Basın tarihinin başlangıcında da hikâye ettiğimiz üzere Türkiye’de yazılı basın çok gecikmiş olarak ve Saray’a bağlı doğdu.
Batı’da ise süreci sanayileşme tetikledi ve basını halk sahiplendi.
Bu farklı gelişme çok farklı iki sonuç doğurdu, sanayileşmiş ülkelerde basın parasını halktan kazanırken Türkiye’de basın parasını siyasal iktidarlardan elde etti.
Gelişmiş ülkelerde basının konularını halkın sorunları oluştururken, Türkiye’dekini siyaseten hazineye çökme kavgaları oluşturdu.
Bunun hazin sonucu, basını hep siyaset dizayn etti, etmeye de devam ediyor.
* * *
2009 yılı da siyasal dizayn sürecinin hızlandığı bir yıldı.
Siyasal iktidarın kendi medyasını inşa etmek istemesi de süreci hızlandırmıştı.
Medyadan kimlerin tasfiye edileceğine, hangi patrona hangi listelerin verildiği dedikoduları ayyuka çıkmaya başlamıştı.
* * *
Zaman bunların dedikodu olmadığını doğruladı.
3 Mart 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki “ ‘Şu yazarını at benimkini al’ demiyorum” başlıklı haberin içeriği yaşananları mükemmel bir şekilde anlatıyor:
“BAŞBAKAN, köşe yazarlarıyla ilgili sözlerine dün, ‘birinci derecede muhatabının medya patronları’ olduğunu söyleyip açıklık getirerek, şöyle konuştu:
Bu patronlar bizi ziyaret ederdi zaman zaman, hâlâ da edenleri var. ‘Biz gerilim, kavga istemiyoruz, istikrar istiyoruz. İstikrar sayesinde işlerimiz de iyi gidiyor, iyi para kazandık bu dönemde, tansiyonu düşürmek istiyoruz’ diye gerilimden, gürültüden şikâyet ederler. Ben de her defasında, bunu bana değil millete durmadan karamsarlık pompalayan kendi adamlarınıza söyleyin diyorum. O zaman da ‘Haklısınız ama biz bunlara sözümüzü geçiremiyoruz’ diyorlar.
* * *
Haber, Erdoğan’ın konuşmasından bölümler aktarıyor:
“Bir medya patronunun kendi gazetesinin yazarından, çizerinden, sunucusundan, benim, sizin gibi, şikâyet etme hakkı yoktur.
‘Ben de gazetemin, televizyonumun yayınından memnun değilim ama elimden bir şey gelmiyor’, inanın söyledikleri aynen bu.
‘Ben gerilim istemiyorum ama gerilimi tahrik eden yayınlara da bir şey diyemiyorum’ diyemezsin.
Gazetenin yayın politikasını sen belirliyorsun.
O yayın politikasına uymayan adam orada nasıl durur, bir dükkân açıyorsun, şirket açıyorsun, batırmak için elinden ne geliyorsa onu yapan yöneticiyi, iyi çalışmayan bir tezgahtarı orada tutar mısın?
Hemen ertesi gün kapıya koyarsın.
Efendim ‘Basın, medya dünyasında böyle değil’
Nasıl böyle değil ya, aynen öyle.
Geçmişte örneklerini gördük. Bunu değiştirip değiştirmeme sana ait olan bir şey.
Onu bize sorma, bizimle de gelip konuşma.
‘Bizimle bununla gelip konuşmayın bizden isim istemeyin’ demişimdir hepsine.
Bugüne kadar hiçbir basın patronu, bana, ‘şu yazarını at demiştir’ diyemez.
Gelsin benimle yüzleşsin. O denli aşağılık oyunların, hesapların içine girmem.
Medya patronunun yayın kadrosunu seçme, tasvip etmedikleriyle yolunu ayırma hakkı vardır.
Ben kalkıp da şunu at, benimkini al demiyorum ki.
Ortaya çıkan üründen memnun değilseniz o sizin sorumluluğunuz, gelip de bana hem ağlarım hem giderim yapma.
Benim yazarlarla çizerlerle kişisel bir sorunum yok.
Yapıcı eleştirilerden her zaman yararlanırım.
Ön yargılı davrananları, ahkam kesenleri ciddiye almam.
Eleştiri kisvesi altında hakaret etmeye yeltenenler olursa biliyorsunuz o konuda da benim tavrım hukuka havale ederim.”
* * *
Gelişmiş ülkelerde gazetenin yayın politikasını “patronlar” değil genel yayın müdürleri belirler… Patronlar kendi görüşlerine uygun gazetecileri genel yayın yönetmeni yaparlar ama yayın politikasına karışmazlar.
Gerçek bir genel yayın müdürü de kendi işine patron da dahil kimseyi karıştırtmaz zaten.
Prensip budur.
Gazeteler, “dükkân” değildir. Toplumun gelişmesinde, çarpıklıkların, haksızlıkların, yozlaşmaların düzeltilmesinde çok büyük rolleri vardır…
Siyasi iktidarları haberleriyle denetlerler.
Yanlış haber verdiklerinde de okurları tarafından cezalandırılırlar.
* * *
Gelişmemiş ülkelerde durum farklıdır.
Gelişmemiş ülkeler büyük çoğunlukla baskıcı iktidarlar tarafından yönetilirler.
Baskıcı siyasal iktidarlar da sadece kendilerini “övmenin” serbest olduğu bir “medya” isterler… Eleştirilerden hoşlanmazlar.
Ama günün sonunda bu kimsenin işine yaramaz.
Ülkede denetim mekanizması kalmaz, sorunlar büyür, sıkıntı artar.
Gazetelerin bir işe yaramadığını fark eden okuyucu da gazete okumaktan vaz geçer.
* * *
Daha önce de “tirajların ne zaman düştüğünü” geçmişe bakarak araştırmıştım.
Gazetelerin tirajları ne zaman düşüyor ya da yükseliyor, tarihsel süreçleri tarayınca çok daha net ortaya çıkıyor.
Siyasi iktidarlardan baskıdan medet umuyor ama baskı tiraja çare olmuyor. Ancak özgürlük artınca tirajlar coşuyor.
Cumhuriyet rejimi de gazetecilik dünyasını susturmak ve demir yumrukla yönetmek için Takrir-i Sukûn yasasını çıkardığında basının rengi solmuş, gazetelerin hepsi birbirine benzemiş ve satışlar tepe aşağı gitmişti.
Ancak özgürlükler ortalıktan çekilirken direnenler de büyük satış yakalayabiliyor. Aynı zamanda da basın tarihinin onurlu örnekleri olarak yerlerini alıyorlar.
* * *
Bugün gazeteler gerçekten “bakkal dükkanına” döndü… Üstelik birkaç örnek dışında yayın politikalarını gazete patronları bile değil, bizzat siyasal iktidarın temsilcileri belirliyor.
Sonuç ne peki?
Kimse gazeteleri okumuyor.
Hiçbir denetimin kalmadığı ülke de hızla çürüyor.