Çeviri: Yasemin Çongar
(Kaynak: Russia Beyond the Headlines)
Özbek yazar ve gazeteci Hamid İsmailov, 1992’de Özbekistan’dan kaçmış. Çeşitli maceralardan sonra kendini Londra’da bulmuş ve şimdi orada BBC Dünya Servisi’nde çalışıyor. İsmailov, hayatını, romanlarını ve ötekine bakışını anlattı.
- 1992’de neden Özbekistan’ı terk etmek zorunda kaldığınızı anlatır mısınız?
Hamid İsmailov: Her an tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Özbek hükümeti Literaturnaya Gazeta’nın muhabiri olarak yazdığım siyasi makaleleri beğenmiyordu. Karakola çağrıldım ve benim hakkımda bir dava açtılar; böylece ayrılmak zorunda kaldım. Moskova’ya gittim, sonra da Fransa’ya. Kızımı Taşkent’te bıraktım, o sırada on iki yaşındaydı ve bana yazdığı mektup hâlâ duruyor: “Beni almaya gelme, çünkü savcılık bürosunun adamları her gün eve geliyor.” Bu, yirmi yıl önceydi.
-Önce Moskova’ya, sonra Fransa’ya gittiniz. Londra’ya nasıl geldiniz peki?
Evet, Moskova’da saklanıyorduk. Yazarlar sendikasında üst düzey yönetici olan bir arkadaşım beni Taşkent’te idama mahkum ettiklerini söylemişti ve ben de arkadaşlarımın evlerinde saklanıyor, Salman Rushdie hayatı yaşıyordum. Bursla bir yıl Fransa’da kaldım, sonra Almanya’da yine arkadaşların yanında kalmaya başladım. BBC, 1994’te Orta Asya Servisi’ni kurmaya karar verdiği zaman, beni orada buldu.
-Daha önceleri, 1984-1992 arasında Moskova’da yaşamışsınız. Rus kültürünün üzerinizdeki etkisi nedir? Kendinizi bir Rus yazar olarak görüyor musunuz?
Rus edebiyatı benim kanıma girmiş bir kere. Çağdaş Rus edebiyatını çok okuyorum ve genellikle Rusça yazıyorum. The Railway (Demiryolu) adlı romanımı Özbekçe yazmaya başlamıştım ama bir yayıncı bu kitabın Özbekistan’da asla yayımlanmayacağını söyledi ve ben de romanı sil baştan Rusça yazdım.
Rusça yazan her yazar bir Rus yazardır; Ruslar her zaman farklı etnik kökenlere sahip oldular. Puşkin’in kökeni bir yanıyla Etyopyalı’ydı ve Rusya etnik açıdan çok renkli bir ülkedir.
-The Railway adlı romanınız Robert Chandler tarafından İngilizceye çevrildi ve Harvill Secker etiketiyle 2006’da yayımlandı. Roman kısmen 20’nci yüzyıl Özbekistan’ında geçiyor ama şimdi bir demiryoluna dönüşen eski İpek Yolu’nun çağrışımları üzerinden Orta Asya’nın tarihine de bakıyor. Bu romanı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Bu roman Sovyet döneminde geçiyordu ve o zaman her biri kendisinden söz eden birçok ulusal edebiyat olduğunu, ancak hiçbirinin, çocukluğumdan beri beni çevreleyen eritme potasının gerçekliğini anlatmadığını düşünüyordum. Edebiyatta bu gerçeklik eksikti ve bunu yeniden yaratmaya karar verdim.
1992’de Taşkent’teki uykusuz gecelerimden birinde, ben çocukken anneannemin oturduğu sokaktaki evlerin her birini tek tek hatırlamaya çalıştım ve anladım ki benim bir Özbek mahallesi sandığım yer aslında tamamen farklıydı… Mordvalar, Çuvaşlar, Tatarlar, Yahudiler, Çingeneler, Koreliler, Tacikler vardı. The Railway romanını yazarken, bir başkarakter bulmam zor oldu. Herkese bir ses vermek gerekiyordu. Herkesin anlatacak bir hikâyesi ve bu uluslar korosunda bir sesi vardı. Roman, postmodernizmin bir örneği sayıldı, oysa postmodern bir roman yazmak niyetinde değildim. Kitap hakkında birçok yerde yazı çıktı; hatta Big Issue’da (Dünyanın birçok ülkesinde profesyonel gazetecilerin çıkardığı ve evsizlerin satarak gelir elde ettikleri toplumsal amaçlı bir sokak gazetesi) bile bir yazı çıktı ki, bundan özellikle gurur duyuyorum.
-Harika bir kitap olduğu gerçeğini bir yana bırakırsak, romanınıza bunca ilgi gösterilmesinin diğer nedenlerinin neler olduğunu düşünüyorsunuz?
Belki insanların Orta Asya hakkında daha fazla şey öğrenmesinin zamanı çoktan geldiği içindir. 2005’te Özbekistan’da bir katliam olmuştu ve ülke bir süre manşetlerden düşmemişti.
-İngilizce yayımlanan son romanınız A Poet and Bin-Laden (Bir Şair ve Bin Ladin / 2012) daha ziyade Orta Asya’nın yakın tarihine bakıyor ve belgeselle, şiiri ve edebiyatı bütünleştiriyor. Böyle deneysel bir biçimi tercih etmenize ne sebep oldu?
Roman, sonunda kendini Taliban’ın içinde bulan bir şair hakkında. Bu şairin yazdığı metinde, ki bu metin romanın ikinci bölümünü oluşturuyor, Babürlü iki kardeşin hikâyesi var. Bir kardeş katlinin hikâyesi bu ve, radikalizmin her türünün kendi ötekilerini bulduğu sonucuna varıyor. Mesele kültürlerin çatışması değil; Amerikalıların hepsi yarın ortadan kaybolsalar da, bu aşırıcılar birbirlerini öldürecektir. Bu denli radikal olduğunuzda, kendi içinizdeki öteki bile düşmanınız haline geliyor.
Dolayısıyla, romanın ilk bölümündeki belgeler, şair Belgi’nin en temel edebî biçimi yaratmak için kullandığı hammaddeye dönüşüyor: Ötekini bulmaktan hiç yılmayan bir radikalizmin simgesi olan kardeş katlinin hikâyesi bu. Ya ötekiliği hangi biçimdeyse öyle kabul ederseniz ya da kabul etmez ve onunla dövüşürsünüz. Roman bunu anlatıyor.
Russia Beyond the Headlines’da yayımlanan söyleşinin orjinali için tıklayın