12 Ağustos 2019 08:10
Karar yazarı Yıldıray Oğur, dün Süleymaniye Camii'nde kılınan bayram namazında "Türkoğullarından" çok Afgan, Pakistanlı ve Bangladeşli genç göçmenler doldurduğunu söyledi. "Burada kimsenin yapmayacağı işleri yaparak, günlük hayatı kolaylaştırıp kendilerini bu ülkeye kabul ettirmeye çalışan göçmenler de bir gün Yahya Kemal’in millet tarifinin içine girebilirler mi?" diye soran Oğur, "Mülteciler artık İstanbul hayatının bir parçası. Onlarla yıllardır ortak bir kaderi ve vatanı paylaşıyoruz. Bunun ne kadar erken farkına varıp, bu ulaşım ve iletişim çağında asla kalıcı bir çözüm olmayacak ve binlerce kilometre yürüyerek İstanbul’a gelmiş çaresiz insanları durdurmayacak geri göçün değil, entegrasyonun üzerinde düşünmeye başlarsak sorunlarımızı daha kolay çözebiliriz" ifadesini kullandı.
Bayram sabahları İstanbul’un en kalabalık camilerinden biri her zaman Süleymaniye Camisi olur.
Görkemli camiinin bayram sabahları artan şöhretinin sebebi herkesin malumu;
Uzun bir süredir yerleştirildiği pirinç bir levha üzerinden camiden içeriye girenleri kapıda karşılayan Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de bir Bayram Sabahı” şiiri.
Ama bu bayram sabahı Süleymaniye’de Yahya Kemal’in adını bilenler ve kapıdaki şiiri okuyabilenler azınlıktaydı.
Buraya birazdan gelmek üzere bundan 62 yıl öncesine gitmeliyiz.
(Tabii Yahya Kemal’i kitaplarından öğrendiğimiz Beşir Ayvazoğlu’nun yazdığı bir gazetede bu konuda yazmak haklı olarak hadsizce bulunabilir)
1956 yılından başlayarak Hürriyet gazetesi 55 haftadır her Pazar günü Yahya Kemal’in daha sonra “Kendi Gök Kubbemiz” adıyla kitaplaşacak hiç yayınlanmamış şiirlerini yayınlamaktadır.
7 Nisan 1957 Pazar günü yeni bir şiirin yayınına başlanmıştır. Üçüncü mısraının ilk satırları kitaba adını verecek şiirin adı “Süleymaniye’de Bir Bahar Sabahı”dır.
Yahya Kemal’in 17 yıl üzerinde çalıştığı şiiri dört hafta boyunca dört parça olarak gazetede yayınlanır.
Gazetede şiirlerin yayınlanmasının editörlüğünü Nihad Sami Banarlı yapmaktadır.
Aslında bir yılı aşkın süren bu yayın, büyük bir şairi incitmeden yapılan bir jesttir.
72 yaşında ve hala bekar olan Yahya Kemal’in bir evi yoktur, Park Otel’de yaşamaktadır. Otele haftada 154 lira vermektedir. Buna sadece yatak, kahvaltı ve çamaşır parası dahildir. Üç ayda bir aldığı emeklilik maaşı ise 1300 liradır. Bunun dışında Yapı Kredi Bankası’ndan ayda 300-400 lira para almaktadır.
Yani bu parayla özellikle yemeğe düşkünlüğüyle tanınan şairin geçinmesi mümkün değildir.
Zaten otele borcu da çok birikmiştir. Ama ne otel sahipleri büyük şairden para isteyebilmektedir ne de gücendirmeden ona bu gerekli olan para verilebilmektedir.
Hürriyet gazetesinin bir yıl boyunca her pazar şiirlerini yayınlaması bu borçların ödenebilmesi için bulunmuş nazik bir yöntemdir.
Peki neden milletvekilliği, büyükelçilik yapmış ülkenin en büyük şairi hayatın son demlerinde maddi sıkıntı çekmiştir?
Yahya Kemal’in ilk diplomatlık tecrübesi Lozan Konferansı’ydı.
Çok iyi Fransızca bilen şair, müşavir olarak heyetin içinde yer almış, ardından Türkiye-Fransa sınır anlaşmalarında da görev yapmıştı.
Bu tecrübeler üzerine ilk olarak Atatürk tarafından 1926 yılında Polonya’ya büyükelçi olarak gönderildi.
Varşova’dan “Kar Mûsikileri” şiiriyle döndü.
