DW Türkçe: Son kitabınız “Yedikule” 1930’lu yılların İstanbul’unda geçiyor. Türk – Alman ilişkilerinin çok da işlenmemiş bir alanına yöneldiniz. Sizi bu yer ve zamanı seçmeye iten neydi?
Feridun Zaimoğlu: Daha 1500’lü yıllarda Türkiye’ye gelen Alman göçmenler olduğunu biliyorum. Benim ailemin de göçmen bir geçmişi var: baba tarafım Bulgar, anne tarafım ise Kafkas göçmeni. Beni bu kitabı yazmaya iten şey bir sürgün ve kaçış hikayesi değil, bir vatan bulma hikayesi yazma isteğiydi. Daha sonra bunu bu zamanlarda bir çocuğun gözünden anlatma fikri ortaya çıktı.
DW Türkçe: Okurları bu kitapta nasıl bir yolculuk bekliyor?
Zaimoğlu: Ben - son zamanlarda çokça yapıldığı gibi - bir insanın psikolojisi, bilgisi veya yaşantısı üzerine laf cambazlığı yapan bir yazar değilim. Okurları bekleyen şey, Alman bir “oğlanın” gözünden kendi hayatının 12-14 yıllık bir bölümü. Bu kitapta bir semtin, eski usüllerle işleyen bir toplumun hikayesi anlatılıyor. Okurları aynı zamanda farklı bir İstanbul resmi de bekliyor. Üstüne yazılıp çizilen İstanbul semtlerinin çoğunlukla halkın eğlenceli bulduğu semtler olduğunu düşünüyorum. Ben ise fakir ve istenmeyen karakterleri kahramanlaştırmayı seviyorum.
DW Türkçe: Kitabı yazarken neler hissettiniz?
Zaimoğlu: Bir çocuğun kimsesizlik duygusunu işlemek istedim, hikayenin kahramanı Wolf annesiz büyümek zorunda olan bir çocuk. Bu kitabı yazarken babamın hikayesini ve kendi hikayemi de çok düşündüm. Ancak sonunda hayal gücüme güvenmeyi daha uygun buldum. Kitabı yazarken kendimi hikayenin anlatıcısı konumunda bir aracı gibi hissettim. Kitap tamamlandığında kendimi Wolf’un dünyasında sürgüne uğramış gibi hissediyordum.
DW Türkçe: Almancada “Multikulturalität” olarak geçen çok kültürlülük sizin hikayelerinizde çokça hissediliyor. Siz kendi hayatınızda bunu nasıl yaşıyorsunuz?
Zaimoğlu: “Multikulturalität” yabancı bir kelime ve hiçbir yabancı kelime hayattan daha güçlü değil. Bana içinde bulunduğum koşulları yabancı kelimeler ve sosyoloji terimleri ile basitleştirmeye çalışmak her zaman çok zor gelmiştir. Çok kültürlülükle kastedilen – ki yirmi yıldır çoğunlukla bu kastediliyor – iki yemek menüsünün birlikte var olabilmesi ise, bu bence yeterli değil.
DW Türkçe: İki ülkeye de hakim bir yazar olarak iki ülke arasındaki etkileşimi hangi noktada görüyorsunuz ve bu etkileşim nasıl ilerletilebilir?
Zaimoğlu: Özeleştiri benim için her zaman çok önemli olmuştur. Gelişim isteniyorsa gerçeklerin yalnızca bir kısmını değil, tamamını konuşmak gerekir. Eğer biz – Türkiyeli Almanlar olarak – bu abartılı memleket güzellemelerinden kurtulabilseydik iyi olurdu. Bence artık kendimizi sürgüne gönderilmiş gibi hissetmeyi bırakmamız gerekiyor.
DW Türkçe: İki ülke arasındaki ilişkilerde mültecilerin durumu da oldukça etkili şu günlerde. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Zaimoğlu: Sayın Merkel’in tutumu gerçekten şaşkınlık verici. Daha dün Erdoğan düşmanken bugün Merkel kendisine tehlike anındaki kurtarıcımızmış gibi davranıyor. Bu durum tabii ki çaresizlikle de ilintili. Alman politikacıların daha sağduyulu davranmalarını umuyorum, ancak bu yakın zamanda gerçekleşeceğe benzemiyor. Kimse mültecileri beklemiyordu. Geldiler ve ilk günler gerçekten harikaydı, ancak şimdi birçok olumsuzluğa katlanmak zorunda kalacaklar. Birçoğu ile de konuşma fırsatım oldu ve savaştan kaçıp burada güvende oldukları için oldukça minnettar olduklarını düşünüyorum. Ben göçmenlerin tarafındayım, ancak aynı zamanda akıllarında soru işareti olanların da tarafındayım. Göçmenlerle ilgili şüpheleri olan bu insanlara Nazi muamelesi yapılmasını çok acı buluyorum. Burada bahsettiklerim tabii ki Pegida ve AfD destekçileri değil. Yalnızca bir buçuk milyon göçmenin Almanya’ya yerleşmesi durumunda toplumsal anlamda bir değişim yaşanacağını fark edenlerden bahsediyorum. Onların da göz ardı edilmemesi gerekir.