03 Ekim 2016 03:00
“Silivri'deki yerleşke, en son teknolojik donanım, azami güvenlik, engelli hükümlüler için oluşturulan odaları ve 11 bin 16 kişilik kapasitesiyle dikkat çekiyor. Modern ve hijyenik koşulların tam olarak sağlandığı mutfağı ve günde 30 bin ekmek çıkarabilecek kapasitedeki ekmek fırını, çamaşırhanesi, bulaşıkhanesi olan yerleşkede, açık görüş yerlerinde çocuklar için oyun parkları da bulunuyor.”
Anadolu Ajansı’nın Mart 2008’de “Avrupa’nın en büyüğü” diyerek yukarıdaki ifadelerle servis ettiği haber Silivri Cezaevi’ne ilişkin. Giriş çıkışların göz taraması ile yapılacağının duyurulduğu habere göre, inşaatı yakın zamanda tamamlandıktan sonra Silivri’ye transfer edilen mahkûmlar ‘Avrupa standartlarındaki’ bu cezaevinde kaldıkları için ‘şanslı’ olduklarını söylüyorlar: “Burada insanın evinde bile bulamadığı sosyal yaşam için her şey var. Sunulan lüks yaşamın üstünde bir yaşam tarzı.”
Aradan geçen 8 yıl, ajansın haberinin doğruluğu hakkında içeriden bilgi verebilecek binlerce insan yarattı. İçeriye girmeyenlerden kimi Silivri Cezaevi mahreçli kitapları okudu, kimi davaları izlemek için sayıları artan minibüslere veya 303B numaralı otobüslere bindi, kimi bir gazetecinin başka bir gazeteciye yatağını ısıtabilmesi için damacanaya ılık su doldurmasını tavsiye etmesine tanık oldu. 8 yılda çok şey değişti, ama Silivri Cezaevi’nin Türkiye’nin siyasi gelişmelerinin aynası olma statüsü değişmedi. Adalet zar attı; Silivri mağdur da gördü, iktidardan kopardığı ısırıklarla o mağduriyetlerin sebebi olmuş bir kısım muktedir de.
Ergenekon, Balyoz, KCK ve şike davaları, iktidarın tarifiyle ‘FETÖ kumpası’nın ürünlerine dönüşürken eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’dan Cumhuriyet’in müteveffa yazarı İlhan Selçuk’a, Prof. Büşra Ersanlı’dan Fenerbahçe Kulubü Başkanı Aziz Yıldırım’a, gazeteci Ahmet Şık’tan emekli orgeneral Hasan Iğsız’a uzanan ‘Silivri’de yargılanan ve/veya tutuklu yatanlar’ listesi yerini yenisine bıraktı. 15 Temmuz darbe girişimi ertesinde, bugün Ali Bulaç, Ahmet veMehmet Altan, Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan Silivri Cezaevi’nde tutuklu. Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’nde yatanlar arasında ise Nazlı Ilıcak ve Nuriye Akman ile Özgür Gündem davasından Necmiye Alpay ve Aslı Erdoğan da bulunuyor.
