Hasan Hüseyin Sünbül
Eski MHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı
1962'de Ken Kesey tarafından yazılan, 1975'te sinemaya uyarlanan 5 Oscarlı müthiş bir film; "Guguk Kuşu".
Şimdi ise Sadri Alışık-Çolpan İlhan Tiyatrosu tarafından sahnelendi, izleyiciyle buluştu.
Deniz Uğur ve Oktay Kaynarca'nın etkileyici performanslarıyla baş döndüren harika bir tiyatro oyunu ortaya çıkmış. Yan roller müthiş, hikaye ise zaten her türlü övgünün üzerinde.
Oyundan yola çıkarak;
- Toplum kuralları ile bireysel özgürlük nereye kadar uyuşur?
- "Gerçek" kavramından anladığımız nedir? Kime göre gerçeklerin varlığından bahsederiz?
- "Doğruluk" hangi sistemin inandırdıklarıdır? Bireysel doğruluk var mıdır?
- Toplum denen "sürünün" selameti için bireysellik öldürülebilir mi?
- Doğru diye bildiklerimizin yanlış, gerçek diye bildiklerimizin bir düzmeceden, bir kurgudan ibaret çıkma ihtimali nedir?
Bu ve buna benzer birçok şey… Guguk Kuşu oyunu, izleyenlere belki de yukarıdakilerden çok daha fazlasını düşündürüp sorgulatıyor.
Aslında filmi izlememiş olsak bile, oyun sırasında zaten bir şekilde mevzuya yabancı olmadığımız hissi oluşuyor.
Nasıl mı?
"Yeni" Türkiyemizde tam da bu oyun oynanmakta.
Bir gün uyandık ve yıllardır doğru diye anlatılan, hakkında kitaplar yazılan -bu sayede vekil bile olanlar var- davaların yalan olduğunu, kahraman diye takdir edilen, alkışlanan yazarlar, çizerler, polisler, savcılar ve daha nicelerinin birer hain olduklarını duyduk.
Bu ve buna benzer davalar için alıkonulan, yıllarca cezaevlerinde kalan insanların "pardon" bile denilmeden "aklandıklarına" şahit olduk. Atılan iftiralar, isnat edilen suçlar ve sebep olanlar yüzünden intihar edenlerin, cezaevinde vefat edenlerin hesabını bakiye kısmına yazdık.
"Mazlum" olarak görülüp her istediği verilenlere, aynı ağızlardan "zalim" denildiğini dinledik.
Dün, mahkeme kararları okundukça "gol" atılmışçasına sevinenlerin; bugün, yanlış takımı tutmuşuz dediklerini gördük.
Keza, yıllardır yaşadıklarımızın bugün yaşanmamış farz edilmesine göz yumduk.
Madem süreç bu şekilde ilerliyor, peki bugün yaşananların ve yaşatılanların doğru ve gerçek olduğunun teminatı nedir? "Kefili benim" diyenler! Sizler, dün de bu davaların ve olayların tarafı ve kefiliydiniz.
Ya bugünün zalimlerine yarın “mazlum”, mazlumlara da yarın “zalim” diyecek olursanız?
Ya yine kötü bir kumpasın içindeyseniz? Yarın tekrar mağdurları oynayıp paralel evrendeymişiz diye hayıflanırsanız? Bu defa tüm bunların hesabını kim ödeyecek? Yine olan bizlere mi olacak?
Neyse; oyuna tekrar dönelim.
Günümüz Türkiye’sinde kendince adalet anlayışına sahip, kendine has doğruları olan ve bunları her yerde yaşamaya kalkışan kahraman kim bilmiyorum.
Ya da toplumu kendi zihninde tasavvur ettiği şekilde yönlendirmeye çalışan, kafasında yarattığı yaşam tarzı için bireylere rol biçen hemşire kim onu da bilmiyorum.
Lakin hastanede yatan, korkuları ve endişeleri kendilerine karşı bir tehdit, bir silah olarak kullanılan ve bu şekilde sükunet halinde hayatını geçirmeye zorlanan hastaların kim olduklarını iyi biliyorum; "Ben, sen ve hepimiz". Kurgulayanlarla onların işbirlikçilerini toplamdan çıkar, o geriye kalan yekun; "Biz"..
Hepimiz ekonomik, siyasi, sosyal ve/veya özel hayatlarımızdaki zaafiyetler nedeniyle korkuyoruz. Dahası, korkutuluyoruz.
Bu yüzden oyunu bozma cesaretimiz olmadan uzaktan seyretmeye devam ediyoruz.
İşte bu sebeplerle, dün yaş-kuru ayırmadan binlerce yıllık Türk ordusu hırpalanırken sesiz kaldık.
Şimdi ise o iş ve işlemleri kendi bilgileri ve izinleri yokmuş da bizimle beraber duymuşlar gibi davranmalarını yadırgamıyoruz..
Öküzün ölüp ortaklığın sonlandığı gün paralel diye toplanan insanların isyanlarına kulak tıkar olduk. Başörtülü bacımızın ancak bize oy verdiği zaman “kıymetli” olduğunu öğrendik. yardım kuruluşlarının, baskılar karşısında “kimse yok mu?” feryatlarına sessiz kaldık..
Doğruyu, paralelden ayıramadık.
Paralel, asimetrik paralel ya da denge beygiri bana fark etmiyor. Hukuk, hepimize lazım.
Adalet hepimiz için gerekli.
En çok da bugün gücü elinde tutanlara gerekecek. Unutulmamalı.
Ve nihayet "zamanın eli değse bize…"
Ermeniyi dövdürdük
Günün birinde bir Türk, bir Kürt, bir de Ermeni gördükleri erik bahçesine girmişler. Bahçenin sahibi de Türk'tür. Üçü başlamış bir güzel erikleri kopartıp yemeye. Bir süre sonra bahçenin sahibi üç arkadaşı yakalamış.
Ermeni'yi almış yanına.
"Hadi bunlar Müslüman. Sen benim dinimden de dilimden de değilsin. Ne işin var bahçemde?" deyip bir güzel dövdükten sonra atmış bahçesinden.
Bu defa Kürt'ü almış yanına:
"Hadi o 'Türk'. Benimle hem dini bir hem dili bir. Ama seninle aynı dili bile konuşmuyoruz. Sen ne hakla benim bahçeme girersin?" deyip onu da dövdükten sonra atmış bahçeden.
Sıra gelmiş Türk'e. Bahçe sahibi, Türk'ü almış karşısına:
"E Hadi biri Ermeni, biri Kürt. Onlar yaptı diyelim, ama seninle hem dinimiz bir hem dilimiz bir. Sen böyle bir şeyi nasıl yaparsın? " deyip Türk’ü de bir güzel döverek bahçeden atmış.
Üç arkadaş bahçenin dışında yeniden bir araya gelmişler.
Kürt sormuş Türk'e:
"O adam tek başınaydı, biz 3 kişiydik. Nasıl dayak yedik?”
Kürt'ün sorusu üzerine Türk, bir süre düşünüp cevap vermiş:
Ermeni'yi dövdürmeyecektik!
Tıpkı fıkradaki gibi hepimiz farklılıklarımız kullanılarak; kimimiz din adına kimimiz dil adına ayrıştırılarak yalnızlaştırıldık. Bu yüzden başkalarının başına gelen haksızlıklara kulak tıkadık.
Bu zihniyet devam ettiği sürece yediğimiz dayak yanımıza kar kalacaktır..
Velhasıl; biz de, Ermeni'yi dövdürdük.