CHP ve Barolar Birliği'nin Beştepe'de yapılacak adli yıl açılışına katılmama kararını eleştiren Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit'in sözlerini köşesine taşıyan Hürriyet yazarı Mehmet Yakup Yılmaz, Magna Carta'yı hatırlatarak "Windsor yakınlarında, Runnymede isimli bir bölgede, çayır çimenlik bir alanda, bir ağacın gölgesine kurulmuş tentenin altında Kral tarafından imzalanarak ilan edildi" dedi. Yılmaz, "Hukukun üstünlüğünü ilan eden belge sarayda değil, herkesin eşit olarak yan yana durabildiği bir çayırlık alanda imzalandı. Papa Innocent de oradaydı, 'Buyurun bizim kilisede imzalayalım, sonra günah da çıkarırsınız' demedi. Sembolik bir durum yani. Kimse kimseye üstünlük taslamıyor, herkes tabiatın ortasında eşit!" dedi.
Mehmet Yakup Yılmaz'ın Hürriyet gazetesinin bugünkü yazısı şöyle:
Yargıtay Başkanı, Beştepe Sarayı'nda yapılacak adli yıl açılış törenine katılmayacaklarını açıklayan Barolar Birliği ve CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nu anlayamıyormuş.
Bunun için bir bildiri yayınlamış, şöyle diyor:
“Kapasitesi sınırlı ve güvenlik açısından sıkıntılı olabileceği anlaşılan bir otelin toplantı salonu yerine sahibi devlet ve millet olan bir kongre salonunda bu toplantının yapılacak olmasının nasıl yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını zedeleyeceğini anlamakta zorluk çekmekteyiz.”
Başkan’ın anlayabilmesine yardımcı olmak için ta en başından başlamak istiyorum:
Biliyorum Başkan Bey, hukuk fakültesinde okurken Magna Carta adı verilen bir belgenin varlığından haberdar olmuştur.
Magna Carta ile İngiltere Kralı, bazı yetkilerinden feragat etti. Kanunlara uygun davranacağına söz verdi, hukukun üstünlüğünü kabul etti.
O yıllarda İngiltere kralları Windsor Sarayı’nda yaşarlardı. Gittim, gördüm, şahane bir yer.
Ama Magna Carta,
Windsor yakınlarında, Runnymede isimli bir bölgede, çayır çimenlik bir alanda, bir ağacın gölgesine kurulmuş tentenin altında Kral tarafından imzalanarak ilan edildi.
Orayı da gördüm, Thames kıyısında bir çayırlık alan, şimdi o ağaç yok ama bir heykel var, bir de dere kenarında üstsüz güneşlenen kızlar.
Hayır, Kral John cimri biri değildi, Kraliçe de herkes saraya ayakkabısıyla girecek, ortalık pislenecek diye telaşlanmamıştı.
Bu töreni pekâlâ sarayda yapabilirler, imzadan sonra kaz ciğeriyle doldurulmuş sülün kızartma ile şarap da ikram edebilirlerdi.
Çayın İngiltere’ye gelmesine neresinden baksanız 600 yıla yakın zaman geçmesi gerektiği için, çay ve tereyağlı İskoç bisküvisi zaten ikram edilemezdi.
Hukukun üstünlüğünü ilan eden belge sarayda değil, herkesin eşit olarak yan yana durabildiği bir çayırlık alanda imzalandı.
Papa Innocent de oradaydı, “Buyurun bizim kilisede imzalayalım, sonra günah da çıkarırsınız” demedi.
Sembolik bir durum yani. Kimse kimseye üstünlük taslamıyor, herkes tabiatın ortasında eşit!
Şimdi Beştepe Sarayı’na gelecek olursak, geçen gün de yazdım, Saray, yürütme gücünü temsil ediyor. TBMM ise yasama gücünü. Bunlarla eşit bir üçüncü güç var ki o da yargı.
Yargının tıpış tıpış saraya gidip, adli yıl açılışını “Cumhurbaşkanı’nın himayelerinde” yapması, bu güçler ayrılığına sembolik de olsa zarar verir.
Yoksa elbette hepimiz biliyoruz yargının nasıl bağımsız olduğunu, yürütmeyle uyumlu olmadığını, falan, filan.
