19 Kasım 2020 16:30
Akademisyen Serdar Tekin, Lund Üniversitesi'nde yürütülmekte olan Turkey Beyond Borders projesi için hazırladığı video seminerde, Ernest Fraenkel'in İkili Devlet kitabından hareket ederek Türkiye'nin içinden geçtiği rejim değişikliğini yorumladı. Tekin seminerinde, Fraenkel'ın diktatörlük kuramına yaptığı esas katkının, olağan ve olağanüstü yönetim biçimlerinin ardışık değil eşzamanlı bir biçimde bir arada bulunmasına ilişkin tespit olduğunu vurguladı ve bu tespitin günümüz Türkiyesini anlamak için önemli olduğunu söyledi.
Ernst Fraenkel'in ilk baskısı 1941'de yapılan İkili Devlet: Diktatörlük Teorisine Bir Katkı kitabı, Türkiye'de Tanıl Bora'nın çevirisiyle İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştı.
Siyaset felsefecisi Serdar Tekin, "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı Barış için Akademisyenler bildirisine imza attığı gerekçesiyle KHK ile ihraç edilene kadar Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğretim üyesiydi. Tekin halen Türkiye İnsan Hakları Vakfı bünyesindeki "TİHV Akademi" adlı çalışma grubunda akademik çalışmalarına ve insan hakları savunuculuğu faaliyetlerine devam etmekte.
Ayşe Buğra, Barış Ünlü, Elçin Aktoprak, İsmet Akça, Sinan Birdal ve Nagehan Tokdoğan'ın farklı konulardaki video seminerleri de www.turkeybeyondborders.org adresinden izlenebilir.
Serdar Tekin'in verdiği semineri T24 okurlarına sunuyoruz.
Merhaba, Turkey Beyond Borders seminerlerinin bu bölümünde Türkiye'de siyasal rejimin dönüşümünü ele alacağız.
Ama önce kısaca kendimi tanıtayım izninizle... Adım Serdar Tekin, siyaset teorisi alanında çalışıyorum, akademisyenim. Yaklaşık 4 yıl öncesine kadar Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğretim üyesiydim. Barış İçin Akademisyenler bildirisinin imzacılarından biriyim. Bu nedenle olağanüstü hâl döneminde kanun hükmünde kararnameyle üniversiteden ihraç edildim. İhraçtan sonra, yine benim gibi ihraç edilmiş bir grup imzacı arkadaşımızla birlikte Türkiye İnsan Hakları Vakfı bünyesinde TİHV Akademi adını verdiğimiz bir çalışma grubu oluşturduk. Hem akademik çalışmalarımızı hem de insan hakları savunuculuğu faaliyetlerimizi halen orada sürdürüyoruz.
Dediğim gibi, benim bugün burada sizinle birlikte ele almak ve üstüne düşünmek istediğim sorun Türkiye'de siyasal rejimin dönüşümü meselesi ― daha spesifik olarak da bu dönüşüm süreci içinde şekillenen "yeni rejim"in mahiyeti.
Bu birinci videoda Türkiye'deki rejim dönüşümünü anlamak açısından bana son derece faydalı görünen, hatta ufuk açıcı görünen bir kuramsal çerçeveyi takdim etmeye çalışacağım. Bir sonraki videoda ise bu kuramsal çerçeveden hareketle ve daha doğrudan bir biçimde Türkiye üzerine konuşacağız.
Bahsettiğim kuramsal yaklaşımın temeli Ernst Fraenkel'ın İkili Devlet kitabı. Fraenkel "ikili devlet" kavramını, 1933'ten itibaren, yani Nazilerin iktidara gelişini takip eden dönemde Almanya'nın siyasal rejimini tasvir ve tahlil etmek için kullanıyor ilk olarak.
Söylediği şey kabaca veya ana fikri itibariyle şu:
Bir yanda, işleri iyi kötü mevcut yasalara göre yürütmeyi sürdüren bir olağan devlet var; Fraenkel buna "norm devleti" diyor. Alacak verecek davalarına bakan mahkemelerin, olağan uyuşmazlıkları çözümleyen yargı organlarının, yürürlükteki mevzuat uyarınca işlem yapan kurumların oluşturduğu devlet bu. Gündelik yaşamı düzenleyen devlet.
Diğer yanda ise kendini hiçbir biçimde hukukla bağlı saymayan bir devlet var; yasanın dışında ve üstünde hareket eden, normla değil kararla iş gören, siyasi durumun icaplarına göre yasanın yasakladığı şeyleri yapabilen veya yasanın yapılmasını emrettiği şeyleri yapmayabilen bir devlet. Fiili bir devlet yani. Fraenkel buna da "tedbir devleti" diyor.