1929’da bu kez “Endülüs'te Raks” ve “Madrid Kahvehanesi” şiirlerini yazacağı Madrid’e atandı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk İspanya büyükelçisiydi ve İspanya bir iç savaşa doğru sürükleniyordu. 1931 yılında aynı zamanda Türkiye’nin ilk Portekiz büyükelçisi de oldu.
Ama 1932 yılında Ankara’dan aldığı sürpriz bir telgraf, merkezde çalışmak üzere Türkiye’ye dönmesini istiyordu.
Buna sebep olarak gösterilenlerden biri Yahya Kemal’in şairliğinin diplomatlığına baskın çıkmasıydı. İç savaşa doğru giden İspanya’yla ilgili Ankara’yı yeterince bilgilendirmemiş, pek sevmediği, Dolapdere’ye benzettiği Lizbon’a geç gitmiş ve orada yaşamamıştı ve bütün bunlar Ankara’yı rahatsız etmişti.
Diğer güçlü ihtimal ise o yıllarda dil devrimi ile ilgili çalışan Atatürk’e, Yahya Kemal’in dil devrimine karşı olduğuyla ilgili aleyhte propaganda yapılmasıydı.
Gerçekten de Yahya Kemal, 1950’lerde bile mektuplarını ve şiirlerini eski harflerle yazmaya devam etmişti.
Yahya Kemal, muhtemelen neden geri çağrıldığını bilmediği için Ankara’ya dönmeye çekinmiş ve izinsiz olarak Paris’e gitmişti. Oradan Berlin’e ve Budapeşte’ye de geçti. Ankara’da bu emirlere itaatsizlik olarak yorumlanmış, gazetelerde Yahya Kemal’in ortadan kaybolduğu haberleri yapılmıştı. Bunun üzerine 1932 yılında Dışişleri Bakanlığı, Yahya Kemal’in reysen meslekten istifa etmiş kabul etti.
Ama dışlanmış sayılmazdı. Türkiye’ye döndükten sonra daha önce Urfa’dan girdiği Meclis’e Tekirdağ, Yozgat, ve İstanbul’dan mebus yapılarak yeniden girdi.
Demokrat Parti’nin ilk kez katıldığı 1946 seçimlerinde ise İstanbul’dan CHP listelerinden aday oldu ama bu kez seçilemedi.
1948 yılında dördüncü kez büyükelçi olarak görevlendirildi.
Yeni kurulan Pakistan’ın o günkü başkenti Karaçi’ye Türkiye’nin ilk büyükelçisi olarak.
64 yaşındaydı, fazla kiloları vardı ve tayyareye binemiyordu. Hem ulaşım şartları hem de Karaçi’nin iklimi onun için uygun değildi.
Ama bu atama da aslında şaire yine bir jestti.
Yahya Kemal’e göre seçimlerde aday olup seçilememesi yüzünden bu jest yapılmıştı. Gazeteci Bedii Faik’e göre ise bu atamanın sebebi gazetelerde çıkan bir reklamdı.
Kavaklıdere şarapları gazetelere altında Yahya Kemal Beyatlı imzası olan iki mısralık bir ilan vermişti:
“Biz veda etmek üzereyiz kedere, Getir ahbaba bir Kavaklıdere”
Yahya Kemal’in bir şarap reklamına şiir vermesi, parasızlığına işaretti. Yahya Kemal hayranı yeni Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak bundan rahatsız olmuş ve büyük şairi bu yüzden Pakistan büyükelçisi olarak atamıştı.
Beşir Ayvazoğlu’nun yayına hazırladığı Karaçi Mektupları’ndan anlaşılan Yahya Kemal, Karaçi’den hiç hoşlanmamıştı.
Mektuplarında sıcak, bunaltıcı iklimden, bütün elçilerin tek bir otelde kalmasından, elçilik için bile uygun bina bulanamamasından şikayet etmiş, günlerini arkadaşlarına mektup yazarak ve İstanbul’u özleyerek geçirmişti.
Gittikten beş gün sonra ise canını daha da sıkan bir haber almıştı. 65 yaşını doldurduğu için emekli edilmişti.
Ama Yahya Kemal’e göre bu Rumi takvime göre olan doğum tarihinin Arabi zannedilmesinden kaynaklanan bir yanlış hesaptı. Henüz emekliliğine iki yıl vardı. Fakat başvuruları da sonuçsuz kalmış, bakanlar kurulu görevde iki yıl daha kalma talebini reddetmişti.
Böylece devletten büyükelçi olarak değil, daha önceki statüsü olan orta-elçi olarak emekli olmuş oldu. Bu da 600 lira daha az maaş alması demekti.
