Kültür-Sanat

Bir sergi, bir roman: İki sanatçının buluşması | Gerçeklik berbatsa, başka ve daha iyi bir gerçeklik yaratmaya çalışıyoruz

"F. Tülin: Resmi bir yabancı dil olarak düşünürüm. Çağrışımlar, göndermeler, duyular yoluyla iletişim kurar daha çok. Konuştuğumuz dile benzer bir dil kullanmaz; diller ötesidir"

"Su Yüzünden Öyküler" (210 x 450 cm)

19 Aralık 2023 00:00

Bu bir röportaj değil. İki sanatçı arkadaşın karşılıklı sohbeti. Fatma Tülin önerdi, Nilüfer Kuyaş severek kabul etti. Farklı disiplinlerden sanatçıların sohbeti bazen ufuk açıcı olur. Bu da öyle lezzetli bir konuşma oldu. Fatma Tülin'in Merkür Galerideki "Modus Vivendi- Bir yaşama Hali" sergisi halen devam ediyor; Nilüfer Kuyaş'ın yeni romanı Gecede Bir Çığlık Kafka Kitap'tan çıktı, yeni yazdığı novella da yakında yayımlanacak. İki sanatçı T24'te buluştuğu için mutluyuz.

"İçeDönük" (166 x 209 cm)

- Nilüfer Kuyaş: Sevgili Tülin, senin "Modus Vivendi - Bir Yaşam Hâli" adını verdiğin serginin son haftalarına girdik. Geçenlerde Galeri Merkür'e gidip sergiyi gezdim, dört büyük tuval, iki alüminyum heykeli kucaklamış. Neredeyse insan boyuna yaklaşan o şeftali çekirdeklerine sarılmak, içlerine girmek istiyor insan ve onların yüzeyinde yansımak çok hoş bir duygu.

Senin "Su Yüzünden Öyküler" yahut benim daha çok sevdiğim İngilizcesiyle "Suyun Kenarından Öyküler" adlı büyük boyutlu resmin, bana buluşmalarımızı hatırlattı; önce Paris'te Seine nehri kenarında, şimdi İstanbul'da Boğaziçi ve Haliç kıyısında.

Serginin adından yola çıkarak sohbet edelim istiyorum. Sanatçılık gerçekten de "bir yaşam hâli". Sanatçı hayatı nasıl bir şey? Tabii kişiden kişiye çok değişiyor, ama ortak paydaları var, en önemlisi de adanmışlık galiba, kendini sanatına adamak, başka her şeyi bir kenara koymak pahasına. Çok sık düşündüğüm bir konudur bu.

Çoğu sanatçı için, buna ben de dahilim, üretmekle eğlenmek, çalışmakla hayatın tadını çıkartmak hep bir ikilem olmuş. Evde oturup çalışacak mıyım, yoksa sokağa çıkıp eğlenecek miyim?

Bilirsin, Flaubert en iyi örneğidir bunun. "Hayatında sıradan ol ki eserlerinde şiddetli ve orijinal olabilesin" diye düşünen birisi. İkilemi, evde oturup çalışmaktan yana çözüyor. Virginia Woolf'un da böyle bir meselesi var. Günlüklerinde sürekli söz ediyor. Kendini yazmaya adamış, ama sürekli sokağa çıkıp eğlenmeyi hayal ediyor, hayatın tadını çıkartmayı özlüyor.

Daha dolu ve zengin yaşamayı kaçırmak pahasına çalışmak, sanatçı hayatının ikilemi bu.

Ben de Flaubert veya Woolf örneği gibiyim, hayatı ıskalama pahasına hep yazmaya adadım kendimi. Sen bu ikilemi çözebildin mi? Senin için hayat nedir şu sıra? Adanmışlığı seviyor musun? Sergine "Bir Yaşam Hâli" derken böyle şeyler var mıydı aklında? 

F. Tülin: Sergiye adını veren yaşam hâli, öncelikle iki şehir arasında gelgit halinde yaşıyor ve çalışıyor olmamla ilgili; üç-dört ayda bir yer değiştirmek, özel ve biraz da güç bir varoluş biçimi… Yine de sürekli hareket halinde olmanın olumlu yanları belki de daha çok. Uyanık ve diri tutan ve sanatsal üretimi besleyen bir yaşama biçimi.

Çalışmakla yaşamak arasındaki ikilemli durum tanıdığım bir sıkışmışlık hissi… Üretime yoğunlaşınca hayatı kaçırıyor olmak, yaşamayı ön plana alınca, işten geri kalma duygusu arasındaki kararsızlık, uzun yıllar boyunca hayatı yarıda kesmeme, beni çalışmaktan alıkoyacak her şeye öfkelenmeme yol açtı. Son yıllarda bu dengeyi tutturduğumu düşünüyorum, çünkü yaratıcı uğraş yaşamımın tam ortasında… İkisi aynı şey oldu; özellikle yurt dışında geçirdiğim sürede, bir gün içine pek çok şeyi sığdırabiliyorum. Çalışmadan hiçbir şeyin anlamı ve tadı olmuyor. O yüzden öncelikle iş ve sonra da hak ettiğimi düşündüğüm diğer yaşama alanları… Gün boyu ayakta ve hareket halinde çalışmışlığın yorgunluğunu gövdemde hissederek sinemaya gitmenin, yürümenin ya da dostlarla buluşmanın tadı bambaşka… Öncesinde çalışma olmayınca hayattan zevk alamıyorum. Genel anlamda bu ikilemi böyle çözdüğümü söyleyebilirim.

