09 Ağustos 2016 00:00
Metroda, otobüste, vapurda, kafede, tatilde "Ne okusam" diye soranlar için yeni çıkmış kitaplar arasından en okunası 19 tanesini derlendi.
Onedio'nun derlediği liste şöyle:
George Orwell, 1930’ların başlarından 1950’de ölümüne dek, Büyük Bunalım, İkinci Dünya Savaşı ve atom bombalarını kapsayan bir dönem boyunca günün evrensel ve yerel her türlü politik, toplumsal ve edebi meselesi üzerine sayısız yazı kaleme almıştır. Sade, enerjik ve az ama öz yazım tarzını örnek aldığı Jonathan Swift gibi Orwell da özellikle dil ile hakikat arasındaki ilişki üzerine kafa yormuştur.
Faşizm Kehanetleri başlığıyla derlenen bu metinlerde Orwell, milliyetçilik, Hitler, faşizm gibi İkinci Dünya Savaşı döneminin kaçınılmaz konularından İngiliz mutfağına, H.G. Wells’in dünya devleti görüşü ve Swift’in Gulliver’inin eleştirisinden en iyi çayın nasıl yapılacağına kadar uzanan düşünsel bir yolculuğa çıkarıyor.
2. 'Duman', John Berger
Dünyaca ünlü yazar ve sanat eleştirmeni John Berger ile nevi şahsına münhasır çizer Selçuk Demirel'den bir ortak yapıt daha: "Duman". Bu yılın hiç şüphesiz en sürpriz kitaplarından birisi "Duman".
John Berger'in tütüne övgü düzercesine kullandığı ironik metin(ler)i, Selçuk Demirel'in çoğunlukla kesif griye çalan karanlık çizimleriyle taçlandırılmış.
"Duman"da 'Kül tablaları bir çeşit konukseverlik araçlarıydı' diye yazan John Berger ve Selçuk Demirel'in desenleri zihnimizde soru işaretleriyle karışık ünlemler üretiyor: Belki de asıl sağlığa zararlı olan şey hayatın ta kendisidir! Unutmadan, "Duman" Cevat Çapan'ın çevirisiyle okuyucusuyla buluşuyor…
Araştırmacı gazeteci Jenny Nordberg, kız çocuğu olarak büyümenin ne anlama geldiğine dair fikirlerinizi baştan aşağı değiştirecek gizli bir geleneği gün yüzüne çıkarıyor.
Neredeyse tamamen erkeklerin hakim olduğu bir kültür olan Afganistan’da bir oğulun doğumu kutlama sebebiyken bir kızın doğumu genelde talihsizlik olarak görülüp matemle karşılanır. Bacha posh (Afgan Farsçasında tam olarak “erkek çocuğu gibi giyinmiş” manasına gelir) bir süreliğine erkek çocuğu gibi yetiştirilen ve dış dünyaya böyle tanıtılan bir kız çocuğudur.
Bu olguyu New York Times için haberleştiren muhabir Jenny Nordberg, kadınların neredeyse hiçbir haklarının olmadığı ve çok az özgür oldukları, cinsiyetlerin derinden ayrıştığı bir toplumun diğer yüzünde gizlice yaşayanların güçlü ve etkileyici hikâyesini anlatmıştır.
Catherine Chanter, bu ilk ve ödüllü kitabında; Ruth ve Mark çiftinin, şehrin krizlerinden kurtulup cennet hayallerini bir çiftlikte yani "Kuyu"da yakalama arzularını anlatıyor. Yeni bir başlangıç yapmak için taşındıkları verimli arazi, ülkede yağmur alan tek bölge olunca, hem hayranlık hem de nefret nesnesi haline geliyorlar. Ve hayranlığın da, nefretin de bedeli ağır oluyor...
Henüz yayımlanmadan ödül kazanan "Kuyu"da karanlık bir gelecek kurgusunu suç, aşk, inanç, yıkım ve yeniden doğuş temalarıyla müthiş bir beceriyle harmanlıyor. "Kuyu"nun sırrı aydınlanırken, Chanter, okura her adımda yoğunlaşan bir duygusal deneyim yaşatıyor.
Şair Enver Ercan’ın hazırladığı “İntihar Şairleri” antolojisi Türk şiirinde ölüm ve intiharın kapladığı alana farklı perspektiflerden bakmak isteyenler için önemli bir kaynak.
Bu çalışmada Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde intihar etmiş otuz bir şairin şiirleri ve onlar hakkında kaleme alınmış metinler yer alıyor. Kitabı değerli kılan, metinleri yazanların intihar eden şairlerin yakın dostları olması, tanıklıklara dayanması.
1920 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Knut Hamsun'dan Dostoyevski'nin Budala'sı ile eş değerde görülen muhteşem bir roman. "Gizemler", gizemli kurgusuyla ve yalın biçimiyle okuyanı kendine hayran bırakıyor.
Çağımızın yaşayan en önemli toplumbilimcilerinden Alain Touraine, "Krizden Sonra"da ekonomik kriz olgusunu ters yüz ederek insan haklarını merkeze alan yeni bir toplumun doğuşu ile toplumların sonu düşüncesi arasında mekik dokuyor.
