15 Ocak 2013 akşamı Mehmet Ali Birand, Kanal D Ana Haberi, her gün olduğu gibi, ‘’Kimselere randevu vermeyin efendim’’ diye kapatmıştı. ‘’Yarın, yine beraber olalım…’’
Ufak bir ameliyata girecekti. Kimselere haber dahi vermemişti. Sabahına işinin başında olacağını düşünüyordu belli ki. Ama o anons, Birand’ın on yıllar boyunca kimi zaman televizyondan, bazen gazeteden, köşesinden, manşetten seslendiği ‘izleyicilerine’ söylediği son sözler oldu.
Arkadaşının ve rakibinin ölüm haberini veren Ali Kırca, ‘’Birand da gitti’’ diyordu ekrandan. ‘’Ve şu anda kendimi çok yalnız hissediyorum…’’
Can Dündar, 71 yaşında hayatını kaybeden ustasının biyografisini yazdıktan sonra, ‘’Bir Ömür Ardına Bakmadan’’ kitabının önsözünde Birand’ı bir ‘self-made man’ olarak tanımlıyordu. Bu, Amerikalıların kendini yoktan var eden, çalışkan, cefakâr ve kimi zaman şanslı insanların hikâyelerini özetlemek için kullandığı bir tabirdi. Kendini gerçekleştirebilmiş insanların sırtına yüklenecek bir tanımdı. Ve Birand, gerçek bir ‘self-made man’ idi. Hiçlikten, bir efsane yaratmış; yakalarından çekiştiren yokluğu, uluslararası saygınlığa sahip bir gazeteci olup def etmişti.
Kolay bir başlangıç değildi onunki:
Babası, Mehmet Ali henüz iki yaşındayken kalp krizi geçirmiş, ne oğluna ne de hayatına doyamadan bu dünyadan göçmüştü. Mehmet Ali ile annesi, bir başlarına kalmışlardı. Hayatı büyük bir şölen olarak yaşayabilecekken, uzun yıllar sürecek bir trajediyle karşı karşıyaydılar şimdi.
Üstüne, içi kaynar su dolu bir kazanın içine düşürdü annesi Mehmet Ali’yi. Bacağı düzelemeyecek şekilde yaralanmış, henüz yürümeye başlayan çocuk, sakat kalmıştı. Okulda kendisine ‘topal’ denecekti; özgüvenini yitirecekti. Ameliyatlar olup, bir nebze de olsa iyileşmenin hasretiyle yıllar geçirecekti.
Fakat şansı, lisede biraz döndü. ‘Hayatını değiştirdiğini’ söylediği hariciyeci ve kapatılan Barış Derneği’nin genel başkanı Mahmut Dikerdem’in yardımıyla Galatasaray Lisesi’ne girince biraz açıldı, yatılı kalınca kendine güven kazandı. Okulun dergisinde söyleşiler yapmaya; edebiyat, felsefe, tarih dersleri almaya, kendini kabul etmeye ve kabul ettirmeye başladı. Lisenin açtığı kapılardan birinin ardında, Mehmet Ali’yi gelecekteki mesleğine sokacak biri vardı: Abdi İpekçi. O genç adam, ileride ‘Abdi Abi’ diyeceği, suikasta kurban gittikten sonra boş kalan genel yayın yönetmenliği koltuğuna oturup ‘’Beceremiyorum, kapasitemin dışında bu’’ diyerek ‘hüngür hüngür’ ofisinde ağlayacağı gazeteciyle, daha o yıllarda bir araya gelmişti.
Beraber çıkacakları gazetecilik yolculuğunda İpekçi, Birand’ın önünü açacak, henüz 30’larının başında bir muhabirken eşi Cemre’nin ailesinin -yani Milliyet’in sahibi Karacanlar’ın- dramlarından kurtulmak için gitmek istediği Brüksel’e büro açmasına izin verecekti.
Fırtınalar daha yeni geliyor
Birand da Abdi Abisi’ne layık olmak için -kendi deyimiyle- ‘eşşşek gibi’ çalışacaktı. Örneğin Kıbrıs’a asker çıkarılmasının ardından gittiği Cenevre Konferansı’nda sabah-akşam demeden yırtınacak, dünyayı atlattığı haberlerle manşetlerden düşmeyecekti.
Hırslıydı. Yenik başladığı hayatın öcünü almak istiyordu belki de. Cemre’ye -henüz sevgililerken- yazdığı mektuplarında ona ‘’Mücadeleyi seviyorsan yanımda dur’’ diyordu. ‘’Pırıltılı yaşantılarda ayakta durmak kolaydır. Fırtınalarda ayakta durmak daha önemlidir. Fırtınalar daha yeni geliyor. Gittikçe bunlar artacaktır.’’
Cemre Birand: Gözümün tutmadığı bu adamı kalbimin tutacağını bilmiyordum
Aslında Cemre, onun hayattaki bir diğer şansıydı. Birand’ın Milliyet’teki ilk yıllarında, yurtdışında üniversite okumuş bir genç kadın olarak dış haberler servisine girdi Cemre. ‘Patronun (üvey) kızıydı.’ Fakat Cemre, Mehmet Ali’yi ilk gördüğünde bu ‘gür siyah saçlı, sakallı ve bıyıklı’ genci ‘gözü hiç tutmamıştı.’ ‘’Burnu da boksör burnu gibi çarpıktı’’ diye yazacaktı eşiyle anılarını anlattığı kitaba, Cemre Birand. ‘’Gülünce dişlerinin de çarpık olduğunu fark ettim. Hafif şişmandı, üzerindeki elbisenin düğmesi çekiyordu. Ayağının sektiğini sonradan gördüm. Gözümün tutmadığı bu adamı kalbimin hiç bırakmamacasına tutacağını bilmiyordum tabii henüz.’’ Çok vakit geçmeden flört etmeye başladılar ve sevgili oldular. Hiç ayrılmayacakları bir yolun ilk adımlarını attılar.
