28 Ekim 2016 22:36
Korkut Boratav*
“Kapitalizmin Altın Çağı”, yani 1945-1980 yılları… Ülkelerde ve dünya çapında iki büyük alanda uzlaşmalar aranıyor; bulunuyor.
Birincisi emek-sermaye karşıtlığını, bölüşümcü, refah devletine dayalı “sosyal-demokrat” uzlaşmalar içinde yönetmek… İkincisi ise, emperyalizmin hegemonyaya, sömürüye, siyasi-ekonomik eşitsizliğe dayanan yapısını, Üçüncü Dünya ile pazarlıklar yoluyla hafifletmek, aşındırmak…
Bu iki pazarlık ve uzlaşma alanı, ulusal düzlemlerin dışına da taşınmıştır. Sosyalizmin bir dünya sistemi olma iddiası söz konusudur. Bir uçta sosyalist Batı kökenli uluslararası “sarı” sendikacılık; diğer uçta da anti-emperyalist söylemin ağır bastığı bağlantısızlar hareketi örnekleri akla gelecektir. “Orta” noktalarda ise iki uluslararası örgüt yer alır.
Birincisi ILO kısaltmasıyla bilinen Uluslararası Çalışma Örgütü’dür. İşçi, işveren ve devlet sacayağı üzerinde kurumsallaşmıştır; kuruluşu 1919’a uzanır, ama 1945 sonrasında “gençleşir”; zaman zaman emeğin uluslararası ortamdaki sözcülüğünü (“uzlaşmacı” söylem içinde) üstlenir.
İkincisi ise, 1964’te kurulan UNCTAD’dır. Tam karşılığı Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’dır. Adından da anlaşılacağı gibi Birleşmiş Milletler ailesinin içinde yer alan bir kurumdur; ama ana sözleşmesi kalkınma (yani “azgelişmişlik”) sorunları üzerinde odaklanmıştır. İlk Genel Sekreteri, Latin Amerika “bağımlılık okulu”nun önde gelen temsilcisi Raul Prebisch’tir. Baştan beri Üçüncü Dünya’nın uluslararası ortamdaki sözcülüğünü fiilen üstlenmeyi hedeflemiş; zaman zaman da hayata geçirmiştir.
UNCTAD, daha çok bir araştırma ve danışma kurumudur. Dünya Yatırım Raporu ile Ticaret ve Kalkınma Raporu her yıl yayımlanan önemli belgelerdir. Özellikle ikincisi, dünya ekonomisine bakış perspektifi, bulguları ve analizleri açısından IMF ve Dünya Bankası raporlarının “kontrası” olarak görülmelidir.
1960’lı yıllara damga vuran ekonomik gündem değişmiştir; ama çalışmaları hâlâ kalkınma ve bağımlılık odaklıdır. Bugünün ortamında demodedir; ama özgün gündemini korur. Genellikle de haklı çıkar.
2016 Ticaret ve Kalkınma Raporu (özgün adı: Trade and Development Report) son UNCTAD yayınıdır. Kapsanan konulardan birkaçına, kuşbakışı göz atalım.
Rapor, dünya ekonomisini merkez/çevre ikilemi içinde ve bağımlılık ilişkilerine odaklanarak inceliyor. Bu perspektif gereği, ilk saptamalar metropolden başlıyor. Burada, “ücret payının düşmesi tüketim talebini frenlemekte; bu durum yatırım artışlarıyla telafi edilememekte; büyüme bu nedenle frenlenmektedir.” Bu, “aşırı borçlu ve alım gücü kısıtlı tüketiciler ile kârları artan, ancak yatırım yapmayan üreticilerden oluşan bir dünya” anlamına gelir. “Finansal varlıkların balonlaşması talep yetersizliğinin telafisine değil, sadece geçici canlanmalara yol açar.”
Metropoldeki finansal balonlaşma, elbette çevreye taşacaktır; ama “sermaye girişleri sayesinde gerçekleşen büyüme ivmesi [geçicidir]. Sermaye kaçışı, devalüasyonlar, varlık fiyatlarında çökme, [dış] borçların kırılganlığı ile birleşince, finansal krizin üçüncü aşaması gündeme gelebilecektir.” (ss.ii-vi) İlk iki kriz aşamasının, 2008’de ABD ve 2011’de Avro Bölgesi’nde patlak verdiğini hatırlatalım.
UNCTAD, böylece, dış bağımlılıkları yüksek olan çevre ekonomilerinde bir kriz dalgasını öngörüyor. Batı ekonomileri için de sol-Keynes’çiler ile paralel eleştiriler getiriyor.
Ancak, UNCTAD’a özgü değerlendirmeler, metropol ile çevre arasındaki asimetrik, eşitsiz ilişkilerin, azgelişmişliğe kalıcı özellikler veren yapısal öğelerin tartışıldığı bölümlerde ortaya çıkıyor.
UNCTAD kurucularının, örneğin Prebisch’in savunduğu, içe-dönük, korumacı kalkınma politikaları çoktan tarihe karışmış; ihracata dönük sanayileşme yaygınlaşmıştır. Dünya sanayi ürünleri ihracatında çevre ekonomilerinin payı, 1995-2014 arasında neredeyse ikiye (%26 → %45) katlanmıştır.