Kendinize yeni baştan bir soy ağacı hikâyesi yazmak nasıl olurdu? Ünlü yönetmen Jodorowsky, başyapıtı "Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer"de soy ağacı hikâyesini büyülü bir maceraya dönüştürüyor.
Politik ve kültürel ayaklanmaların ortasında Ukrayna'dan Şili'ye kimliklerini gizleyerek göç eden bir aile. Yaşadıklarını herkesten gizlemek için arılardan bir pelerinin içinde yaşamayı tercih eden bir baba kız. Sırlarını sadece bilge bir haham hayaletine açan dindar büyükbaba. Çocuklarını uyutur uyutmaz cep saatinin içinde baktığı pirelerine çemberden atlamayı, davul çalmayı öğreten bir anne.
Canlı, tutkulu, Jodorowsky'nin vazgeçemediği sirk sahnelerinin, okyanus ötesi yolculukların ve tarot kartlarının içinde kaleydoskop gibi bir roman. Jodorowsky'nin dediği gibi: Geçmiş sürekli değişen bir icattır.
Hayat asla düz bir çizgide ilerlemez. Onun hayatı da sönmüş bir yıldızın etrafında düzensiz daireler çiziyordu. Tıpkı ışığı hapseden bir ampulün çevresinde dönüp duran bir güve gibi...
Çeçenistan’ın küçük bir köyünde yaşayan sekiz yaşındaki Havva, babasını alıp götüren Rus askerlerinden kaçmayı başarmıştır. Ateşe verilen evini karlar altındaki ormanda saklandığı yerden izlerken komşuları Ahmet tarafından kurtarılır. Fakat bir somun ekmek için her şeyi yapmaya hazır muhbirlerin bulunduğu bu köyde Ahmet’in onu saklayabileceği güvenli bir yer yoktur.
Yine de bir zamanlar en yakın arkadaşı olan adamın kızını kurtarması gerektiğine karar verir. Böylece onu güvenli olduğunu düşündüğü tek yere götürür; sadece adını bildiği bir doktorun Sonja Rabina’nın çalıştığı bombalanmış bir hastaneye…
Lena, artık Direniş’in aktif bir üyesi. Şehirlerde yavaş yavaş büyüyen isyan, Yabanıl ’da tam bir devrime dönüşüyor. Lena ise kavganın tam merkezinde. Lena ve arkadaşları Yabanıl’a göç ediyor. Ama artık Yabanıl da güvenli değil. İsyan dalgası tüm ülkede yavaş yavaş yayılırken hükumet Geçersizler’in varlığını inkâr edemiyor.
Devriyeler, isyanları bastırmak için sınırların dışına çıkıyor. Lena, giderek daha tehlikeli bir yere dönüşen Yabanıl’da hayatta kalmaya çalışırken en yakın arkadaşı Hana, yeni belediye başkanının nişanlısı olarak güvenli ve sevgisiz bir geleceğe hazırlanıyor. İki eski arkadaş, sınırın iki yanında farklı hayatlar sürüyor. Ta ki hikayeleri birleşene dek.
"Deniz Deniz"in ana karakteri Charles Arrowby, günün birinde deniz kıyısında bir evde inzivaya çekilmeye karar vermiş, yaşlanmakta olan ünlü bir tiyatrocudur. Prospero Sendromu denen bir dertten mustariptir: Bir aktör olarak ilgi uyandıran bir karakterdir; yalnızca seyirci açısından değil, meslektaşları açısından da.
Artık, diye düşünür Arrowby, güçlerine teslim olmanın; inzivada kâmilce, doğayla uyum içinde yaşamanın, yüzerek ve yürüyerek, basit ama eksantrik yemekler hazırlayarak, hayat ve geçmiş üzerine düşünerek bir günlük/anı/roman yazmanın (yazdıklarının ne olacağına bir türlü karar veremez) sırasıdır.
Binbir Gece Masalları'nın diyarı Bağdat. Yazının doğduğu toprak. Binlerce yıllık kültürün adı. Sasanilerin, Aramilerin, Keldanilerin, Emevilerin, Safevilerin, Abbasilerin ülkesi. Osmanlının kıymetlisi. Binlerce yıl hükümranların fetih rüyalarını süslemiş, zenginliği başa bela bir kadim şehir. Kıyımlardan, tiranların zulmünden bolca almış nasibini.
Son yüzyılda ABD ordusunun ve kimi Avrupa ülkelerinin, insanlarını binlerce cana kıyan Saddam'dan kurtarma ve "özgürleştirme projesi"nin zulmüne uğramaktan kurtulamamış bir kederli ülke. Bugün paylaşım savaşlarının bombaları altında yitip giden hayatların, toplu katliamların, hastalıkların, fakirliğin, açlığın, acımasızlığın bin bir rengiyle gökkubbesi yasa boğulan Bağdat, bahtsızlığın diğer adı olmuş
Yazar Elliott Colla, özgürleştirme kisvesi altında tarumar edilen o güzelim kentin ve orada yaşayan insanların hüzünlü hikâyesini polisiye türde yazmış.