Tedbir devletinin üç temel özelliği olduğunu söylemek mümkün: (1) Birincisi, dediğim gibi, hukuk dışında hareket edebilmesi, (2) ikincisi, bunu alenen yapması, yani "derin devlet"ten veya bir örtülü operasyon aygıtından söz etmiyoruz, resmi kurumlar aracılığıyla hukuk dışı işlemler tesis edebilen aleni bir güçten söz ediyoruz tedbir devleti derken, (3) üçüncüsü de meşruiyetinin önemli bir kısmını daimi bir beka seferberliği, bir varoluşsal güvenlik seferberliği yaratabilmesinden alıyor tedbir devleti. Yani aslında bir kalıcı bir olağanüstü hal devleti veya tersinden söylersek, olağanüstü hali kalıcılaştıran bir devlet.
Fraenkel'ın 1933'ten itibaren Almanya'da gördüğü şey, norm devleti ve tedbir devleti adını verdiği bu iki yönetim sisteminin eşzamanlı olarak bir arada var olmaları, giderek iç içe geçmeleri ― ve nihayet tek bir rejim oluşturmaları.
Kitabın yazılış hikâyesi hayli ilginç. Kısa bir parantez açıp ondan da söz edeyim. İkili devlet fikri ilk olarak Fraenkel'ın kendi günlük hayatında şekillenmeye başlıyor. Neden böyle olduğunu anlamak da güç değil elbette. Fraenkel bir Yahudi, aynı zamanda da bir sosyalist. Dolayısıyla doğrudan doğruya Nazi tedbir devletinin hedef tahtasında olan toplumsal gruplara mensup. Nazilerin iktidara gelişinden sonra, her türlü şiddet ve aşağılamanın temas mesafesinde yaşamak zorunda kalıyor. Ama öte yandan bir hukukçu ve avukatlık yapmayı da sürdürüyor. Dolayısıyla norm devletinin işleyişine savunma makamı adına fiilen iştirak ediyor ve mahkemelerin nasıl değişip dönüştüğünü de içeriden gözlemliyor. Bu anlamda aslında İkili Devlet kitabı, Nazi Almanyası'ndaki yargı pratiğine ilişkin etnografik gözlemlere dayalı bir kitap. Bir tür hukuk etnografisi...
Kitabı 1933-38 yılları arasında gizlice yazıyor ve 1938'de artık etrafındaki çemberin iyice daraldığı bir noktada Almanya'dan ayrılıyor. Fakat elyazmasını yanına almak istemiyor, çünkü riske atmak istemiyor ve metni bir Fransız diplomata emanet ediyor. Nitekim elyazmasını Almanya'dan o Fransız diplomat gizlice çıkarıyor. Fraenkel önce İngiltere'ye geçiyor, ama orada kısa bir süre kalıyor ve ardından Amerika'ya gidiyor. Zaten kitabı da orada tamamlıyor. Metin İngilizceye çevrilerek 1941'de The Dual State adıyla yayımlanıyor. İlk çıktığında akademik çevrede epey ses getiriyor İkili Devlet, ama ardından unutuluyor ― ve uzun vadede esasen uzmanların bildiği bir dönem klasiği haline geliyor.
Fakat şunu da ekleyeyim hemen... Son yıllarda Fraenkel'ı yeniden okumaya dönük bir ilgi var akademik literatürde. Bu yöndeki çalışmalardan bazılarını bu videoya eşlik eden "okuma önerileri" listesinde zikrettim. Kitap bu yıl Türkçeye de çevrildi. Sevgili Tanıl Bora'nın çevirisiyle İletişim Yayınları bastı kitabı.
Günümüz dünyasında ikili devlet kavramının yeniden hatırlanışı şaşırtıcı mı? Hayır değil. Çünkü küresel planda yeni bir otoriter dalganın yükselişine tanık oluyoruz hep birlikte. Ve Fraenkel'ın kitabı da kalıcı olağanüstü hâl veya daimi olağanüstü hâl diyebileceğimiz türden rejimleri tahlil etmek için muazzam bir perspektif sunuyor gerçekten.
Kitap içinde yazıldığı tarihsel/siyasal bağlamı anlamaya dönük bir analiz içeriyor elbette. Fakat kitabın temel tezlerini yeniden yapılandırmak, dolayısıyla başka tarihsel/siyasal bağlamları anlamak için elverişli bir kuramsal modele dönüştürmek mümkün. Hatta terimin Weberci anlamıyla bir tür "ideal tip" olarak bile görebiliriz ikili devleti fikrini. Nitekim ben de şimdi biraz böyle bir yönelimle kitaptaki bazı kritik noktaların altını çizmeye çalışacağım.