Başkan belli ki öğrenciliği sırasında bu konuyu düşünmeye zaman bulamamış.
Şimdi bir düşünsün: Magna Carta, neden sarayda değil de çayır çimenlik bir alanda ilan edildi?
BERBER, KRALA KARŞI
- BÖYLE bir “milli oyun” yazılabilir diye düşündüm, gazeteleri okurken.
Hem milli olur, hem de yerli!
Yerli olup da milli olmama tehlikesi biliyorsunuz her zaman var.
Yerlidir merlidir ama affedersiniz Ermeni, Rum filan da olabilir ki bu milliliği bozar.
Çok hassas bir durumdur “milli” olmak.
Laktoz alerjisi olan birisine bir litre süt içirmek adamı nasıl bozarsa, millilik de öyle kolayca bozulabilir bir şeydir ve bu nedenle dikkat etmek gerekir.
Eski Roma’dan günümüze miras kalmış “Nil novi sub sole” diye bir söz var: “Güneşin altında yeni bir şey yok” anlamına geliyor.
Onun için bu oyunu bildik oyunlardan birinden esinlenerek yazabiliriz.
“İntihal” demiyorum, dikkatinizi çekerim, esinleniyoruz sadece!
Tabii esinleneceğimiz şey de milli ve yerli olmalı ki yeni yazacağımız oyun da yerli ve milli özelliğini kaybetmesin.
Mesela ‘Oedipus’tan esinlenirsek olmaz, ‘Buzlar Çözülmeden’ gibi bir oyun daha uygun olur.
Aslına bakarsanız elimizde bir oyuna dönüştürülebilecek gerçek bir öykü de var.
Gazetede okudum: Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Nejat Birecik, Devlet Tiyatroları’nın 15 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan milli birlik ve beraberlik havasına destek olmak için bu sezon sadece “yerli” oyunların sergileyeceğini söyledi.
“Milli, manevi duyguları pekiştirmek için hümanist, vatan milliyetçisi sanatçılar olarak vatan bütünlüğüne, birliğine katkıda bulunmak amacıyla sadece yerli oyunlarla sahnelerimizi açıyoruz” dedi.
Gülmeyin hemen, gerçekten söyledi.
İşte bu yerli ve milli yeni oyun yazımı konusu da buradan aklıma geldi.
Nejat Birecik, ‘Seksenler’ dizisinde Berber Recep rolündeydi. Onun için oyunun baş kahramanı bu ismi taşıyabilir. Adından da kolayca anlaşılabileceği gibi gerçekten yerli ve milli bir karakter bu.
Kral Lear da adı üstünde, milli de değil, yerli de!
Bu ikisi arasındaki mücadele oyunun ana ekseni olacak. Berber Recep’in usturasını taşa filan sürterek körleştirmeye çalışan dahili bedhahların varlığı da oyundaki gerilimi arttırmak için kullanılacak.
Sonunda milli ve yerli güçler galip gelecek tabii.
Evrensel kültür mü dediniz? Açtırmayın bana bayramlık ağzımı!
İÇİMDEKİ ECDAT AŞKI BAMBAŞKA!
HAYDARPAŞA GATA Hastanesi’nin adı değiştirilmiş. Yeni ismi Haydarpaşa Sultan Abdülhamid Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne çevrilmiş.
Sultan Abdülhamid, eğitime önem veren bir padişahtı, ilk tıp mektebini de kurmuştu, dolayısıyla adının bir hastaneye verilmesi neden eleştiriliyor?
Gerçi, Abdülhamid Han, günümüzün İslamcılarını sopayla kovalardı, bunu da belirteyim.
Bu “ecdat” konusunda İslamcılarımızın da kafası karışık aslında.
Hangisi bizim ecdadımız: İbrahim mi, Kanuni mi?
4. Murat mı, Yavuz Selim mi? 1. Mustafa mı, Fatih mi? 2. Mahmut mu,
5. Murat mı?
Niye bazı padişahlar ecdadımız olarak yere göğe sığmaz iken bazılarından hiç söz edilmiyor? Utanacak bir şey mi var yoksa?