04 Mayıs 2020 14:48
Koronavirüs salgını evimizin kapısının önünden başlayarak bütün dünyayı tehlikelerle dolu bir doğal alana dönüştürdü.
Kamusal alanlar artık mecbur kalmadıkça, kritik görevlerde çalışanlar hariç kimsenin çıkmaması gereken yerler haline geldi. Çoğumuzun dünyası şu anda evimizin sınırlarıyla belirleniyor.
ABD'de New York'daki The Cooper Union'da mimarlık dersi veren Lydia Kallipoliti, yaşadığımız şehirlerin bir salgınla başedebilmeye göre tasarlanmadığı için bu koşullarda, düzensiz, birbirinden kopuk bir yatak odaları ve çalışma köşeleri serisine dönüştürdüğünü söylüyor.
21nci yüzyıl daha ilk yirmi yılında Sars, Mers, Ebola, kuş gribi ve domuz gribi salgınlarını yaşamıştı, şimdi bunlara bir de Covid-19 eklendi.
O halde kritik soru şu: Gerçekten bir salgınlar çağına girdiysek, kentlerimizi gelecekte nasıl tasarlamalıyız ki evimizin dışı yasaklı alan haline gelmesin, güvenli ve yaşanabilir alanlar olarak kalsın?
Kentlerimiz aslında tarihi gelişim süreçleri içinde salgın hastalıklara karşı önemli değişikliklerden geçti.
The Fever and Pandemic (Ateş ve Pandemi) adlı kitabın yazarı bilim muhabiri Sonia Shah "Şehirde yaşamanın ömrünüzü kısalttığı bir dönem vardı. Kentler birer ölüm tuzağıydı" diyor.
Sanayi Devrimi döneminde kentlerin hızla büyümesi salgınların yayılmasında büyük rol oynayan kirli sokakların çoğalmasını getirdi. Londra ve New York gibi şehirler büyüdükçe tifo, kolera gibi salgınlar öyle büyük sağlık sorunlarına yol açtı ki tamamen yeni bir hijyen sistemi, kanalizasyonların inşa edilmesi gerekti. Kanalizasyonların inşası bir çok kentte salgın hastalıklardan ölümleri büyük ölçüde azalttı.
Zaman içinde şehirlerde inşa edilen binalarda ışık ve havalandırma koşulları iyileşti ve bir konutta yaşayan insanların sayısı azalmaya başladı.
Son yıllarda kent planlamasında sağlığa odaklanma çağrıları ve bunların pratikteki etkileri de artıyor.
Sonuçta evet, bazı gelişmeler oldu ama kalabalık kent merkezleri hala salgınların yayılması açısından sorunun büyük bir parçasını oluşturuyor.
Hızlı ve etkili sağlık önlemleri alınmadığı takdirde, virüs, en büyük ve bağlantıları en gelişkin şehirlerde en hızlı yayılıyor.
2050 yılında dünya nüfusunun yüzde 68'inin şehirlerde yaşayacağı öngörüldüğüne göre, kentlerin biran önce büyük salgınlara uygun bir şekilde tasarlanmasının aciliyeti ortaya çıkıyor.
Virüs karşısında her şehir aynı zaafları taşımıyor.
Kopenhag gibi yeşil alanlarla dolu, bisikletle seyahatin teşvik edildiği varlıklı şehirler dünya çapında sağlıklı yaşam örnekleri oluşturuyor.
Fakat Kenya'da Nairobi ya da Bangladeş'te Dakka gibi ekonomik olarak daha az gelişmiş kentlerin gecekondu semtlerine gittiğinizde bambaşka bir durumla karşılaşıyorsunuz.
Kamu sağlığı uzmanı ve Harvard Graduate School of Design'da (Harvard Tasarım Fakültesi) öğretim üyesi olan Elvis Garcia temizlik koşullarına riayet edilmeyen ve temiz su sıkıntısı çekilen yerlerin bir salgının baş gösterme ve yayılma ihtimali en yüksek yerler olduğuna dikkat çekiyor.
"Bundan 10 yıl sonra dünya nüfusunun tahminen yüzde 20'si temiz su, sağlık ve hijyen-temizlik altyapılarına erişimin sınırlı olduğu kent ortamlarında yaşıyor olacak" diyor.
Temel hijyen ve temizlik koşullarının geliştirilmesi daha sağlıklı şehirler için atılacak ilk adım.
Elvis Garcia "Bu doğru dürüst temiz su, sıhhi tesisat ve kaliteli konut demek" diyor.
Kalabalık yani nüfus yoğunluğu bulaşıcı hastalıkların yayılmasında rol oynayabilen en önemli faktörlerden biri.
Bunun çok basit bir sebebi var. Kalabalıkta bulaşıcılık katsayısı artabilir.
Çin'de Covid-19 salgınının başladığı Vuhan kenti, 11 milyonluk nüfusuyla ülkenin orta bölgesinde nüfusun en yoğun olduğu kentti.
Aynı şekilde ABD'de salgının etkisinin en kötü hissedildiği kent New York da bu ülkenin nüfus yoğunluğu en yüksek kenti.