İkili devlet dediğimiz şeyin bir siyasal rejim tipi olarak temel özelliklerden biri tedbir devletinin üstünlüğü. Ne demek bu? En basit haliyle şu demek: Hangi meselenin tedbir devleti tarafından ele alınacağına bizzat tedbir devleti karar verir. E peki norm devleti ne yapar? Norm devleti ancak tedbir devletinin suskun kaldığı konularda konuşur. Yani ikili devlette siyasal gücün sınırları hukuk normları tarafından çizilmez, hukuk normlarının geçerlilik alanı siyasal güç tarafından çizilir.
Başka bir deyişle, tedbir devleti prensip olarak sınırsızdır, zira neyi yapıp yapamayacağı konusunda öngörülebilir normlara dayalı etkin bir denetime tabi değildir. Öte yandan, prensipteki sınırsızlığına karşın, fiilen, kapsamını kendi belirlediği ve duruma göre istediği gibi daraltıp genişletebildiği belli sınırlar dahilinde hareket eder.
Dolayısıyla norm devletinin, yani yasaların iyi kötü geçerli olduğu alanın sınırları siyasal keyfiyete göre, durumun icaplarına göre, tedbir devletinin takdirine göre daralır veya genişler... Bunun çok önemli bir sonucu var: Belirsizlik yaratma ve belirsizlik yoluyla yönetme kapasitesi çok yüksek bir rejim ikili devlet, çünkü hukuki öngörülebilirliği ortadan kaldırıyor.
O halde, ikili devletin ilk alametifarikası tedbir devletinin üstünlüğü...
Bu durum, ister istemez, şöyle bir soruyu da beraberinde getiriyor tabii: Norm devleti ne işe yarar? Rejimdeki işlevi nedir?
İki işe yarar norm devleti: (1) Bir, olağan işlemlerin kurallara göre yürütülmesini sağlar; (2) iki, olağanüstü işlemlerin de kurallara göre yürütülüyormuş gibi görünmesini sağlar.
Yani norm devletinin bir yandan regülatif veya düzenleyici bir işlevi var. Tedbir devletinin el atmadığı konu ve alanları düzenlemeye, nisbi bir normalliği sürdürmeye yarıyor. Bu regülatif işlev, rejimin "toplumsal meşruiyeti" ve rıza üretme kapasitesi açısından açısından son derece önemli, çünkü gündelik yaşamın sürdürülebilmesini, tabiri caizse çarkın dönmesini mümkün kılıyor. Nihayetinde, diyelim bir trafik kazası yaptığınızda sigorta şirketini dava edebilmeniz gerekir, mahkemenin vereceği kararın uygulanması gerekir, alacağınızı tahsil edebilmeniz gerekir vesaire. Bu tür işlevlerin yerine getirilmediği koşullarda hiçbir rejim toplumsal meşruiyetini sürdüremez.
Diğer yandan da ama, ideolojik bir işlevi de var norm devletinin: Tedbir devletini gerektiğinde hukuk kisvesine büründürüyor. Ki bu da rejimin "siyasal meşruiyeti" açısından mühim. İşte diyelim seçim sonuçlarını tanımak istemediğinizde, bunun nedeni sizin yenilmiş olmanız değildir de Yüksek Seçim Kurulu'nun usülsüzlük tespit etmiş olmasıdır mesela. Haa, tedbir devleti işlemlerinin hukuk kisvesine büründürülmesi ikna edici olmayabilir, ama rejimin buna ihtiyaç duyduğu noktalarda hiç yoktan iyidir.
Sonuç olarak, norm devleti, ikili devletin sürekliliğini sağlayan nisbi istikrar örüntüleri yaratmaya yarar.
Altını çizmek istediğim üçüncü bir nokta var. Fraenkel bunu çok sistematik olarak işlemiyor kitapta, ama bence yaptığı analizin en kritik veçhelerinden biri. Norm devleti ve tedbir devleti illa kendine özgü organları olan ayrı kurumsal yapılar olmak zorunda değiller. Aksine, aynı kurumsal gerçekliği paylaşıyorlar ve aynı kurumlarda ikamet ediyorlar.
Ne kast ediyorum bununla?
Bir mahkeme mesela, norm devletinin aktörü olarak çalışıyor, önüne gelen davayı mevcut yasalara göre görüyor. Ama yeri geldiğinde başka türlü davranıyor, tedbir devletinin aktörü olarak davranıyor. Aynı şey mesela üniversite rektörler için geçerli. Diyelim normal işlerini yapıyorlar, ama aynı zamanda ihraç listeleri oluşturuyorlar. Bazı işlerini norm devletinin adamı olarak, bazı işlerini tedbir devletinin adamı olarak yapıyorlar. Dolayısıyla norm devleti ve tedbir devleti illa farklı kurumlara değil, kurumların iki farklı işleyiş tarzına, rejimin iki ayrı operasyonel moduna tekabül ediyor.
