filistin bütün dünyanın gözü önünde ilhak edilmek ve sömürgeleştirilmek isteniyor. Erdoğan ve iktidarı sözünde samimiyse, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkına ilkesel yaklaşıyorsa, İsrail devletiyle Türkiye adına yapılmış olan bütün ticari ve askeri anlaşmalara son vererek bu samimiyetini ve ilkesel yaklaşımını ortaya koymasını, Filistin halkıyla hamasetin ötesinde gerçek bir dayanışma örneği göstermesini bekliyoruz.
Erdoğan eğer Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını göz boyamak için değil de ilkesel olarak ele alıyorsa, bu yaklaşımı bölgenin ezilen kadim halklarından olan Kürtlerin de kendi kaderini tayin hakkı için de göstermesini ve Kürtlerin doğup büyüdükleri ülke halklarıyla eşit haklar temelinde birlikte bir yaşam taleplerine saygılı olmaya çağırıyoruz.
HDP olarak, İsrail’in Filistin topraklarını işgaline son veren, iki devletli, adil ve demokratik bir çözümü desteklediğimizi vurgulamak istiyor, Filistin halklarıyla tam bir dayanışma içinde olduğumuzun altını bir kez daha çiziyoruz. Bu kapsamda, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, tüm uluslararası kurum ve kuruluşları, adil ve demokratik bir barış planı için inisiyatif almaya davet ediyoruz.
Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesinde yaşayan ve 11 Ocak’tan beri kayıp olan Süryani yurttaşlar Hürzüz Diril ile eşi Şimon Diril’den bugüne kadar haber alınamamıştır. HDP olarak, bu yurttaşların bir an önce bulunması ve hangi güçlerin kaybolmalarında parmağı varsa derhal açığa çıkarılmasını istiyoruz. Devlet yetkilileri bu konuya dair gizlilik kararı almak yerine yurttaşların bulunması için seferber olmaya çağırıyoruz.
5 Ocak’tan itibaren Munzur Üniversitesi öğrencisi Gülistan Doku’nun akıbeti ile ilgili net bir bilgi yoktur. 26 gündür 7-24 izlenen ve takip edilen kentte ‘Gülistan Doku’ya ne oldu?’ sorusunun yanıtı verilmiyor. Dersim’de hem İl Yönetimiz hem de Kadın Meclisimiz yakinen takip ediyor. Aile ve arkadaşlarıyla görüşüyor. İzlenimimiz odur ki, açık ve şeffaf bir soruşturma yürütülmüyor. İntihar vakası olarak gösterilmeye çalışılarak bir sır perdesinin aralanmak istenmediğine dair kanaatlerimizi güçlendirmiştir. Bu durum tıpkı diğer kadın cinayetleri, şüpheli kadın intiharları ve kayıplar gibi üzerinin örtülmek istendiğini ve bir süre sonra unutulmak istediğine dair şüpheler yaratmıştır. Yetkilileri bu konuda açık ve şeffaf bir soruşturmaya yürütmeye, Gülistan Doku’nun akıbeti hakkında doğru bilgi vermeye çağırıyoruz.
Çin’de baş gösteren, dünyanın pek çok ülkesine yayılan ve öldürücü bir virüs olduğu bilinen corona virüs ile ilgili başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere iktidarı gerekli tedbirleri almaya çağırıyoruz.
Bu vesileyle 5 Şubat’ta Birleşik Metal İş Sendikası öncülüğünde insanca yaşanacak bir ücret ve sosyal haklar için greve çıkacak olan metal işçilerini selamlıyoruz. HDP olarak ihtiyaç duyacakları her türlü desteği vermeye, dayanışmayı göstermeye hazır olduğumuzu belirtiyoruz. İç birliğini koruyan, üretimden gelen gücünü kullanan, kitlesel olarak greve bayrağını dalgalandıran metal işçisinin kazanacağına yürekten inanıyor, başarılar diliyoruz.
© Tüm hakları saklıdır.