Listedeki isimler ve suçlamalar farklı ancak Silivri Cezaevi’nin yanı sıra dünden bugüne değişmeyen başka manzaralar da var; telaş, korku, hak ihlalleri ve ihlallere ilişkin suskunluk. Konuşmanın olası tehlikelerinden öte izahının da zor olduğu bu dönemi nasıl izlediğini öğrenmek için Mardin Artuklu Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde öğretim üyeliği yapan Yard. Doç. Hidayet Şefkatli Tuksal’ın kapısını çaldık. Zira vicdan sicilini zaman ayarlı suskunluklarla doldurmayan Tuksal, içinden geçtiğimiz dönemin muhafazakâr dünyada yol açtığı kırılmaları da aktarabilecek sayılı isimden biri.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra imam hatip okullarında öğretmenlik yapan Tuksal, 1990’larda yaptığı doktorasını “Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri” başlığıyla kitaplaştırdı. Başkent Kadın Platformu gibi sivil siyaset alanlarında ciddi bir mesai harcadı, kadın haklarını savunduğu için bazı dindar çevrelerde eleştirildi. Tuksal, gazete yazarı olarak görüşlerini önce Star gazetesinde, ardından Ahmet Altan’ın yayın yönetmenliği döneminde Taraf’ta paylaştı. Son dönemde yazıları serbestiyet.com sitesinde yayımlanan Hidayet Şefkatli Tuksal, gönderdiğimiz yazılı sorularda, söz, tutuklama gerekçesi olarak Taraf'taki yayınları da öne sürülen Altan’a gelince şunu not düşüyor:
“Birileri sormaz mı, eğer Ahmet Altan suçluysa, o davalara siyaseten büyük bir coşkuyla sahip çıkan siyasetçiler neden dışarıda geziyor? Böyle bir suçlamanın eninde sonunda o süreçte siyasi sorumluluğu elinde tutanlara uzanabileceğini düşünemiyorlar mı? Gerçekten aklım almıyor.”
Tuksal, muhafazakâr mahallenin bölündüğünü, dostlukların son bulduğunu vurgularken tutuklanan İslamcı yazar Ali Bulaç'ın yalnız bırakıldığını belirtiyor, diğer yandan başlangıçta AKP'ye destek veren liberallerin en çok haksızlığa uğrayan grup olduğunu anlatıyor.
Söyleşiye Fethullah Gülen cemaatinin kendi gözünden biyografisini yazarak başlayan Tuksal’ın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar için buyrun.
- Fethullah Gülen cemaatini, filizlendiği 1970’lerden itibaren siz nasıl izlediniz? Yapı, Hidayet Şefkatli Tuksal’ın gözünde on yıllar içinde hangi çıkışlarıyla, nasıl şekillendi?
1970’lerde çocuktum, etrafımda bu yapıyla ilgili herhangi bir belirti yoktu. 1980’de ilahiyata başladığımda cemaatten öğrenciler vardı, sessiz kendi hallerinde insanlardı ama bizi en kızdıran özellikleri başörtüsü yasaklarına karşı protestolara katılmamaları, derslere girip çıkmalarıydı. 90’lardan itibaren okullar, dershaneler, sağlık kurumları ile belirginleşmeye başladılar. Ben hiç içlerinde olmadım, ama arkadaşlarım vardı, cemaate bağlılıkları çok güçlüydü, cemaat adeta bütün hayatlarının merkezinde yer alıyordu.
O zamanlar daha çok cemaatin insan devşirme siyaseti dikkatimi çekiyordu. Öğrencilikten itibaren el attıkları genç talebelerin önce aileleriyle aralarına saygılı bir mesafe koymalarını sağlıyorlardı. Çocuklar ailelerine karşı çok saygılıydılar ancak cemaatin hiyerarşisi içindeydiler, ailelerin çocukları üzerinde herhangi bir salâhiyeti kalmıyordu. Çocuğun geleceğine, mesleğine vs. cemaat karar veriyordu. Bir de hiçbir şeyi tartışmamaları, adeta görünmez, fark edilmez olmayı bir davranış tarzı olarak benimsemeleri dikkat çekiyordu. Üniversitelerde, bürokraside, her yerde böyle sessiz, sedasız, hiçbir şeye karışmayan tipler olarak görüyorduk cemaat mensuplarını. Bunu bir tür kişiliksizlik olarak algılıyorduk. Cemaat şemsiyesi altında kendi kişiliğini kaybetme, cemaatin bir robotu haline gelme… Ama onlar bunu bir tür adanmışlık olarak görüyorlardı ve cemaat olmanın bunu gerektirdiğini savunuyorlardı.
28 Şubat sürecinde Fethullah Gülen’in tavırları Milli Görüş camiasını rahatsız etse de cemaate karşı genel bir husumet oluşmadı, zaten o süreçte ordudan atılan askerler nedeniyle cemaat de bir tür mağdur konumundaydı. Ayrıca 90’lı yıllarda cemaatin hem yurt içi, hem de yurt dışındaki eğitim, ticaret ve siyasi lobi çalışmaları pek çok kesimden takdir topluyordu.