Bu nokta bana Türkiye'deki dönüşümü anlamak açısından bilhassa önemli görünüyor. Çünkü modern Türkiye'nin zaten kadim bir tedbir devleti var: Terörle Mücadele Kanunu bu geleneksel tedbir devletinin tabiri caizse anayasasıydı; DGM'ler, özel yetkili mahkemeler vs bunun kurumsal organlarıydı. Buralarda zaten istisna hukuku uygulanıyordu. Bu yeni bir şey değil. Yeni olan şey, tedbir devleti mantığının artık ona özgülenmiş kurumlarla sınırlı olmaması, rejimin tüm dokusuna yayılması, hemen hemen tüm kurumların eş zamanlı olarak hem norm devletinin hem tedbir devletinin aygıtları olarak iş görebilir hale gelmesi.
Şimdi bu söylediklerime son bir nokta daha ekleyeceğim: İkili devlet statik bir gerçeklik değil, dinamik bir süreçtir.
Norm devleti ve tedbir devleti arasındaki ilişkiler bakımından bu dinamik sürecin iki veçhesi olduğunu söylemek mümkün: Bunlardan biri "adaptasyon" veya uyumlanma, diğeri ise "tansiyon" veya gerilim. Fraenkel'ın Almanya'da incelediği süreç tansiyondan adaptasyona doğru seyreden bir süreç.
Kabaca söylersek, adaptasyon, norm devletinin tedbir devletiyle birlikte çalışmaya alışması. İkili devlet rejimi konsolide oldukça, norm devletinin tedbir devletine adaptasyonu artar. Doğal olarak artar. Bunun da kendine özgü işleyiş mekanizmaları var, nitekim. Fraenkel'ın özellikle üzerinde durduğu dinamiklerden biri, mesela, mahkemelerin denetim yetkilerinden adım adım feragat etmeleri.
Kitaptan bir örnek aktarayım: "dolaylı komünizm" içtihadı... Ünlü bir içtihattır bu. Almanya'da 1933'te biliyorsunuz Naziler olağanüstü hâl koşullarında iktidara yerleşiyorlar. Meclis binası kundaklanıyor; komünistler suçlanıyor ve komünist tehdidi bertaraf etmek üzere olağanüstü hâl ilan ediliyor. Fakat bu süreçte mesela bazı Katolik kiliselerin mallarına da el konuyor, partiyle geçimsiz protestan cemaatler, Yehova Şahitleri gibi gruplar da tedbir devleti uygulamalarına maruz kalıyorlar. Bir süre sonra, bu kişiler ve gruplar mahkemelere başvurmaya başlıyorlar. Ve diyorlar ki "biz komünist değiliz". Böylece mahkemeler polise tanınan olağanüstü yetkilerinin hangi durumlarda ve kime karşı kullanılabileceği, yani Hristiyan dini cemaatlerin "komünist tehdit" kapsamında görülüp görülemeyeceği sorunuyla ilgilenmek zorunda kalıyor. Vardıkları sonuç enteresan, sonuçta deniyor ki komünizm komünistlerden ibaret değildir. Kamu düzeni ve güvenliği açısından şu veya bu şekilde tehdit oluşturabileceği "değerlendirilen" her türlü etkinlik ve organizasyon "dolaylı olarak" ve "geniş anlamda" komünist bir nitelik taşır. Dolayısıyla mahkeme şunu demiş oluyor: Polis herhangi bir grubu veya vakayı komünist tehdit kapsamında değerlendiriyorsa, bu hukuken denetlenemez.
Buna karşılık, ikili devlet rejiminin yapısal olarak çelişik bir rejim olduğunu da vurgulamak gerek. Hukuku hem yok sayar, kırılganlaştırır, öngörülemez hale getirir. Ama hem de ihtiyaç duyar. Dolayısıyla tansiyon imkanı yapısal olarak var. Yani norm devleti zaman zaman tedbir devletinin ayağına da dolanır. Mahkemeler işte ara ara tedbir devletinin müdahil olduğu konularda doğru düzgün kararlar vermeye kalkarlar. Bu tür sürtüşme momentlerinde ne olur? Mahkeme bir karar verir, ama mesela o karar uygulanmaz. Tahliye kararı verilmiştir, ama kişi cezaevinden çıkamaz. Bizim için de Yeni Türkiye'nin yargı pratiğinde son derece tanıdık bir durum elbette bu.