Yahya Kemal’in Karaçi’deki elçiliği sekiz ay sürdü. 1950’lere gelindiğinde sadece orta-elçi emekli maaşıyla otelde yaşayan, yemeklerini lokantalarda yiyen ülkenin en büyük şairiydi.
İşte, 1957 yılında “Süleymaniye’de Bir Bayram Sabahı” şiiri Hürriyet gazetesinde yayınlandığında devletle böyle kötü hatıraları vardı ve bu hayatı karşılayacak bir geliri yoktu.
Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri yayınlandığı büyük ilgi çekti ve takdir topladı. O günlerde verdiği bir röportajda bu şiirin “dini değil milli bir şiir olduğunun” altını ısrarla çizmişti.
Şiirde bunu anlatan en etkili satırlar şöyle:
“Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrâr alınan Tekbîr'i;
Ne kadar sâf idi sîmâsı bu mü'min neferin!
Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?
Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu”
Bugün Malazgirt’in bildiğimiz tarihi anlamını kazanmasında Yahya Kemal’in katkısı büyüktür.
Çünkü o, Turancı, ırkçı, milliyetçi Türklük tariflerine karşı kendi Türk kimliğinin kuruluşunu Malazgirt’le başlatmayı seçmişti.
Bunun sebebini Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri üzerine, gazetede şiirlerin yayınlanmasının editörlüğü üstlenen Nihat Sami Banarlı’ya verdiği bir röportajda şöyle anlatmıştı:
“Bir gün, bir mecmuasında Fustel de Coulanges'ın esaslı tilmizi olan, Profesör Camille Jullian'ın bir cümlesini okudum. Bu cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dair dağınık düşüncelerimi birdenbire yeni bir istikamete sevk etti. Camile Julian'ın cümlesi şuydu: ‘Fransız milletini, bin yılda, Fransa'nın toprağı yarattı.’ Düşünmeğe başladım: Acaba bizi de Malazgirt'ten, 1071 den sonraki sekiz yüz senede Türkiye'nin toprağı yaratmamış mıydı? Bu cümleyi, Saint Paul'ün Şam yolunda Hz. İsa'yı görerek ‘Quo Vadis, domine?’ sesini duymasına benzettim . Çünkü bu cümle, kafama birdenbire yepyeni bir ufuk açmıştı. Artık milliyetimize dair fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada birleşiyordu. Artık benim için 1071 den evvelki devirlerimiz kablettarih (milattan önce), fakat 1071 den sonraki devirlerimiz tarihtiler...Nazari Türkçülük uydurulmuş bir Türkçülüktür. Hatta bu nazariye bazen günün politikasına göre uydurulmuş olabilir ve her politikacı başka türlü uydurabilir...Halbuki bizim Türklüğümüz bir mukadderat selinden doğmuştur. Biz Malazgirt' den sonra yeni bir terkibiz. Yeni bir devlet, bir vatan ve bir Türkçe içinde haşır neşir olmuşuz.”
Acaba Türkiye’nin ilk Pakistan büyükelçisi olan Yahya Kemal, dün sabah Süleymaniye Camii’nde olsaydı ne düşünürdü?
Çünkü camiyi “Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu”larından çok Afgan, Pakistanlı ve Bangladeşli genç göçmenler doldurmuştu.
Onlar da Alparslan’la aynı yollardan geçerek Horasan illerinden, Malazgirt ovalarından yürüyerek İstanbul’a ulaşmışlardı.
Üzerlerinde bayram için özel kıyafetler ve geleneksel çıplak ayaklarıyla etraftaki bekar evlerinden, yurtlardan gelerek bayram sabahını Süleymaniye’de karşılamışlardı.
Burada kimsenin yapmayacağı işleri yaparak, günlük hayatı kolaylaştırıp kendilerini bu ülkeye kabul ettirmeye çalışan göçmenler de bir gün Yahya Kemal’in millet tarifinin içine girebilirler mi?
Mülteciler artık İstanbul hayatının bir parçası. Onlarla yıllardır ortak bir kaderi ve vatanı paylaşıyoruz.
Bunun ne kadar erken farkına varıp, bu ulaşım ve iletişim çağında asla kalıcı bir çözüm olmayacak ve binlerce kilometre yürüyerek İstanbul’a gelmiş çaresiz insanları durdurmayacak geri göçün değil, entegrasyonun üzerinde düşünmeye başlarsak sorunlarımızı daha kolay çözebiliriz.
Bir bayram sabahını Süleymaniye’de karşılayanlar artık buralı olmaya başlamış demektir...
© Tüm hakları saklıdır.