2000’li yıllar ise cemaatin Ak Parti ile atağa geçtiği yıllar oldu; demokratikleşme, askeri vesayetin geriletilmesi, sivil toplumun güçlendirilmesi gibi konularda, Türkiye’de farklı kesimlerden gelen akademisyenleri, yazarları, politikacıları, sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiren Abant toplantıları herkesin hatırında. Kalabalık iş adamları, milletvekilleri ile yurt dışı seyahatleri, dinlerarası diyalog çalışmaları, seçimlerde Ak Parti’ye verilen destek, medyada etkili kurumların ortaya çıkması vs. gibi pek çok faaliyetle cemaat büyük bir başarı hikâyesini temsil ediyordu. Ancak hikâyenin bu görünen kısmının altında yatan paralel örgütlenme ağlarının etkileri o kadar görünür değildi, bu da kamuoyunda cemaatin zararsız bir hizmet cemaati olarak kabulünü kolaylaştırıyordu. Düşünün, bir yandan emniyetteki adamlarınız Hrant Dink cinayetinin içinde olacak, bir yandan da çok önemli bir adamınız cinayetten sonra kurulan Hrant Dink Vakfı’na çok yakın bir pozisyonda görünecek… (Tuksal, Dink Vakfı Danışma Kurulu üyelerinden Ağustos ayında vefat eden Cemal Uşşak’ı kast ediyor/T24) Ahmet Şık, Nedim Şener ve Hanefi Avcı’nın yazdıkları ve bunun sonucunda başlarına gelenler aslında bu ağlar hakkında ipuçları sunmaya başlamıştı. Ancak o sıralarda Ergenekon ve Balyoz davalarının yarattığı atmosfer, bu ipuçlarının ıskalanmasıyla ya da bilerek ihmal edilmesiyle sonuçlandı. Daha sonra kaset skandallarında da aynı ihmal yaşandı diye düşünüyorum. Cemaatin bir şekilde müdahil olduğu düşünülen daha pek çok olay yaşandığı halde yeterince ciddiye alınmadığı ve etkili bir karşı koyuş politikası oluşturulamadığı için, önce 17-25 Aralık süreci, sonra da 15 Temmuz darbe girişimleri ile - Cumhurbaşkanı’nın çeşitli vesilelerle ifade ettiği gibi - hiç ihtimal verilmeyen kanlı bir finalle bu günlere geldik.
- Gülen’in vaazlarını öne çıkaran hangi özellikleriydi? Nur cemaati içinde Gülen cemaatini ayıran ne oldu? Diğer cemaatlerden hangi noktalarda farklılıklar gösterdi?
Ben Gülen’in vaazlarını özel olarak takip etmedim ama o zamanlar kasetler halinde yayılıyordu. Hadis söyleşileri şeklinde takdim edilen bir setten bazılarını dinlemiştim, hadiste doktora yaptığım için. Geleneksel bir tutumu vardı, bir otorite yetkinliği içinde konuşuyordu, kaynaklara hakim görünüyordu. Bence bu görüntü, onun hem cemaat içindeki hem de diğer dindar insanlar arasındaki itibarını arttıran bir şeydi. Yani şöyle söyleyeyim: Resmen ilkokul mezunu bir vaiz olsa da, bilgi dağarcığı açısından medreseli bir âlim formatına sahipti. Hatta vaazlarında batılı felsefecilere de atıfta bulunduğu için, doğuyu ve batıyı meczetmiş bir âlim görüntüsündeydi.
Grup olarak yayınladıkları dergilerde - Nurculuğa paralel bir tutumla - bilimsel verilerden hareketle ‘iman hakikatlerini anlatma’ gibi bir misyonu yerine getirmeye çalışıyorlardı. Sızıntı dergisi, bugün adından istihza ile söz edilse de, o günlerde dindar insanlardaki büyük bir ezikliğe çare sunuyordu: Din bilime karşı değildi, bilim de zaten insanı Allah’a götürüyordu.