Evet, şimdilik burada bitireyim, Türkiye demişken... Bir sonraki videoda ikili devlet perspektifinden hareketle Türkiye'nin geçirmekte olduğu rejim dönüşümüne daha yakından bakacağız. Görüşmek üzere...
Video seminer 1. bölüm için linkler:
https://www.turkeybeyondborders.org/project/serdar-tekin-part-bolum-1/
https://www.youtube.com/watch?v=FUfOaAouifw
https://open.spotify.com/episode/4QhY6Hp03tyq5XvN4NRyY7
Tekrar merhaba hepinize,
Turkey Beyond Borders seminerleri için çektiğim ikinci video bu. İlk videoda Türkiye'de siyasal rejimin geçirmekte olduğu dönüşümü tasvir ve tahlil etmek açısından bana faydalı görünen bir kuramsal çerçeve olarak "ikili devlet" kavramından söz etmiştim. Bu videoda daha doğrudan bir biçimde Türkiye üzerine odaklanacağız. Ve Türkiye'deki rejim dönüşümünün ne bakımdan bir ikili devlet formasyonu olduğunu tartışacağız.
Türkiye'deki siyasal rejim dönüşümünün otoriterleşme istikametinde seyrettiği bugün yaygın olarak söyleniyor. Hatta siyaset bilimi literatürü açısından, Türkiye bir süredir "rekabetçi otoriterlik" adı verilen rejimler arasında sayılıyor.
Nedir rekabetçi otoriterlik? Kabaca söylüyorum, seçimlerin var olmaya devam ettiği, üstelik bunların basitçe göstermelik seçimler olmadığı bir rejim... Muhalefet iktidara rakip olabiliyor, fakat öte yandan da seçimler eşit koşullarda gerçekleşmiyor, yani rekabet sahası iktidardaki parti veya partilerin iktidarda kalmasını kolaylaştıracak şekilde tahrif ediliyor.
Bu tür rejimler, demokrasinin bazı biçimsel unsurlarını kendi bünyelerinde içeriyorlar ve dolayısıyla "tam otoriter" rejimlerden farklılaşıyorlar ― "rekabetçi" denmesi bu yüzden. Ama diğer yandan da iktidarın muhalefet karşısındaki eşitsiz konumu, devlet imkânlarını iktidarda kalmak için suistimal etmesi ve muhalefetin sesini kısacak şekilde hak ve özgürlükleri kısıtlaması nedeniyle de bu rejimler demokrasi değiller ve otoriter rejimler arasında sınıflandırılıyorlar.
Şimdi, Türkiye'nin rekabetçi otoriter rejimler arasında sınıflandırılması bence karşılaştırmalı siyaset bilimi literatürü açısından yanlış bir sınıflandırma değil. Türkiye'deki mevcut siyasi tabloya bir bütün olarak baktığınızda gerçekten rekabetçi otoriterliğin bütün özelliklerini taşıdığını söylemek mümkün. Öte yandan, rekabetçi otoriterlik kavramının Türkiye'deki rejim dönüşümünün kendine özgü dinamiklerini anlamak ve açıklamak açısından özel bir kavramsal derinlik sunduğu görüşünde değilim ben.
Neden böyle düşündüğümü de hemen açıklayayım ― burada karşılaştırmalı siyaset bilimi literatüründen ziyade siyaset felsefesi literatüründen hareketle bir şey söyleyeceğim. Genel olarak otoriteryenizm kategorisiyle ilgili bir şey bu... Ve aslında bir süredir Nilgün Toker'le birlikte üzerine kafa yorduğumuz bir şey... Nilgün Toker bunu yaklaşık bir yıl önce bir konferansta detaylı olarak anlattı da... Türkiye'de bugün siyasal rejimin tüm dokusuna yayılmış olan ve kendini her gün çok farklı biçimlerde gösteren şey, rejimin "belirsizlik" üzerinden işliyor olması. Yasalar var, ama bu yasalar öngörülebilirlik sağlamıyorlar. Çünkü bazen uygulanıyorlar, bazen uygulanmıyorlar, bazen de yasanın mantığına ve amacına bütünüyle ters bir biçimde uygulanıyorlar. Hangi durumda hangi kuralın ne şekilde kullanılacağı veya yok sayılacağı iktidarın siyasi ihtiyaçlarına ve kolluk kuvvetlerinin takdirine göre şekilleniyor ve değişkenlik gösteriyor... Dolayısıyla bir belirsizlik rejimi bu; siyasal iktidarın belirsizlik yaratma ve bu belirsizliği kullanarak hareket etme kapasitesi üzerinden işliyor. Nitekim tek tek kamu kurumlarının hangi durumda nasıl davranmaları gerektiği sadece biz yurttaşlar için değil, bizzat kurum çalışanları ve yöneticileri için de belirsizleşmiş durumda...