Bu gelişim, bölüşüm ilişkilerine nasıl yansımıştır? Metropol ile çevre arasında ücret düzeyleri, payları eşitlenmekte midir?
Malûmu tekrarlayalım: Güney coğrafyasına kayan üretim ve ihracat merkezleri, Batı’daki ücretleri baskı altına almıştır.
Peki, Güney işçilerinin ücretleri? UNCTAD Raporu, çevre ile metropol arasındaki yeni oluşan ticaret kanallarının, büyük ölçüde “küresel ticaret (değer) zincirleri” içinde ve dev uluslararası sermayenin denetimi altında işlediğini vurguluyor (Bölüm IV). Batı ülkelerini terk eden sermaye, sanayi üretiminin çeşitli halkalarını, en ucuz emek mekânları arayarak dolaştırmaktadır. Bu esnekliğin sonucu, Güney ülkeleri arasında kıyasıya ücret rekabetidir.
Rapor’un belirlemelerine göre, sanayi ürünü ihracatındaki artışı, ücret paylarına yansıtabilen iki ülke söz konusudur; ancak sınırlı süreler için: 1990-1997 arasında Güney Kore ve 2008 sonrasında Çin… (s.22)
Dolayısıyla, sınaî ihracata yönelen çevre ülkelerindeki ana eğilim, ücret paylarında aşınmadır. Bu durum, çevre burjuvazisine de yaramamıştır. Zira, küresel ticaret zincirlerini biçimlendiren eşitsiz, asimetrik piyasa ilişkileri, Güney kökenli sanayi ihracatında fiyat aşınmalarına yol açmıştır: 1980-2014 arasında bu ülkelerin göreli alım gücü (“dış ticaret hadleri”) her yıl ortalama %1,1 oranında gerilemiştir. (s.130)
Kalkınma iktisadının (başta Prebisch’in) 20’nci yüzyılın ortalarında ham madde ihracatçısı ülkeler için belirlediği fiyat aşınmaları, 30-40 yıl sonra sanayi ihracatına öncelik veren aynı ülkeler için tekrar gündeme gelmiştir. Birkaç istisna dışında serbest ticaret, bir kez daha, yoksullaştırıcı uzmanlaşma ile sonuçlanmıştır.
Metropolün ve çevrenin işçi sınıfları, farkında olmadan kader birliği içindeler: Son otuz yılda dünya ekonomisinin tümünde ücret payı, belirgin boyutlarda aşınmıştır (s. 23, Şekil 1.7). Bu, ticaret, sanayi, finans sermayelerine; yani, uluslararası burjuvaziye intikal eden artık değer oranının yükselmesi anlamına gelir.
Son otuz-kırk yıldan açık-ara kazançlı çıkan bu uluslararası sınıf, tarihsel, stratejik işlevini yerine getirmekte midir? Sermaye birikimini kastediyorum. Sermaye birikimi, üretken kapasiteyi genişleterek büyüme potansiyelini ve ekonominin ortalama verimini yukarı çeker; altyapıya, bilime, eğitime dönük yatırımlar yoluyla emek üretkenliğini yükseltir. Kapitalist bir sistemin hayatiyeti, dinamizmi, bu kanalları besleyen sermaye birikimine bağlıdır.
UNCTAD Raporu, bu soruyu, Bölüm V’te kâr/yatırım bağlantılarını inceleyerek tartışıyor.
Batı ekonomilerinin tümüne bakıldığında tuhaf bir olgu ortaya çıkıyor: Kâr payları artmakta; yatırım oranları aşınmaktadır. Şirket kârlarının hissedarlara dağıtılan öğesi (temettüler) sürekli yükselmektedir. Dağıtılan kârlar yatırım eğilimini aşındırmakta; hissedarların, yöneticilerin tüketimine, finansal varlık, mal/mülk edinimine, “satın alma, birleşme” işlemlerine kaymaktadır. Kapitalist şirketlerin geleneksel “kârları koru ve yatırıma yönelt” ilkesi, artık “kârları dağıt, şirketi küçült” stratejisine dönüşmüştür. (ss.142-143)
Metropol ekonomilerinin tümünde milli gelirde yatırımların payı kırk yıl içinde %28’den yüzde 21’e düşmüştür.
Kapitalist dünya sisteminin egemen sınıfı olan metropol burjuvazisi tarihsel işlevinden uzaklaşmakta; parazitleşmektedir. .
“Güney” ekonomilerindeki durum da parlak değildir. Rapor’da incelenen 13 çevre ekonomisinin (Türkiye dahil) hepsinde 2009-2014’te yatırımların şirket kârlarına ortalama oranı, on yıl öncesinin gerisindedir. Temettü payları genellikle yükselmiştir (s.156).
Latin Amerika’da ve Türkiye’de 1980’li yıllarda sermaye birikimi düşmüş; bu gerileme hâlâ telafi edilememiştir. Diğer büyük çevre ekonomilerindeki ana eğilim ise, yatırım oranının özellikle 2000 sonrasında aşınmasıdır.