Gülen cemaatini diğer Nurcu gruplardan ayıran iki önemli faktör görüyorum. Biri Gülen grubunun devlete ilişkin tutumu, diğeri de buna bağlı olarak Risale-i Nur tedrisatının ötesinde plan ve projelerinin olmasıydı.
Genel olarak Nurcular, Risale-i Nur tedrisatını, batılılaşma dayatmasıyla kendi öz kimliğinden koparılmış insanları mevcut sistemin yozlaştırıcı ve yabancılaştırıcı etkilerinden kurtarmak, imanla beraber doğulu Müslüman kimliğine geri döndürmek için temel bir yöntem olarak görüyorlardı. Hatta Zehracılar gibi Kürt Nurcular, bunu doğulu Müslüman Kürt kimliğinin inşası için bir yöntem olarak görüyorlardı. Bu da hemen her zaman devletin kurucu ideolojisine ve devleti temsil eden güçlere karşı doğal bir muhalefeti ana zemin haline getiriyordu.
İşte Gülen cemaatiyle diğer Nurcuları ayıran temel özellik, Gülen’in açıkça ‘devlet’ kurumuna sahip çıkmasıyla ortaya çıkan duruş farklılığı oldu bence. Gülen hem antikomünist dernekler kurduğu günlerde, hem de daha sonra, devletin kurucu elit kadrosuna - mesela Atatürk’e - muhalif (hatta belki de düşman) olmakla birlikte, bu kadroyla devlet kurumunu ayrıştırıp, devlete sahip çıkan söylemleriyle diğer Nurculardan farklılaştı. Bu da yine yurdum insanının başka bir ezikliğine hitap eden, başka bir yarasına merhem olan bir politika oldu. Yıllar yılı devleti bir heyula gibi görerek ondan ürken, çekinen insanlar, bu heyulayla başa çıkma yöntemi olarak, sessiz ve derinden yöntemlerle onu ele geçirme fikrine oldukça sıcak baktılar. Gülen cemaatinin halk arasında diğer Nurculara göre daha fazla taraftar bulmasında, devlete düşmanlık etme yerine devleti kendi insanlarıyla yeniden oluşturma idealinin önemli payı olduğunu düşünüyorum.
- Şubat, 2015’teki söyleşimizde “O zamanlar kimse cemaat aleyhine açıkça konuşmaya cesaret edemiyordu. İlginç bir korku duvarı vardı. Bir TV kanalı yöneticisi kendisinin cemaat hakkında asla konuşmadığını bir itiraf olarak söylemişti” demiştiniz. 15 Temmuz’a gelene kadar cemaate dair konuşulmayanlar sizce neler oldu? Sizce bu konuşmama hali hangi makamlara kadar çıktı, ne derece yaygındı? Suskunluğun sebebi ve sonuçları sizce neler oldu?
Şimdi o yöneticinin her gün konuştuğunu söyleyerek lafıma başlayayım. Bir de suskunluk asıl 17-25 Aralık itibarıyla taraflar arasındaki kavganın alenileşmesiyle delindi diye düşünüyorum, 15 Temmuz öncesinde bozuldu yani. Ak Parti iktidarıyla birlikte her kurumda pek çok yönetici kadroya kavuşan Gülen cemaatinin, kadrolaştıkları her kurumdan özellikle diğer dindar insanları uzaklaştırdıkları bilinen, ama bir iki istisna dışında yazılıp çizilmeyen bir şeydi. Her şey gizli kapaklı olduğu için insanlar - ne olduğunu ve nasıl olduğunu tam olarak anlamasalar da - bu grubun büyük bir etki kabiliyetine sahip olduğunu hissediyorlardı. En kritik zamanlarda ortaya çıkan kasetler bence bütün bürokratlar ya da siyasetçiler için önemli bir gözdağıydı mesela. Başka yöntemlerle de bürokratlara, siyasetçilere, işadamlarına enselerinde olduklarını, kendileriyle iyi geçinmek mecburiyetinde bulunduklarını sezdiriyorlardı. Makamlarını, işlerini korumak isteyen kişilerin cemaati karşılarına almaları cesaret edilemez bir durumdu. Bir de gizli yapılanma olduğu için, gerçek kudretleri tahmin edilemiyordu, bu yüzden daha büyük bir korku hakimdi. Hatta Ak Parti içinde hoşnutsuzluklar ve engellemeler başladığında (cemaatin milletvekili adaylarının elenmesi gibi) bir yerlerden şöyle sözler yayıldığı benim kulağıma kadar geldi: “Elimizde öyle belgeler var ki, istediğimiz anda işlerini bitiririz.” Bu önemsenmeyecek bir tehdit değildi, nitekim Erdoğan’ın dershaneleri kapatma bahanesiyle cemaati harekete geçirdiği ve elini açmaya zorladığı söylendi. Yani, suskunluk siyaseti Gülen cemaatinin siyasi tasarruflarının ve hakimiyet kurma mücadelesinin net olarak ortaya çıkmasını engelliyordu sonuç olarak.