Bugün salgın karşısında alınan önlemler ve kamusal alanların kullanımı konusunda yapılan ilk değişiklikler bize yarının salgına dayanıklı kentleri konusunda ipuçları veriyor.
Dünya çapında bir çok kentte insanlara daha geniş alan verebilmek amacıyla bazı sokaklar trafiğe kapatılıyor.
California'da Oakland'da kentin yaklaşık 100 kilometrelik sokak ve caddesi sadece yaya ve bisiklet trafiğine tahsis edilip motorlu araçlara kapatıldı.
Salgın sırasında kent sakinlerinin zihin ve beden sağlığı açısından erişilebilir geniş yeşil alanların ne kadar önemli olduğu görüldü.
Amsterdam'daki UNStudio'dan mimar Marianthi Tatari günde 20 dakika 'yeşil zamanın' yaşadığımız ortama daha sağlıklı ve insani bir yaklaşım sunduğunu söylüyor.
Fakat hijyenin bu kadar önemli olduğu bir tehlike karşısında bir parkta ellerinizi ne kadar temiz tutabileceğiniz önemli.
Kent Tasarını ve Zihin Sağlığı Merkezi'nin yöneticisi Layla McCay, şehirlerde çok sayıda el yıkama üniteleri kurulmasını öneriyor.
"Herkes ellerini titizlikle yıkasa bu tür hastalıklarda önemli bir azalma meydana gelecektir" diyor.
ARUP adlı mühendislik firmasından küresel sürdürülebilir gelişme müdürü Jo da Silva yaşadığımız ve çalıştığımız binaların içinde de değişikliklere gitmemiz gerekebileceğini söylüyor.
Paylaşılan binalar yani apartmanlarda daha fazla asansör ve çok sayıda merdiven seçeneklerinin faydalı olacağını, böylelikle bir çok kişinin aynı anda aynı ortamda bulunmasına sebep olan "düğüm" noktalarının açılabileceğini düşünüyor.
Evler ve işyerlerinde enerjinin daha etkin kullanımı amacıyla son yıllarda inşa edilen ofis ve konutların önemli bir kısmında pencereler açılmıyor.
Ama evlerde daha çok zaman geçirilecekse ABD'den mimarlık hocası Lydia Kallipoliti, buraların daha havadar ve aydınlık olmasının sağlanması gerektiğini söylüyor.
Kallipoliti, enerji tasarrufu amacıyla tamamen izole edilen ve bu nedenle zararlı organizmaların iç mekanda dolaştığı yapılara "hasta binalar" diyor ve bundan kaçınılması gerektiğini vurguluyor.
Londra'daki Westminster Üniversitesi Mimarlık ve Kentler bölümü öğretim üyesi Johan Woltier eğer salgın hastalıklar artık hayatımızın birer parçası haline gelecekse kentlerimizin daha uyarlanabilir olması gerektiğini söylüyor.
"Şu anda yaşadığımıza benzer bir kriz sürecinde bu, kolayca geçici konut ve sağlık merkezleri kapasitesi yaratabilmek ve bunları yapabilecek alan ve mekanlara sahip olmak anlamına geliyor" diyor.
Bunun bir örneği Londra'da geçici olarak bu salgın sürecinde kurulan Nightingale Hastanesi oldu. Bir konferans merkezi dokuz gün içinde 4 bin hastayı alabilecek bir hastaneye dönüştürüldü. Çin'de Vuhan kentinde de benzeri bir şekilde 10 gün içinde hiç yoktan 1000 yataklı bir hastane kurulmuştu.
Geçici ihtiyaçlara cevap verebilecek bu tür mekanları hızla kurabilmek bir kentin salgına karşı güçlü olabilmesinin vazgeçilmez bir unsuru.
Fakat mimarlık hocası Johan Woltier kentlerin bunun da ötesinde "temel ihtiyaç maddelerinin temininden, alışverişe ve gerektiğinde tahliye güzergahları açılması gibi konularda da hızla uyum sağlayabilir olması" gerektiğini söylüyor.
Öyleyse şu anda yaşayıp çalıştığımız alanları farklı şekilde kullanmak, kamusal alanda hijyen imkanlarını artırmak ve yayalara ayrılan alanları genişletmek geleceğin salgına dayanıklı kentlerinin önemli özellikleri arasında olacak.
Fakat tasarım uzmanı ve (Data Cities: How satellites are transforming architecture and design) uyduların mimari ve tasarımı nasıl değiştirdiğine ilişkin Veri Kentleri kitabının yazarı Davina Jackson kentlerimizdeki en büyük değişikliklerden birinin, harika bir bina ya da yeni bir park gibi görünür bir şey olmayacağını söylüyor.
"Geleceğin kentleri küresel virüs salgınları gibi tamamen görünmez akımlarla başetmek üzere tasarlanmak zorunda. Ve bu da veri haritalandırmasını gerektiriyor" diyor.
