Bir mal veya hizmetin piyasadaki satış değerini belirleyen ölçü fiyattır. Para kullanımı, devreye girip de piyasayı düzenlemeden önce trampa (değiş tokuş) sistemi geçerliydi. Bir mal veya hizmet satın alacak kişi onun karşılığında bir mal veya hizmet vermek durumundaydı. Bu iki malın birbiriyle değiş tokuş ilişkisi bize göreceli fiyatları verir. A marka saat bin liraya, B marka saat iki bin liraya satılıyorsa bu iki saatin değişim değeri: B = 2A olur. İşte bu ölçü bize bu iki saatin birbiri karşısındaki göreceli fiyatını verir. Normal koşullarda enflasyon fiyatları arttırsa da bu değişim ölçüsü böylece kalır. Diyelim ki saatlerin yapısı, teknolojisi, kalitesi değişmemişken yüzde 50 enflasyon nedeniyle A marka saatin fiyatı 1.500 liraya, B marka saatin fiyatı da 3.000 liraya yükselirse değişim oranı (B = 2A) değişmeden kalır.
A marka ya da B marka saatin piyasa değerini kim ya da ne belirler? Bu değeri öncelikle o saatin maliyeti belirler. O saatin imalatında kullanılan malzeme ve girdiler, atölye kirasından ona düşen pay ve yapımı için harcanan emek gibi maliyet unsurlarının toplamı saatin maliyetini belirler. Bu, o saat için konulacak fiyatın alt limitidir. Bunun altında bir fiyatla satılırsa imalatçı/satıcı zarar eder. İş maliyetlerle kalmaz, o organizasyonu yapıp saati ürettirip satacak olanın da bir miktar kazanç sağlaması gerekir. Bu da maliyetin üzerine bir kâr payı eklenmesi gereğini doğurur. Buna göre bir mal veya hizmetin satış fiyatı o mal veya hizmetin maliyeti ve normal kârdan az olmaz. Normal kâr meselesi tartışmalıdır ama bir genelleme yaparsak; bir girişimcinin kullandığı sermayeye, üstlendiği risklere, katlandığı faize, harcadığı emeğe ve zamana karşılık elde etmesi gereken asgari kazanç normal kâr olarak kabul edilebilir. Bütün bunlar bir araya gelse de mal veya hizmetin satış fiyatını belirlemeye yeterli olmaz. Son aşamada fiyatı belirleyen iki güç vardır: Arz ve talep. Satıcı, A marka saati bin liraya satışa çıkardığında buna talep olmazsa, bir süre sonra satış fiyatını düşürmek zorunda kalır. Ya da eğer satışa sunulan miktarın üzerinde bir talep ortaya çıkarsa o zaman o talebe yanıt verecek arz artışı gerçekleşene kadar saatin fiyatı yükselir. Dolayısıyla bir mal ya da hizmetin satış fiyatını yalnızca maliyet + kâr hesapları değil aynı zamanda o mal ve talebe ilişkin arz ve talep belirler.
Fiyatların belirlenmesinde önemli bir unsur da başka mal ve hizmetlerin de fiyatlarını içeren genel fiyat düzeyidir. Eğer fiyatlar genel düzeyi artış halindeyse yani ekonomide enflasyon varsa o zaman saatlerin maliyeti ve dolayısıyla fiyatı da artar. Diyelim ki maliyeti 850 lira olan A marka saat, maliyetin üzerine yüzde 17,7 kâr payı eklenerek 1.000 liraya satılıyor olsun. Eğer enflasyon yoksa satıcı, aynı maliyetleri karşılayarak aynı malı yeniden üretip satmaya devam edebilir. Buna karşılık aylık yüzde 5 oranında enflasyon varsa işler farklı gelişecek demektir. İmalatçı/satıcının bu saati imal edip, vitrine koymakla satması arasında ortalama iki ay süre geçiyor olsun. Bu durumda mal satıldığında satıcının eline geçen 1.000 liranın satın alma gücü (aylık yüzde 5 enflasyon nedeniyle) yüzde 10 azalmış yani 1.000 lira, satıcıya ancak 900 liralık satın alma gücü bırakacaktır. Bir başka bakış açısıyla satıcı, reel olarak yüzde 17,7 değil yüzde 5,9 kâr elde etmiş olacaktır. Satıcı, bu fiyatla satmaya devam ederse bir sonraki satışından zarar etmeye başlar. Bu durumda satıcının yapacağı şey fiyatı 1.000 lira olarak değil 1.060 lira olarak belirlemek olacaktır. Bazı satıcılar, enflasyonun böyle devam edeceğini buna karşılık her ay fiyatı artırmasının mümkün olmayabileceğini düşünerek fiyatı geçmiş enflasyonun da üzerinde artırmaya yönelir. O zaman fiyatı (yüzde 17,7 kâr edecek şekilde) 1.060 lira değil, mesela 1.150 lira olarak belirler. Satıcı, bunu yaparak kendini korumaya çalışırken enflasyonu hem körüklemiş hem de ona süreklilik kazandırmış olur. Başlangıçta satıcı kendini korumuş görünse de bir süre sonra bu durum kendisi aleyhine de sonuçlar vermeye başlar. Geleceğe ilişkin beklentiler olumlu hale gelmeden bu tür önceden yansıtılmış bir enflasyonun önlenmesi pek mümkün değildir.