- 15 Temmuz darbe girişiminde sizi şaşırtanlar neler oldu? Gelişmeleri izlerken sizin kafanızı kurcalayan soru işaretleri nelerdi? ’15 Temmuz darbe teşebbüsü faili’ deyip iki nokta üst üste koyulduğunda verilen ‘FETÖ’ yanıtı sizi ne kadar tatmin ediyor, etmediği noktalar hangileri? Darbe girişimi, 17-25 Aralık öncesindeki hareket tarzlarını ‘maceralara girişmeyen’ olarak tanımladığınız Gülen cemaati profiline sizce ne kadar uyuyor? Uyuşmazlığı siz nasıl açıklıyorsunuz?
15 Temmuz’da Ankara’daydım ve o korkunç geceyi orada yaşadım. Gülen hareketinden her türlü siyasi komployu beklemekle birlikte, böyle bir darbe girişimini beklemiyordum doğrusu. Hesaplarını halkın korkup evine kapanması, Erdoğan ve ekibinin kolayca enterne edilmesi ve bu başarıldıktan sonra, ülkedeki Erdoğan karşıtlarından oluşan bir siyasi koalisyonla yola devam edilmesi üzerine kurmuş olduklarını düşünüyorum. Buna Batı da asla hayır demezdi ne yazık ki, bundan da eminim. Bu yüzden darbe teşebbüsünün faili oldukları konusunda bir kuşkum yok. Ama destekçileri konusunun yeterince ortaya çıkmadığını düşünüyorum. Kimler destek verdi bu olaya, tam olarak bilmiyoruz. Ortalıkta ABD başta olmak üzere, pek çok isim, pek çok iddia var, tam kanıtlanmış bir şey yok henüz. Gülen cemaati mensuplarının pek çoğunun da böyle bir darbeyi beklediklerini ya da onayladıklarını düşünmüyorum. Daha önceki röportajımızda, Gülen grubunu politik anlamda dengeleri gözeten ve gücünün yetmeyeceği “maceralara girişmeyen” bir grup olarak tanımlamıştım. Meğerse maceralara girişecek bir güçleri varmış, bundan haberim yoktu.
- Nurculuk üzerine de çalışan Prof. Şerif Mardin’in 2011’de Neşe Düzel’e söylediği “Gülen organizasyonunun hakiki içini bilmiyoruz” ifadesinin üzerinden yaklaşık 5 sene geçti. Sizce bugün organizasyonun içi ve hedefleri artık malum mu?
Tam olarak malum olduğunu söyleyemem ama pek çok şey ortaya çıktı en azından.
- Sizce ‘FETÖ’ suçlaması kapsamında yüzlerce insan tutuklanır, binlercesi işinden olurken Gülen cemaatine yönelik “Ne istedilerse verdik” ifadesini kullanan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en azından tanık olarak dinlenmesi gerektiğini düşünüyor musunuz? Siz Gülen cemaatinin iç yapısı, AKP iktidarıyla ilişkisi ve 15 Temmuz’da olanlar hakkında kimleri dinlemek isterdiniz?