Birand, Cemre’ye kendini anlatmaya gayret gösterdiği bir başka mektubunda ise ‘’Her şeyin en güzelini, en büyüğünü tatmak istiyorum; anlıyor musun’’ diye soruyordu. ‘’Durursam, ölürüm.’’
Durmadı. Gazete köşeleri de Brüksel kulisleri de Birand’a yetmedi. Avrupa’nın başkentinde önce 30 Sıcak Gün kitabını yazdı, Türk askerinin kendi gemisi Kocatepe’yi nasıl vurduğunu haberleştirdi; sonra belki de hayatının en büyük markasını yaratmak üzere kamera karşısına geçti: 32. Gün’le, ilk defa 1985’in Ekim’inde ekrandaydı.
Bu sırada da karşısına Türkiye müesses nizamını hedef alacak işler yapmaya başladı. Emret Komutanım’ı yazdı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin iç yüzünü halka anlattı. Çok sattı ama TSK tarafından doğrudan hedefe konuldu. Şöhreti büyüdükçe büyüyor, 32. Gün’e dünya liderlerinden söyleşi yağıyor, Birand ‘Türkiye’nin en seksi erkeği’ de seçiliyordu.
Ama ailece Brüksel’de normal bir hayat yaşıyorlardı. Bu, Türkiye’ye dönme kararı aldıklarında kırılacaktı. Birand, Türkiye’ye müesses nizamın üzerine giden, cesur işlerle döndü. Abdullah Öcalan röportajının yayımlanacağı gün gazetesi Milliyet’i polis bastı. Dava edildi, beraat etti. ‘Demirkırat’ ile 60 Darbesi’ni sorguladı; ‘’Böyle olmamalıydı’’ dedi. Kürt Sorunu’nun adını koydu; askerin çözüm olamayacağını ısrarla dile getirdi.
Ama Birand’ın durmak bilmeyen hırsıyla bastığı Türkiye’nin kılcal damarları, başına bela olmaya da devam edecekti. Askeriye tarafından andıçlanacak, suikast tehditleriyle boğuşmak zorunda kalacaktı. İtibarını zedelemeye çalışanlara inat, hep daha çok çalışacak, daha çok üretecek, yazacak; ‘düşmanlara’ inat televizyonda daha çok gözükecekti. Vurdular, düşmedi.
“Şimdi ne yapacağım?” diye düşündüğü, işsiz kaldığı, itibarının yerle bir edildiği dönemden çıkışı, Birand’ın hayatı boyunca birkaç defa yaptığı gibi kendini yeniden var etmesinin öyküsüydü: 32. Gün’süz, köşesiz, gazetesiz kalan Birand’ın elinden Doğan grubu tuttu, Türkiye’nin en çok satan gazetesi Posta’nın başyazarı yaptı. Aydın Doğan CNN Türk’ü ona kurdurdu, yayın yönetmenliğini ona emanet etti. Ve sonunda, Kanal D Haber’in başına Birand geldi.
Ancak bu kavgayla geçen ömrün basamaklarında, kendinden ve ailesinden epey feragat etmişti. Hayatı, gazetecilik olmuştu. İçindeki alev öylesine yanıyordu ki eşi Cemre Birand, ‘evliliklerindeki tek metresi Birand’ın işi’ olarak tanımlıyordu. Oğlu Umur’un doğumundan sonra bile hastaneden kaybolmuştu; Cemre uyandığında kendini odasında, yapayalnız bulacaktı. Birand geri döndüğünde “Neredeydin” diye çıkışacak, “Yazı yetiştirmem lazımdı” cevabını alacaktı.
Elbette, bu kadar koşturduğu mesleğinin peşinde önemli gazetecilik hataları da yaptı, o yanlışlarla da tartışıldı. Ancak hayatına 10 tane belgesel, 11 tane kitap, binlerce haber, köşe yazısı, televizyon programı sığdırdı.
Pankreas kanserine karşı dahi gardını düşürmedi. Mücadele etti. Üstelik ana haber koltuğunu aksatmadan, köşe yazılarını bırakmadan…
7 yıl önce bugün girdiği ameliyattan çıkamadı. Ama onu kaybettikten sonra Türkiye, çok değişti.
Kurduğu 32. Gün okulunun mezunları, geçtiğimiz aylarda o mezunlardan biri olan Cüneyt Özdemir’in ‘ustasını’ andığı YouTube yayınında söylediği gibi, dünyanın dört bir yanına dağılmış durumda.
Aslında bu, Birand’ın genç bir muhabir olarak başlayıp zirvede veda etmek zorunda kaldığı basının son 7 yılını da özetliyor.
Belki de Ali Kırca’nın rakibini kaybettikten sonra gözyaşlarını tutamayarak kurduğu o cümle, 32. Gün’ün kapısına yolu düşmüş bütün gazetecilerin ve hatta Birand ile aynı değerleri paylaşmış bütün izleyicilerin ruh halini özetliyor bugün:
‘Kendimizi çok yalnız hissediyoruz…’
Kaynaklar:
Can Dündar, Birand: Bir Ömür Ardına Bakmadan
Cemre Birand, Memoş'lu Yıllar
Mehmet Ali Birand, 32. Gün