Bunlara ek olarak bir de siyasal iktidarın piyasanın işleyişine çeşitli yollarla (faizle, kurla, para basarak, vergilerle, tarım politikalarıyla, teşviklerle vb.) müdahalesi söz konusu olabilir. Eğer bu müdahaleler genel bir müdahale değil de farklı mal ve hizmetlere farklı biçimlerde yansıyan müdahaleler biçiminde olursa mal ve hizmetlerin göreceli fiyatları arasındaki ilişkiler bozulur. Yukarıdaki örneğimize tekrar dönelim. Diyelim ki hükümet A marka saate yüzde 10, B marka saate (lüks olduğu gerekçesiyle) yüzde 30 satış vergisi koymuş olsun. Bu durumda A marka saatin satış fiyatı 1.100 liraya, B marka saatin satış fiyatı 2.600 liraya yükselmiş olur ve bu durumda değişim denklemi B = 2,6A olarak değişir. Vergiden önce 1 adet B marka saatle 2 adet A marka saat değiştirilebilirken, vergi düzenlemesi sonrası 1 adet B marka saat verildiğinde karşılığında 2 adet A marka saat ve 600 lira alınır hale gelmiştir. Uygulanan farklı satış vergileri sonucu A marka saatin göreceli değerinde düşüş ortaya çıkmıştır.
Türkiye, son yıllarda bir yandan çok yüksek enflasyon sorunu yaşarken bir yandan da piyasaya yapılan peş peşe müdahaleler ve izlenen yanlış politikalar yüzünden göreceli fiyatlar dengesinin bozulması sorununu yaşıyor. Son birkaç yılda fiyatları taban fiyatıyla belirlenen tahıllar gibi bazı malların fiyatı açıklanan enflasyonun altında arttı. Buna karşılık dolmuş ücretleri, tekstil ürünleri gibi bazı mal ve hizmetlerin fiyatları açıklanan enflasyon, peynir, tereyağı, yoğurt, zeytinyağı gibi bazı malların fiyatları gerçek enflasyon kadar arttı. Kiralar, özel okul ücretleri, tatil yeri ücretleri gibi bazı hizmetlerin fiyatları ise her türlü ölçünün üzerinde arttı. Bu farklı fiyat artışları, fiyatlar arasındaki göreceli ilişkileri alt üst etti. İki, üç yıl öncenin bir haftalık her şey dâhil tatil parasıyla bugün ancak uçak biletleri ve havalimanına gidiş geliş taksi ücretleri karşılanabiliyor. Ya da iki üç yıl öncenin kira bedeli, bugünün aidatlarına ancak denk geliyor. O nedenle tüketiciler yalnızca fiyat artışlarına şaşırmakla kalmıyor aynı zamanda göreceli fiyat ilişkilerinin kopmasının da şaşkınlığını yaşıyor.
Paranın üç temel işlevinden birisi alış verişe konu mal ve hizmetlerin değerini ölçmektir. Yüksek enflasyon ve fiyatlar arasındaki görecelilik ilişkisinin kopmasının yanı sıra Türk Lirasının değer ölçme niteliği de kaybolmuş bulunuyor. Mesela Türkiye’nin 2023 yılında GSYH’si 26 trilyon 276 milyar lira denildiğinde insanlar pek bir şey anlayamıyor ama bu tutarı 2023 yılı ortalama dolar kuruna (yaklaşık 23,5 lira) bölüp de 1,1 trilyon doları bulunca GSYH’nin ne kadar olduğu zihninde canlanıyor. Bunun nedeni Türk Lirasının değer ölçme niteliğini yitirmiş olması. Benzer bir durum 2001 krizi öncesinde de yaşanmıştı. Türk lirasının değer ölçme işlevini yitirmesi fiyatların görecelilik sorununun ortaya çıkmasının nedenlerinden birisini oluşturuyor.
İşin en kötü tarafı, toplumun yaşadığı bu görecelilik kargaşası yalnızca fiyatlar alanında değil, her alanda karşımıza çıkıyor. Türkiye, hiçbir zaman gelişmiş ülkelerdeki hukuka, demokrasiye, eğitim düzenine sahip olmadı ama her geçen gün bir öncekinden daha geriye giderken eski durumumuzun göreceli olarak daha iyi olduğunu fark ediyoruz. Ve tuhaf bir şekilde dün eleştirdiğimiz durum, bugün geldiğimiz aşamaya bakınca, iyiymiş gibi görünüyor.
Bu yazı Mahfi Eğilmez'in kişisel blogundan alınmıştır.