Müsaade ederseniz bir anekdot aktaracağım, OHAL döneminde tanıdığım bir meslektaşımın, Türkiye'de bir kamu üniversitesinde çalışan bir akademisyenin başına geldi bu. Ev alacak, bir kamu bankasından ev kredisi istedi... Banka dedi ki "biz kredi vermek isteriz, ama akademisyensiniz, malum bir sürü akademisyen ihraç ediliyor üniversitelerden, bize çalıştığınız kurumdan hakkınızda soruşturma olmadığına dair bir yazı getirin lütfen"... Berbat bir durum elbette. Ama gitti üniversitenin personel daire başkanlığından böyle bir yazı istedi. Personel daire dedi ki "bizim bildiğimiz bir soruşturma yok, ama bilmediğimiz soruşturmalar olabilir, biz böyle bir belge veremeyiz, yarın bir gün bir soruşturma olduğu çıkar ortaya, o zaman biz zor durumda kalırız".
Şimdi, burada sosyolojik terimlerle söyleyelim bir "toplumsal etkileşim" var, bu toplumsal etkileşim bir kurumsal ortamda gerçekleşiyor ve söz konusu kurumsal ortamın kendisi de bir siyasal rejim tarafından şekillendiriliyor... En alt düzeyde, toplumsal etkileşim düzleminde yaşanan belirsizlik, bizzat rejimin mahiyetinden ve işleyiş biçiminden kaynaklanıyor. Normalde kurumlar toplumsal etkileşimlerdeki belirsizliği azaltmak, bu etkileşimi belirli normlar yoluyla düzenlemek ve öngörülebilir kılmak için vardır. Ama mevcut durumda rejimin ve kurumların işleyişine baktığımızda ne görüyoruz? Bunun tam aksi oluyor, kurumlar toplumsal etkileşim düzeyindeki belirsizlikleri azaltmıyor, aksine o belirsizlikleri yaratıyor. Dolayısıyla belirsizlik rejimi derken böyle bir şeyi kast ediyorum.
Şimdi Türkiye'deki haliyle bu belirsizlik rejimi bir otoriterlik biçimi midir? Evet öyledir, ama önemli olan şey şu: Her otoriter rejim bir belirsizlik rejimi olmak zorunda değildir. Otoriter bir rejim, pekâlâ, kendi yasaları olan ve bu yasaları uygulayan bir rejim de olabilir. Yasaların içeriği baskıcıdır, dolayısıyla rejimin otoriter olduğunu söyleriz, ama baskıcı yasalar öngörülebilirlik sağlayacak şekilde, yani düzenli olarak uygulanıyordur. Dolayısıyla rejim bir belirsizlik rejimi değildir. Aksine bir belirlilik rejimidir, bu baskıcı bir belirliliktir, ama bir belirliliktir. Bu nedenle, otoriter yasaların düzenli olarak uygulandığı bir durumla, yasaların öngörülebilir bir şekilde uygulanmadığı, dolayısıyla iktidarın dinamik bir belirsizlik yaratarak yönettiği bir durum arasında son derece önemli bir fark var aslında. Türkiye'deki duruma baktığımda bana bugün çarpıcı görünen şey, otoriter yasalar değil, ama devletin yapıp etmelerinde yasallığın bağlayıcı olmaktan çıkmış olması.
İkili devlet kavramlaştırmasının Türkiye'deki mevcut durumu anlamak açısından taşıdığı önem bence tam da burada saklı... İkili devlet kavramlaştırması, bir belirsizlik rejiminin nasıl yaratıldığına ve nasıl işlediğine dair bize bir analitik perspektif sunduğu için kıymetli bugün özellikle...
Şimdi Türkiye açısından bu noktaya nasıl geldik üzerine konuşalım biraz da... Yani Türkiye'de siyasal rejimin bir ikili devlet formasyonuna evrilmesi nasıl gerçekleşti? Bu noktada bana bilhassa önemli görünen iki eksen söz konusu. Bunlardan birini "anayasasızlaştırma" [deconstitutionalization], diğerini ise "güvenlikleştirme" [securitization] başlığı altında ele alabiliriz.
- Nedir anayasasızlaştırma? En basit tarifiyle, anayasanın siyasal iktidarı sınırlandırma kapasitesinin bizzat anayasayla kurulmuş organlar tarafından aşındırılması ve nihayet ortadan kaldırılmasıdır.
