İçeriye mektuplar"
Kardeşim Ahmet,
Altı yıl önce bir pazar günü senin için yürüyüş yapmıştık. Hava fıstık gibiydi, zifiri kar kıştan bir anda yaza geçivermiştik, seninle Ergenekon arasındaki ‘bağlantı’ kadar olmasa da epey şaşırtıcıydı. Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun senin için hazırladığı lolipoplar pek hoş olmuştu, dikdörtgen, büyükçe ve kalın, arkasına vurunca acayip ses çıkıyordu, ortalık ayağa kalkıyordu, el acıtan alkıştan kurtarıyordu, tutulan yeri ise dayanıksızdı, çubuğu kırılıveriyordu, ne zamandır kırgınlık hissini unutmuştum, seni altı yıl önce tutukladıklarında, tekrar, çok derinden hissetmiştim…
Altı yıl sonra, kıştan bırak aniden yaza geçmeyi, bahara bile eremedik. Hava her daim puslu, sıkıntılı, boğucu... Twitter’daki zeki çocuklar, “Bahar özlendin krdşm” falan yazıyorlar. Bu güneşsizlik, bu gecikme hiç şaşırtıcı değil, hatta basbayağı manidar geliyor bana artık. Altı yıl önceki kırgınlığımın yerinde ise kesif bir mide bulantısı var, artık...
Ahmet, altı yıl önce de yazmıştım sana: Benim rahmetli babaannem çok küfürbazdı, muhacir damarı vardı, hafiften deliydi, otuz sekiz sene boyu, doktor muayeneleri haricinde evinden çıkmadı, saçma sapan mevzulara, boş muhabbetlere hiç katlanamazdı, sanki pencerenin önüne kurulup gelen geçeni seyretmek ve bakla falı açmak dışında yapacak çok işi varmış gibi. İşte babaannem Şükriye, dandik mevzular karşısında suratını ekşitip, “Üfür uçtum, tut kaçtım!” der, ardından galiz bir küfür sallardı. Babaannem yaşasaydı, eminim sana yapılanlara bakıp en sıkı tarafından üfürürdü. “T.şakları kuruyasıcalar” diye eklemeyi de ihlal etmezdi…
Kardeşim, sen benden daha iyi bilirsin, iktidar öyle pis bir nanedir ki, onun kirine bulaşanı on cabbar tellak keselese arıtamaz. Sen zoru seçtin, tekinsiz bir arafta durdun hep, hepimiz buna şahidiz, iktidarın eskisine de yenisine de yüz vermedin, muktedirlerin kanlı gözlerinin ta içine dimdik baktın, kim hayatlarımızı cehenneme çeviriyorsa, kim rezil çıkarları için canımıza okuyorsa onun karşısında durdun. Her daim hedefe konmanın sebebi budur, işte o kadar. Kendi kirlerinde boğulacaklar, bilmiyorlar…
Ahmet, ben şimdi desem ki, ben sana kendimden çok güvenirim, eminim sen de bana küfrederdin, küfrederken bile gülmeden edemezdin, gülerken o tuhaf çocuksu edanla iki de şık espri patlatırdın. Elbet öfkelisindir şimdi, yerden göğe haklısın, biz de öfkeliyiz, lakin senin öfkenin bizimkinden yine çok daha neşeli ve güleç olduğundan hiç kuşkum yok…
Seninle en son Beşiktaş’ta oturmuştuk, bunlar beni yine alacak demiştin, e ama yuh artık, olmaz öyle şey demiştim ben de, tatlı tatlı gülüp çayını yudumlamıştın, dediğin oldu, sen zalimleri iyi tanırsın çünkü. Ama yine de yuh artık... Ve ama çaresizlik duygusundan kaynaklı bir “yuh” da değil bu. Günün birinde o zindanların seni hapsedenlerle dolacağından da hiç kuşkum yok...
Ahmet, kardeşim, sana altı yıl önce de yazmıştım: Seni neredeyse yirmi yıldır tanıyorum, bu süre zarfında az görüştük öz görüştük, sen yazdın ben yazdım, bu uğurda saçları döktük, yoksul kaldık ama aç da kalmadık çok şükür. ‘Biz’ kipinde konuşmaya burada son veriyorum, çünkü cesaretten söz edesim var. Ben cesur değilim, cesaretin herkesten beklenebilecek bir hususiyet olduğuna inanmıyorum, korkaklığın hesap sorulabilir bir zaaf olduğuna inanmadığım gibi. Ama cesaret karşısında hayranlık duymak iyidir. Cesaretin bana kuvvet ve ümit veriyor. İnsanın arkadaşına hayranlık duyması ne güzel, arkadaşın olmaktan onur duyuyorum, gülen gözlerinden öpüyorum…
Kardeşin Murat.
*Bu yazı ilk kez Cumhuriyet'te yayımlanmıştır