İstisna yok mudur? Sadece üç Asya ülkesinde var: Kırk yıl boyunca sermaye birkimini adım adım yükselterek %30-%40 eşiklerinin üstüne taşıyan Hindistan, Endonezya ve Çin.. UNCTAD’ın bu saptamaları (ss.45, 74, 150), dünya ekonomisindeki kalıcı durgunlaşmanın nedenlerine ışık tutmaktadır.
UNCTAD Raporu, kalkınma iktisadının geleneksel bir önermesini okurlara hatırlatıyor: Azgelişmişliğin aşılmasında sanayileşmenin önemi, öncülüğü…
Ancak sanayileşmenin temel bir sorununa da işaret ediliyor: Sanayide emek verimi hem (tarım gibi) geleneksel, hem de (“hizmetler” gibi) modern sektörlerin üstündedir. Bu nedenle, milli gelirdeki payı hızla artarken istihdama katkısı sınırlı kalır.
Dahası, teknolojik ilerlemelere en açık sektör de sanayidir. Bu nedenle, hızla artan emek verimi, sektör istihdamını aşağı çekebilir.
Rapor, büyük çevre ekonomilerinde sanayideki verim ve istihdam hareketlerinin seyrini karşılaştırıyor. Ortaya çıkıyor ki, bu sektörde verim ile istihdamın birlikte ivme kazandığı dönemler sınırlıdır. Verim artışlarının, sanayi istihdamını frenlediği dönemler çoktur. Bazen de istihdamdaki artış temposu, emek verimini aşağı çekmektedir (s.79).
Bu bağlantılardan hareketle, çevre ekonomilerinde üç sanayileşme türünün var olduğu ileri sürülüyor: Birincisi, milli gelirde sanayinin payını artırırken Batı ekonomileriyle verim farklarını daraltan dinamik süreçtir. Rapor, bunu “yakalayan sanayileşme” olarak adlandırılıyor. Bu örneğe uyan iki ülke belirleniyor: Güney Kore ve Çin… Belli bir aşamadan sonra, sanayinin milli hasıladaki payının azalması beklenen bir gelişmedir; yeter ki sözü edilen dinamik süreci izlesin.
İkinci gelişim biçimi, “tıkanan sanayileşme” olarak adlandırılıyor: Sanayinin milli gelir ve istihdam payındaki artış süreci erken (düşük verimli) bir aşamada durur; hizmetler sektöründe prematür bir şişme gerçekleşir. UNCTAD’ın bu tür için verdiği örnekler Hindistan ve Meksika’dır.
Rapor’un belirlediği üçüncü gelişme biçimi, “erken sanayisizleşme” olarak adlandırılıyor. 1960-1970’li yıllarda hızlı sanayileşme politikaları izleyen; sektörün payını, verimlilik düzeyini anlamlı boyutlara taşıyan Latin Amerika ülkeleri örnektir. Bu ülkelerdeki sanayileşme, 1980 sonrasındaki neoliberal politikalar ve onlardan türeyen krizler sonunda tıkanmış; sınaî istihdam ve üretim payları sürekli olarak daralmaya başlamıştır. Neoliberalizmin Latin kurbanlarına, Kuzey Afrika’nın ve 1990 sonrasındaki Doğu Avrupa’nın örnekleri eklenmektedir.
UNCTAD Raporu’nda Türkiye bu örnekler içinde yer almıyor. Bu bağlamda, Bayram Ali Eşiyok’un, İktisat ve Toplum’un Temmuz 2016 sayısında yayımlanan makalesine değinebilirim. Eşiyok bu çalışmasında, Türkiye imalat sanayiinin başlıca göstergelerinin seyrini önemli metropol ve çevre ekonomileriyle karşılaştırıyor. Bulguları, UNCTAD’ın “erken sanayisizleşme” kategorisine yakın görülebilir.
Rapor’un son bölümünde UNCTAD, “Güney” coğrafyası için, kapsamlı bir sanayi politikası öneriyor. Öneri, aslında, adı konulmamış bir planlama sratejisidir.
Ayrıntılara girmeyelim. Sadece, Türkiye gibi “orta gelirli ülkeler için ara-girdilerde ithal ikameci sanayileşmenin” ve “çokuluslu şirketlerin küresel egemenliğini telafi edecek kuralları oluşturmanın” önerildiğine işaret edelim.
Rapor, böylece, bir yandan kalkınma iktisadının bugün unutulmuş perspektiflerini hatırlatıyor. Bir yandan da “kalkınmacı devlet” anlayışını benimseyecek muhataplar, iktidarlar arıyor.
Parazitleşen burjuvazinin hükmettiği bir dünyada bu muhatapları nasıl, nerede bulacaktır? Rapor, Birleşmiş Milletler’in bir kuruluşuna aittir. Editörü yanıtı biliyordur; ama soruyu açıkça gündeme getirmesi, tartışması beklenemez.
© Tüm hakları saklıdır.