"Schrödinger’in bahtsız kedisinin kaderini kim yazdı?Doğayı gözler miyiz yoksa doğa da bizim gözlediğimizi bilir mi? Zihin maddeye uzaktan etki edebilir mi Dua ve iyi dileklerin başkasının sağlığı üzerinde etkisi olabilir mi?"
Bu ve buna benzer pek çok soru ve bunların cevapları yer alıyor kitapta...
Yunanlar mitlerine inanmışlar mıydı? Yunanların, bize aklı anlatan bu bilge ataların, titanlara, kikloplara, kahramanlara inanmaları mümkün mü? Varsayalım ki Minator'u şairlerin uydurması olarak düşündüler, peki Theseus'un varlığından da şüphe ettiler mi?
Veyne, bu sorular çerçevesinde hakikatin konumuna dair etkileyici bir soruşturmaya girişiyor. Mitlerin doğasını, onların kabul ediliş şekillerini, doğru kabul edilmeleri için gereken ölçütleri inceliyor. Süregelen bu anlatıların tarihle olan bağlarını sorguluyor.
Henry James'in başyapıtı denebilir "Amerikalı" için. Gerçekçi anlatımını romantik-melankolik çıkışlarla bezeyen James, bu çarpıcı romanında bir dönemin, yani 19. yüzyıl Avrupası'nın kusursuza yakın bir panoramasını sunuyor. Anlatının mekânsal merkezi 19. yüzyılın bir tür arzu nesnesi sayılabilecek Paris'tir. Özellikle entelektüel açıdan büyüleyici bir kenttir Paris ve dünyanın dört bir yanından insanları mıknatıs gibi kendisine çekmektedir. Avrupa kıtasının kültürel nabzı Paris'te atmaktadır.
Müzik, edebiyat, resim ve diğer sanatlardaki gelişmelerin sunumu "Amerikalı"nın estetik dokusunu oluşturur. Romanın esas karakteri Newman, Fransız aristokrat sınıfıyla temas kuran, meraklı, davranışlarında rahat bir karakterdir. He ne kadar varlıklı olsa da hoşlandığı kadınla evlenmesinin önünde yığınla engel vardır; kültüre düşkün, sanata meraklıdır ama nihayetinde bir "lord" değildir, alaya alınır, yer yer gururu incinir, ama ısrarcıdır da...
Yaşamı boyunca Nobel Edebiyat Ödülü dahil hemen hemen bütün saygın ödülleri kazanan ve İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak gösterilen Doris Lessing, bu romanında bireyin üzerindeki toplumsal baskıları ve bu baskılardan kurtulma mücadelesini, erkek egemen toplumda kadın olma deneyimi üzerinden anlatıyor.
"Sen benim bir parçamsın...
Ben âşık oldum. Şüphe yok. Buz soğuktur, gül kırmızı. Ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Ama artık dönüş yok.
Kendimi bu akıntıya bırakmak dışında bir şey yapamam. Yanıp kül olsam da, yok olup gitsem de..."
Japonya'dan bir Yunan adasına uzanan, üç kişiyi birbirine kenetleyen büyüleyici bir aşkın hikâyesi.
Rüyalarımız tekdüzeleşir,
Böl-yönet düzeninde
Birey yüceltilip bencilleştirilirken,
Aidiyetlerimizin gönüllü köleleri,
Belirlenmiş seçeneklerin kalebentleriyiz.
Her gün yeni felaket haberiyle uyanıyorum.
Ne yapabilirim?
Vicdanın sızlarken sen ne yapabilirsin?
Biz ne yapabiliriz?
Gündüz Vassaf, "Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar"da bir harekete, örgüte, partiye, hatta ideolojiye bağlı olmayanlara sesleniyor. Kötümserliğe kapılıp edilgenleşmeye, değişimin ertelenmesine, değişimi kendimizden başka yerlerde aramaya karşı çıkıyor. Okurunu, çaresiz çırpınışlarda tükenmeden “ne yapabilirim”i düşünmeye davet ederek yeni bir yaşam ahlâkını tartışmaya açıyor…
Sammy Mountjoy babasını hiç tanımadan yoksulluk içinde büyümüşse de, resimlerini Tate Gallery'nin duvarlarında görebilmiş yetenekli bir ressamdır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara esir düşer ve işkence tehdidiyle karanlık bir hücreye kapatılır. Kör karanlığın, tecridin ve kendisini bekleyen akıbetin dehşetiyle geçmiş hayatını gözden geçirir.
Hayatının anlamını aniden nasıl yitirdiğini, hangi hatasının onu bugün olduğu kişiye dönüştürdüğünü düşünür ve yön duygusunu yitirip kendi varoluşunun labirentine düşüşünü sorgulamaya koyulur. Sorumluluğu ne zaman başlamış, karanlık ne zaman çökmüştür?
Sammy hayatında özgür iradesinin elinden bütünüyle kayıp gittiği anı tespit etmeye çalışır. O anı hazırlayan olayların izini sürdüğü bu sorgulama, onu insan olmanın ne anlama geldiğine dair daha derin bir kavrayışa götürür.
© Tüm hakları saklıdır.