Valla ben herkesi dinlemek isterim de, şu sıralar kimsenin bu konularda konuşmaya cesaret edebileceğini sanmıyorum.
- 15 Temmuz’dan sonra Serbestiyet’te çıkan ikinci yazınızda “Şablonlarına uymayan insanları sistem dışına ittiler. Cemaatler de buna karşı sisteme sızarak dahil olmaya çalıştılar” diyerek ‘büyük günah sahipleri’ olarak ‘Jakoben-seküler elitler’i işaret ettiniz. Bugün hâlâ bu kesimin temsilcileri olarak kimleri, hangi grupları görüyorsunuz?
İsim isim saymayayım ama hâlâ dindar insanlardan “dinciler/gericiler” tanımlamalarıyla bahseden bütün siyasi ve entelektüel grupları bahsettiğim Jakoben-seküler elitler olarak görüyorum.
- Bu tezde AKP’ye ilk döneminde destek veren, 2010 referandumunda yetmez ama evet dedikleri için bugün de yapılanların sorumlusu olarak gösterilebilen, bir kısmı tutuklanan ‘liberaller’i nereye koyuyorsunuz? Pek çok konuda ayrışan ulusalcı, sol ve muhafazakâr mahallelerin en çok liberalleri hedefe koymakta ortaklaştıkları fikrine katılır mısınız?
Liberaller maalesef bu ülkede ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranamayan, en çok okkanın altına giden, en çok haksızlığa uğrayan grup oldu diye düşünüyorum. Ak Parti liberallere cephe aldığında Erdoğan’ı kızdıran çok sert eleştiriler yöneltmiştim, hâlâ aynı görüşteyim. Ak Parti liberalleri kaybetmekle en büyük kötülüğü kendisine yaptı maalesef.
- Sizin de yazdığınız dönemde Taraf'ı yöneten Ahmet Altan'ın o dönemdeki yayınları gerekçe gösterilerek FETÖ üyeliği ve darbecilik suçlamasıyla tutuklandığını öğrendiğinizde ne düşündünüz?
FETÖ üyeliği ve darbecilik iddialarının Ahmet Altan için asla düşünülemeyecek suçlamalar olduğunu düşünüyorum. Birileri sormaz mı, eğer Ahmet Altan suçluysa, o davalara siyaseten büyük bir coşkuyla sahip çıkan siyasetçiler neden dışarıda geziyor? Böyle bir suçlamanın eninde sonunda o süreçte siyasi sorumluluğu elinde tutanlara uzanabileceğini düşünemiyorlar mı? Gerçekten aklım almıyor. Ben Taraf ekibine açılan davaların, siyasetçilere açılacak davalara altlık teşkil ettiğini düşünüyorum. Onlar da düşünseler iyi ederler.
- Hukuki haksızlıkların, şafak baskınları ve uzun tutuklulukların da damgasını vurduğu Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde derslerin alınmadığını ve bugün benzerlerinin tekrarlandığını düşünüyor musunuz? Sizce Türkan Saylan’a sabah baskınına karşı birleşmeyen Türkiye'de bugün de hepsi tutuklanan Aslı Erdoğanlara, Necmiye Alpaylara, Ali Bulaçlara, Ahmet Altanlara sahip çıkılmazsa ne olur?