- Özellikle Gezi direnişini takip eden dönemde, yani 2013'ten itibaren siyasal iktidar pratiklerinin yasallıktan giderek uzaklaşmasını ve bunun yarattığı fiili durumu tanımlamak üzere anayasa hukukçuları önerdiler bu kavramı. Söz konusu anayasa hukukçularından biri de Kemal Gözler'di. Kemal Gözler'den bir alıntı yapacağım... Makalenin künyesini bu videonun altındaki okuma önerileri bölümünde bulabilirsiniz:
- Diyor ki Kemal Gözler: "Anayasasızlaştırma, anayasal organların yürürlükteki anayasayla kendilerini bağlı hissetmemeleri, istediklerinde bu anayasanın bazı maddelerine aykırı davranmaları ve bu davranışlarının bir müeyyideyle karşılaşmamasıdır. Anayasasızlaştırma sürecinde yapılan anayasaya aykırılıklar, yoğun, sistemli ve kötü niyetlidir. Bunun sonucunda da anayasa kısmen veya tamamen bağlayıcılığını yitirmekte ve devlet iktidarını sınırlandırma ve devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini koruma fonksiyonunu yerine getirememektedir."
- İki noktanın altını hızla çizelim:
(1) Anayasaya aykırı her eylem veya işlem anayasasızlaştırma anlamına gelmez. Anayasasızlaştırmadan söz edebilmek için bunun taammüden yapılması, anayasaya karşı kötü niyet içermesi, yoğun ve sistematik bir mahiyette olması gerekiyor. Bu birincisi.
(2) Öte yandan, anayasal organlar eliyle icra edilen anayasasızlaştırma süreci, anayasanın bütünüyle ortadan kaldırılması anlamına da gelmez. Anayasasızlaştırma, devrim veya hükümet darbesi yoluyla anayasanın ilga edilmesinden yahut da anayasal metrukiyet [constitutional desuetude] durumunda olduğu gibi normların tamamen etkisizleşmesinden farklı bir şey. Bu da ikincisi.
Dolayısıyla anayasasızlaştırma denilen şey, anayasanın ortadan kaldırılmasını değil, iktidarı sınırlandırma kapasitesinden yoksun bırakılmasını ifade ediyor. Devlet organları, duruma göre, anayasanın bazı maddelerinde emredilen şeyleri yapmıyorlar veya başka bazı maddelerinde yasaklanan şeyleri yapıyorlar ve bu anayasaya aykırılıklar yargı organları tarafından denetlenmiyor veya denetlenemiyor. Dolayısıyla anayasa resmen yürürlükte olsa da fiilen bağlayıcı olmaktan uzaklaşıyor.
Anayasasızlaştırma, Türkiye'de rejim değişikliğine giden sürecin çok kritik bir ekseniydi, ama elbette yegane ekseni değildi. Anayasasızlaştırmaya paralel olarak çok yoğun bir "güvenlikleştirme" yaşandı bu süreçte.
- Aynı soruyu soralım: Nedir güvenlikleştirme? Yine en basit ifadesiyle, bir meselenin devlet aktörleri tarafından "varoluşsal tehdit" olarak kodlanması ve böylece siyasal tartışma ve kamusal eleştiri konusu olmaktan çıkartılması.
Söylemsel ve kurumsal pratikler yoluyla ilerleyen bir süreç elbette güvenlikleştirme. Kabaca söylüyorum, herhangi bir sorun, kişi veya grup önce varoluşsal bir tehdit olarak takdim ediliyor ― söylemsel pratikler dediğim şey bu. Bu adım başarılı olduğu takdirde, yani kamuoyu ve/veya kurumsal aktörler tarafından benimsendiği takdirde ilgili sorun memleketteki cari adıyla bir "beka meselesi" haline geliyor ve olağanüstü önlemler devreye girmeye başlıyor ― bunlar da kurumsal pratikler.
Güvenlikleştirme süreci hukuk devleti ve demokratik siyaset açısından bünyevi bir riskle malul şüphesiz. Zira güvenlikleştirilen bir konuda ne oluyor? Kamusal tartışma kısıtlanıyor, hesap verebilirlik ve yargı denetimi zayıflıyor, hak ve özgürlükler askıya alınıyor.
Anayasasızlaştırma gibi güvenlikleştirme de kendiliğinden olan bir şey değil; aksine bir "güvenlikleştirici aktör" tarafından icra ediliyor. Ve bizim açımızdan belki en önemlisi de sistematik olarak yaygınlaştırılabiliyor. Yani güvenlikleştirici aktörün niyetine ve gücüne bağlı olarak sivil ve siyasal alanın tamamına yayılabiliyor.
Şimdi Türkiye'de ikili devlet formasyonu, bence özellikle 2015'ten itibaren, bu iki dinamiğin, yani anayasasızlaştırma ve güvenlikleştirme süreçlerinin bir sarmal halinde birbirini pekiştirmesiyle gerçekleşti.
Ne kastediyorum bununla?