Bunun bir örneği olarak da Massachusetts Teknik Üniversitesi MIT bünyesindeki Senseable City Lab laboratuvarındaki araştırma grubunu gösteriyor.
Burada uzmanlar kanalizasyonlara yerleştirdikleri cihazlarla hangi bölgelerde yasadışı uyuşturucu maddelerin ya da zararlı bakterilerin yoğunlaştığını belirleyebiliyor.
Pandemilere hazır bir kentin muhtemelen hastalıkların yayılışını da haritalandırabilecek bu tür gizli ölçüm cihazlarıyla donatılmış olması gerekecek.
Salgınlara dayanıklı bir şehrin önemli bir özelliğinin de gıda güvenliğini sağlayabilmesi yani gıdaya erişimi sağlayabilmesi gerekiyor.
Küreselleşen dünyamızda şu anda dört bir yandan gelen ürünler beraberlerinde taşıyabilecekleri virüslerle birlikte bir kaç gün hatta bazen bir kaç saat içerisinde kent merkezlerinde soframızda olabiliyor.
Gazeteci ve yazar Sonia Shah "Kentlerimiz korunaklı birer kale değil" diyor.
Covid-19'un ortaya çıktığı Vuhan kentinin kenti Çin'in diğer bütün bölgelerine ve işlek bir uluslararası havaalanına bağlayan büyük bir tren istasyonu var.
Sonia Şah, Vuhan'da hastalığın ortaya çıkışından karantina konulana kadar 5 milyon kişinin kentten ayrıldığını ve farklı istikametlere seyahat ettiğini hatırlatıyor ve gelecekte riski azaltmak için kentlerin daha yerel ve daha kendine yeterli olması gerekeceğini söylüyor.
"Her kent bir ada olsun anlamında söylemiyorum ama içinde yaşadığınız yerleşimin bir tür dengesi ve sürdürülebilirliği olması lazım" diyor.
Başka çare bulunmadığı durumlarda kent tarımı yapılmasının ve bunun sağladığı faydaların tarihi ve güncel örnekleri var. Örneğin İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD'de 20 milyon ev, kendi sebzelerini yetiştirmiş ve toplam toplam yıllık Amerikan tarım hasadının yüzde 44'üne varan miktarda ürün elde etmiş.
Bir başka örnek olarak ABD ambargosu karşısında Küba'nın şehirlerinde gıda ihtiyacının önemli bir kısmının şehir tarımıyla sağlanması verilebilir.
Yine de kendine yeterli bir şehir tasarlamak çok büyük bir iş.
Harvard Üniversitesi'nden Elvis Garcia gelecekte şehirlerin sadece gıda temini değil ama temel hizmetlere erişim bakımından da daha "yerel" olması gerektiğine katılıyor.
"Belki mega şehirler içinde küçük çekirdekler yaratmanız gerekecek" diyor.
Koronavirüs öncesinde Avustralya'nın Melbourne şehrinde bu tür bir "20 dakikalık şehir" fikri denendi.
20 dakikalık şehir, vatandaşların alışverişten egzersize ve sağlık hizmetlerine kadar ihtiyaçları olan herşeye bisikletle ya da yürüyerek 20 dakikada ulaşabilmesi anlamına geliyor.
Yerelleşmenin ayrıca hastalıkların bulaşması bakımından sorunlu bir başka konuda da faydası büyük: Kitlesel kamu taşımacılığı.
Bireysel motorlu araçlara karşı çevre koruma bakımından bir çözüm olarak sunulmuş olsa da kitlesel kamu taşımacılığı salgın koşullarında pek sağlıklı değil.
Mimarlık hocası Johan Woltier'e göre bu nedenle şehirlerin bisikletle seyahat imkanlarını daha da artırması, insanların alternatif olarak kullanabilecekleri daha çok sayıda küçük sokak ve patikalar sunması gerekiyor ki hepimiz aynı sokakta, aynı metro treni ya da otobüste sıkışıp kalmayalım.
Fakat dünya mevcut krizin acımasız gerçekliğiyle baş etmeye çalışırken mimari ve tasarımsal değişiklikleri kolayca yapıp kurtulmak da kolay değil.
Şu anda İtalya'nın Milano kentindeki evinde kendini karantinaya almış olan mimar Roberto Palomba yarının şehirleri konusuna yaklaşırken her şeyden önce düşünme biçiminin değişmesi gerektiğini söylüyor.
Palomba yeni şehirleri tasarlamaya geçmeden önce yeni salgın hastalıkların ortaya çıkmasını daha baştan nasıl engelleyebileceğimize odaklanmamız gerektiğini düşünüyor.
O yüzden belki de salgına dayanıklı şehir derken belki de gözümüzün önüne öncelikle yeni pırıl pırıl ve sağlıklı kent merkezi planları gelmemeli.
Eğer salgına hazırlık kısmını başarırsak, kentlerimiz yine bugünkülere daha çok benzeyebilir. Sadece biraz daha az kalabalık, biraz daha fazla yerel açık alan ve biraz daha kendine yeterlilik bile kentleri daha dayanıklı kılabilir.
© Tüm hakları saklıdır.