Hukuk adaleti sağlamak için bir araç olmalıdır; insanları henüz suçları ispatlanmadan cezalandıran bir araç olarak kullanılması yanlıştır. Bütün bahsettiğiniz tutuklamalarda, eğer bir iddia varsa, tutuksuz yargılamayla da davalar sürdürülebilir, bu kadar meşhur insanların şişme botla Yunanistan’a kaçacak halleri yok herhalde. Ancak, darbe girişiminden sonra aşırı bir hassasiyet oluştu, özellikle yargıda kimse şüpheli sıfatıyla önüne gelenleri korurmuş gibi bir pozisyona düşmek istemiyor, bu da şu sıralar tanık olduğumuz tutuklamalara yol açıyor diye düşünüyorum. Aslında OHAL’in bu şekilde icra edilmesi, siyaseten hükümeti de zor duruma düşüren bir durum. Hem yurt içinde, hem de batı kamuoyunda hükümetin otoriterliğe savrulduğu, hukuku baskı altına aldığı iddialarını destekleyen manzaraların yaşanmasını getiriyor bu tutuklamalar. Sahip çıkma meselesine gelince, yargıdaki hassasiyet burada da söz konusu bence, insanlar yapılanları onaylamasalar da, sahip çıkmaya çekiniyorlar. Dolayısıyla, bu insanlara sahip çıkılmazsa ne olur sorusundan çok, sahip çıkılırsa ne olur, başıma ne gelir endişesi daha ağır basıyor maalesef.
- Kürtlerin, liberallerin, memurların, akademisyenlerin, gazetecilerin birçoğu işsizlik ve cezaevi çizgisindeyken toplumsal mutabakatı yakalama ihtimali sizce ne kadar gerçekçi?
İşsizlik ve cezaevi çizgisinde olanlar bize çok kalabalık gelse de, genel nüfusa oranladığınızda düşük bir oran teşkil ediyor, bu yüzden hükümet toplumsal mutabakat konusunda bu oranı dert etmiyor. Bir başka açıdan bakıldığında ise, sorunuzda bahsettiğiniz gruplardan önemli bir kısmı hükümete karşı yeminli muhalif durumunda. Bu da, bu gruplarla hükümet ve taraftarları arasında bir toplumsal mutabakat arayışını engelleyen olumsuz bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. Ancak gene de hiç belli olmaz, siyasi iklim çeşitli vesilelerle yumuşamaya başlarsa, yeni ihtimaller ortaya çıkabilir.
- Türkiye'de demokratlık "kimliklere bakma" gibi bir hastalıkla malul mü? Bütün siyasi çizgiler arasındaki en büyük koalisyonun "kendine demokrat" olmak olduğu görüşüne ne dersiniz? “Bir arada yaşamak için, devlet kimin eline geçerse diğerini yok saymasın istiyorsak Türkan Saylan da bizim Ali Bulaç da" denilmesi gerektiğine inanıyor musunuz?
Bu kadar büyük bir genelleme yapamam, her kesimde gerçekten demokrat olan insanlar da var, kendine demokrat olanlar da… Ancak kendine demokrat olanlar, her kesimde çoğunluğu oluşturuyor maalesef. Türkan Saylan ve Ali Bulaç da aslında kendine demokratlara iyi birer örnek sayılabilir. Buna rağmen gerçek demokratlar, ikisini de “bizim” diyebilecek kadar sahiplenmeseler de, onlara karşı hukuk dışına çıkacak bir uygulamaya sıcak bakamazlar.
- Ali Bulaç'ın, mesela “Başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyanız sırasındaki tavrına eleştirilerinizi tahmin ederek soruyoruz, darbe girişiminden sorumlu tutularak tutuklanmış bir Ali Bulaç size neler düşündürüyor? Nuray Mert’in “Bir zamanlar İslamcıların en sevgili abisiydi” dediği Bulaç, sizce bugün İslamcı camia tarafından yalnız bırakılıyor mu?
Evet, Ali Bulaç’ın yalnız bırakıldığını düşünüyorum çünkü şu sıralar başka en sevgili ağabeyler revaçta. Bütün Türkiye’ye ve İslamcı camiaya akıl veren Ali Bulaç’ın, cemaatle hükümet arasındaki kavgada yanlış taraf seçmesini ve kendi başına gelebilecekleri ön görememiş olmasını da kaderin bir cilvesi olarak görüyorum. Ancak ben Ali Bulaç’ın ya da Ahmet Turan Alkan’ın, hatta çok hararetli bir taraftar görüntüsü çizse de Nazlı Ilıcak’ın, böyle bir darbe girişimine destek verebileceğini hiçbir zaman düşünmedim, düşünemem.
