Birincisi, burası Kral Antiokhos’un yaptırdığı bir tapınak. İkincisi o dönemde yaşamış Komagene halkı için Krallarına taptıkları dini, kutsal bir alan; yani bir “hac” yeri. Son olarak yine dönemin Kralı Antiokhos’un mezarı.
Her bir nesli 25 yıl sayarsak, bizden 80 nesil önce bölgede yaşamış insanlar kutsal saydıkları bu alanı, büyük ustalıkla süsleyip devasa heykeller yapmışlar, sonra da dağın tepesine bir dağ daha ekleyecek kadar çalışıp, yapay bir tepe oluşturmuşlar. Bu tepenin içine de kralları Antiokhos’un mezarını saklamışlar. Kralın mezarı hâlâ o tepenin içinde ve sonsuza kadar orada kalacak.
Dünyanın Sekizinci Harikası olarak bilinen Nemrut Dağı
Dünya tarihi içinde, bir kral için bir dağ yapmak eşsiz bir olay ve başka bir örneği de galiba yok. Dağın ne kadar büyük olduğunu anlamak için oraya gitmekten başka çare yok. Dağdan indikten sonra, değişik yönlerden kilometrelerce uzaktan bakıldığında, bu yapay tepenin nasıl fark edildiğini görmek insanı çok şaşırtıyor.
Seksen nesil önce orada yaşayanlar, her ay iki kez, yaz ve kışta özel bir alay yolundan saatlerce tırmanarak dağın zirvesine 14 çıkıp, yiyip içmişler, müzik dinleyerek eğlenmişler. Kralın emriyle bu eğlenceler için hiçbir bedel ödememişler, müzisyenler sadece onlar eğlensin diye özel olarak yetiştirilmiş. Kendilerine sadece “içtiğiniz şarabın kadehlerini burada bırakın” şartı koşulmuş. İşte iki bin yıl önce, böyle bir hayatın sürdüğü bölge, Güneydoğu’nun günümüzde Adıyaman ilindeki bir dağın zirvesi.
Birkaç yıl önce bu bölgeyi gezerken, yöreden biri, “Bu dağda bir Amerikalı arkeolog kadın vardı, uzun yıllar çalıştı, hatta dağın altına girmek için dinamit bile patlattı” deyince, sonradan adının Theresa Goell olduğunu öğrendiğim bu meraklı kadını araştırmaya başladım.
Bu kitap, 20’nci yüzyılın başında 1901 yılında doğup, 1980’li yıllarda hayatını kaybeden ama yaşamının önemli bölümü Türkiye’de sırasıyla Tarsus, Malatya, Ankara, Adıyaman, Gaziantep’te geçiren bir kadının öyküsünü anlatıyor. Öncü bir arkeolog olan Theresa Goell, Nemrut’un adını duyduğu andan itibaren, kendini buraya araştırmaya adadı.
Theresa Goell, Nemrut'ta
Zengin bir Amerikalının kızıydı, New York’ta varlık içinde yaşayabilirdi. Ama yakınlarının dediği gibi çağının “Indiana Jones” özelliklerini taşıyordu. Amerika’daki bu hayatını, ailesini, çocuğunu, her şeyi geride bıraktı ve kendini sadece işine verdi.
Nemrut Dağı’ndaki bir çadırda; fırtınaların, yağmurların ve çoğu kez de yakıcı güneşin altında yaşamaktan kaçınmadı. Güneydoğu’nun o yıllarda yabancıların ziyaretine bile yasak dağlık bölgelerine giren ilk Batılı kadındı. Çevre köylerdeki insanlara “hemşire” ve “vasi” oldu, hayırseverliğini hiç ihmal etmedi; sayesinde, köylerdeki gençler New York’tan gelen Brooks Brothers takım elbiseleri giydi, gururla poz verdi.
Kazılarda görevli Adıyamanlı bir köylü, Theresa Goell'in New York'tan getirdiği Brooks Brothers marka ceketiyle poz veriyor.
Hem Türkçe hem Kürtçe konuşmayı öğrendi, kamp ayaklanmalarını yatıştırdı, birbirlerine bıçak çeken, silah doğrultan insanların arasını buldu. Tüm bunların üstesinden gelerek tarihin daha önce belirsiz ve yanlış anlaşılan bir dönemini dünyaya öğretmeyi başardı, ağırlıklı olarak erkeklerin yoğun olduğu bir alanda sebat edip başardı; sahada yeni jeofizik teknikleri kullanan ilk arkeologlardan biriydi.
Theresa’nın araştırmalarını kitaplaştıran Donald Sanders, şöyle anlatmıştı onun önemini:
“Theresa, Nemrut Dağı’nda çalışmadan önce bölgede yol, su ve gezginlerin dinlenebileceği bir yer yoktu. Şimdi her iki tarafa giden asfalt yollar, oteller ve hanlar ve sadece su veren değil, aynı zamanda tamamen işlevsel bir kafeterya var. Orayı bilen çok az kişi vardı, şimdi burası bir turizm merkezi ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde.”
Theresa, tüm bunları başardıktan sonra da küllerini yine Nemrut’a gönderdi. Birlikte Nemrut Dağı’ndaki arkeolojik kazılarda çalışan yöre insanlarından Abuzer Dedo onu şöyle anlatmıştı:
“Bir gün bana, ‘Abuzer, hadi beni karşıda görünen dağın zirvesine götür’ dedi. Ben de götürdüm. Zirvede oturdu, rüzgâra bıraktı kendini. Altımızda Fırat vardı öyle görkemli bir manzaraydı ki, ben oraya önceden çıkmıştım ama o manzaranın öyle güzel olduğunu o zaman Theresa ile fark ettim. Theresa bana orada, ‘Abuzer ben bir gün ölürsem benim küllerimi burada rüzgârda savur, küllerim rüzgâra karışsın. Ağaca, çiçeğe, böceğe, Fırat’a… Çünkü ben o zaman ölmeyeceğim, sonsuza kadar burada yaşayacağım. Küllerim buradaki çocuklara, kadınlara cesaret verecek, onlar da okuyup benim gibi araştıracaklar.’ demişti. Ben de gülmüştüm. Ama gerçekten yıllar sonra o zirvede Theresa’nın küllerini rüzgârla savurdum. Şimdi her gün buraya gelip bakıyorum o dağın doruğuna, sanki orada Theresa’yı görüyorum. Kokusu havaya karışmış, Theresa’yı ciğerlerimde teneffüs ediyorum. Evet ‘Ben ölmem.’ demişti. Bence de Theresa ölmedi...”
Kazılarda bir berber, Theresa Goell'in saçlarını kesiyor, işçiler yanında
Amerikalılar da onu bir kahraman olarak görüyorlardı, gazeteci Anita Gates şöyle yazmıştı:
“Theresa, bir kadın kahramandı. Bir zamanlar pilotluk, aktivistlik, gazetecilik gibi büyük ölçüde ‘erkek dünyası’ olduğuna inanılan bir alanda öne çıktı. Türkiye’nin Güneydoğu dağlarında Müslümanlar arasında, boşanmış, işitme engelli bir Yahudi kadın olarak arkeolojiye adım attı.”
Öncü kadınlar, her zaman dünyayı daha yaşanılır, daha güzel ve daha anlamlı kılıyorlar. Bu kitap böyle öncü bir kadının öyküsü. Ve bu kadının Nemrut Dağı’na, Komagene Kralı Antiokpos’a duyduğu aşkın öyküsü.
|