Anayasanın sistematik olarak ihlal edilmesi ve siyasal iktidarı sınırlandırma kapasitesini yitirmesi, suç olmayan fiillerin suç sayılmasına, muhalefetin kriminalize edilmesine, kamusal alanın bütünüyle veya elden geldiğince güvenlikleştirilmesine olanak sağlıyor. Yani anayasasızlaştırma süreci, sivil toplumu ve demokratik siyaseti güvenlikleştiren pratiklere geniş bir hareket alanı, bir tür serbest yayılım sahası açıyor.
Buna karşılık, etkili veya başarılı bir güvenlikleştirme de anayasasızlaştırma sürecine toplum nezdinde bir tür meşruiyet, bir tür onay kazandırıyor; iktidarın ve kurumların anayasal normlar dışında hareket etmelerinin haklı ve zaruri bir şey olarak görülmesine zemin hazırlıyor.
Dolayısıyla burada bir döngü var... Ve bu döngünün en önemli bakiyesi de anayasal normların topyekûn ortadan kalkmadığı fakat uygulanıp uygulanmamalarının güvenlik mülahazalarına ve durumun icaplarına bağlı hale geldiği, dolayısıyla kamu kurumlarının alenen anayasal sınırlar dışında hareket edebildiği ikili devlet formasyonu.
Son olarak, Türkiye'deki mevcut siyasal rejimin nasıl tanımlanması gerektiği sorusuna kısaca döneyim... Videonun başında söylediğim gibi, Türkiye rekabetçi otoriterliğin bütün özelliklerini taşıyor, ama karşımızdaki tablo bence bundan ibaret değil. Aynı zamanda, kalıcılaştırılmış bir olağanüstü hâl rejimi söz konusu. Dolayısıyla ben "diktatörlük" kategorisinin Türkiye'deki mevcut durumu tarif etmek açısından daha isabetli olduğunu düşünenlerdenim.
Ernst Fraenkel'ın İkili Devlet kitabının alt başlığını da hızla hatırlayalım bu vesileyle... Kitabın alt başlığı "Diktatörlük Kuramına Bir Katkı". Fraenkel bu alt başlığı seçerken, bir yandan elbette diktatörlük kavramının kamu hukuku literatüründeki klasik anlamı var kafasında. Roma cumhuriyetindeki anlamıyla diktatörlük yani... Olağanüstü durumlar karşısında siyasal gücün geçici bir süre için ve mevcut anayasayı korumak amacıyla tek elde toplanması anlamında diktatörlük... Diktatör olarak atanan kişi ancak altı ay süreyle görev yapabiliyor ve bu süre içinde krizi çözüp olağan durumu yeniden tesis etmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu klasik anlamıyla diktatörlük, olağan ve olağanüstü durumların ardışık olarak birbirini takip ettiği fikrine dayalı. Şematik olarak söylüyorum: olağan durum var – bu olağan durumda bir kriz ortaya çıkıyor – olağanüstü kriz yönetim biçimi olarak diktatörlük mekanizması devreye sokuluyor – kriz çözülüyor – ve olağan duruma geri dönülüyor. Öte yandan Fraenkel'ın 1933 sonrasında Almanya'da tanık olduğu şey, olağan ve olağanüstü yönetim biçimlerinin ardışık değil eşzamanlı bir biçimde bir arada bulunması, dolayısıyla diktatörlük yetkilerinin geçici olmaktan çıkıp fiilen ve/veya resmen kalıcılaştırılması ― ki bu zaten tedbir devleti değişi şey― fakat aynı zamanda normal kurum ve prosedürlerin de tedbir devletiyle eş zamanlı olarak var olmaya devam emesi ― ki bu da norm devleti dediği şey.
Sonuç olarak, Fraenkel'ın diktatörlük teorisine yaptığı bence muazzam katkı, olağan ve olağanüstü yönetim biçimlerinin birlikteliğini spesifik bir rejim tipi olarak analiz edebilmiş olması...
Ve bu analitik perspektiften baktığımızda, Türkiye'nin mevcut siyasal rejimi ikili devlet formasyonuna ve dolayısıyla terimin teknik anlamıyla -kamu hukuku ve siyaset teorisi literatürlerindeki teknik anlamıyla- bir diktatörlük biçimine işaret ediyor.
Evet, çok teşekkür ediyorum bu sunumu dinlediğiniz için.
Videonun altındaki okuma önerilerine de tekrar dikkatinizi çekmiş olayım.
Turkey Beyond Borders seminerlerini izlemeye devam edin.
Video seminer 2. bölüm için linkler:
https://www.turkeybeyondborders.org/project/serdar-tekin-part-bolum-2/
© Tüm hakları saklıdır.