- Gözlemlerinizi merak ediyoruz; diğer cemaatler bugün Gülen cemaatinin yaptıklarını ve üyelerine olanları nasıl izliyorlar? Daha önce “AKP içinde temsil edilen 3 etkili cemaat görüyorum; Menzil, Topbaşlar ve Gülen” dediğiniz için soracağız, bugün Menzil ve Topbaşlar ne kadar etkin? Parti içinde etkin olmaya çalışan dini gruplar var mı, yoksa diğer cemaatler ‘siyasete mesafeli olma’ şeridinin arkasına mı geçtiler?
Ne kadar etkin olduklarını tam olarak bilmem mümkün değil, ancak daha önceki dönemlerde siyasete gizli saklı müdahil olmak durumunda olan dini grupların, Ak Parti iktidarıyla birlikte daha açık bir şekilde siyasetle ilişkilendiğini görüyoruz. Merhum Ecevit ya da Demirel, Özal, Çiller, Yılmaz gibi pek çok siyasetçi dini gruplarla ilişkilendi, onların desteğini almaya çalıştı ve bunun karşılığında da onlara çeşitli kadrolar verildi. Yani bu ilk defa Ak Parti hükümetiyle başlamış bir şey değil. Ama en büyük koalisyon bu dönemde gerçekleşmiş gibi görünüyor.
- Yaşananlar muhafazakâr mahallede nasıl kırılmalara neden oldu? Sizin ‘cadı avı’ olarak tanımladığınız kurumlardaki tasfiyelere itirazları duyulmayan bu kesimde nasıl, hangi ruh halleri hakim? İslami dünya içinde ne tür sorular soruluyor? Sürecin kalıcı hasarları sizce neler olacak?
Öncelikle muhafazakâr mahalle ikiye ayrıldı: 15 Temmuz’un ‘Erdoğan’ın tiyatrosu’ olduğuna inanarak cemaate bağlı kalmaya devam edenler ile bunun kanlı bir darbe girişimi olduğuna inanıp cemaati bir terör örgütü olarak kabul edenler. Birinci grupta yaşananlar çok ağır olduğu halde, genelde bir sessizlik hakim. Seslerini çıkarmak isteseler nerede duyurabilecekler, o da ayrı bir konu ama daha büyük belalara düçar olma korkusuyla herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışıyor. Toplu hiçbir hareket yok. Bu sessizlikte, artık kendilerini düşman olarak gören diğer muhafazakâr insanların öfkesini üzerine çekmekten endişe etmelerinin de payı olabilir. Diğer kesim ise büyük bir öfke içinde. Arkadaşlıklar, dostluklar, akrabalıklar son buluyor. Sürecin en belirgin hasarı ‘güven bunalımı’ olacak galiba. “Alnı secdeye gelenden zarar gelmez” inanışı bu süreçte berhava oldu çünkü.
Ayrıca bu OHAL döneminde, aslında cemaat mensubu olmadığı halde, mimlenmiş bir bankada hesabı var diye, MEB’e bağlı olarak çalışan bir cemaat okuluna çocuğunu yazdırdı diye, cemaatle ilişkili olduğu iddia edilen legal bir sendikaya üye oldu diye ya da PKK’yla bir şekilde ilişkilendirilerek işlerinden atılan binlerce kişi, büyük bir mağduriyet konusu olarak önümüzde duruyor. Buna açılması muhtemel daha pek çok davayı eklersek, normal bir döneme geçildiğinde, muhtemelen yıllarca sürecek ve büyük oranda telafi ve tazminatlarla sonuçlanacak yeni bir döneme geçmiş olacağız. Ama bu yaşananların sosyolojik ve psikolojik etkileri çok daha geniş bir alana yayılacak ve laiklik, dindarlık, din kardeşliği, cemaatlerin yapılanma tarzları, öğretileri, aralarındaki ihtilaflar gibi konular daha çok tartışılacak diye düşünüyorum.
© Tüm hakları saklıdır.