Bu noktada, sanatla yazı arasındaki farka değinmek, yaratıcı kişinin ikili hayatıyla ilgili bir başka soru sormak isteği duydum.

Bir roman üzerinde çalışırken, örneğin sen Gecede Bir Çığlık adını verdiğin, yeni çıkan romanını yazarken, oradaki karakterlerin hayatları, hareket ekonomileri, ilişkileri, kısaca onların yaşantıları, senin yaşantın haline geliyor mu? Bu durumda sadece bir kişilikle, mesela Rengin'le mi özdeşleşiyorsun, ya da hepsinin yaşantılarından bir bölüm senin oluyor mu? İkinci bir hayat oluşturuyor mu romanındaki yaşamlar? Bu durum ikilemi biraz olsun hafifletiyor mu? Tiyatro oyuncularına bu açıdan özenmişimdir; başka karakterlerin hayatlarını yaşarlar, farklı işler yaparlar, kendi hayatlarında hiçbir zaman tadamayacakları duyguları tadarlar… Gerçekte çünkü herkesin tek bir hayatı var, ne kadar renkli olursa olsun… Yazarın durumu da biraz aktörlerinki gibi, yazarak başka hayatlar yaşama şansı buluyorlar.

- Nilüfer Kuyaş: Evet, çok doğru, ama bir farkla; yazar, aktörden daha da yoğun yaşıyor başka hayatları, çünkü aktör sonuçta başkasının yazdığı bir metni canlandırıyor, ona ekleyebileceği yorum ve ayrıntı sınırlı. Yazar ise alabildiğine özgür. Karakteri nasıl isterse öyle yazabilir.

En yalın boyutuyla, sorunun cevabı evet, yazar olarak yarattığım karakterlerin yaşantıları benim de yaşantım haline geliyor. Tek bir karakterle özdeşleşmiyorum, hepsinin ruhuna biraz işlemek zorundayım.

Ve elbette, yazar olarak benim için ikinci, üçüncü birer hayat oluşturuyorlar hepsi. Dediğin gibi, farklı hayatları yaşıyormuşsun gibi hissetmek, herhalde yazarlığın en keyifli yanı.

Kafka Kitap'tan çıkan bu yeni romanımın ilk bölümü 1969'da geçiyor, on altı yaşında üç kız arkadaş, birisi cinsel tacize uğrayıp öldürülüyor. Aradan kırk yıl geçtikten sonra, diğer ikisi, inanılmaz bir tesadüfle faili meçhul olarak kalmış bu cinayeti çözüyorlar.

Bu üç kızdan öldürüleni mahsus dışarıdan yazdım, yani senin sergindeki alüminyum çekirdekler gibi, dışarıdan kendi yansımalarımızı gördüğümüz, hakkında birkaç şey bildiğimiz ama iç dünyasını, çekirdeğin içini görmediğimiz bir karakter olarak bıraktım, çünkü onun hikâyesi katalizör, tetikleyici, asıl öbür ikisinin bu ağır yaradan nasıl etkilendiklerini yazmaktı beni ilgilendiren ve o ikisinin derinlemesine iç hayatlarına girdim ve onlarmışım gibi yaşadım. Onlara kendimden bazı özellikler kattım. Gelelim diğer boyuta. Roman karakterlerinin yaşantılarını kendi yaşantımmış gibi duyumsamak ve üstlenmek, o rollere girmek, başta sözünü ettiğimiz ikilemi biraz hafifletiyor mu? Hem evet, hem hayır.

Evet, çünkü başka hayatları hayalinde bile olsa yaşamak, bir serüven duygusu veriyor insana. Daha önemlisi, edebiyat başka hayatlara meraklanarak başlıyor, başka kaderleri izlemeyi istemekle başlıyor. Galiba bunun için hikâyeler anlatıyoruz ve dinliyoruz, ya da okuyoruz, çünkü ancak o zaman kendi hayatımızın da okuduğumuz hayatlar gibi bir bütünlüğü yahut anlamı olabileceğini duyumsuyoruz.

Bazen de insan kendi hayatından kaçmak ister. Rimbaud'nun haykırışını hatırlıyorum: "Çabuk! Başka hayatlar var mı?" Tam da bu nedenlerle ilk deneme kitabıma Başka Hayatlar adını vermiştim. Edebiyatın özü bu sanki, başka tür hayatlar olduğunu bilmek ve birbirimizle hayat hakkındaki notlarımızı paylaşmak. Büyük bir teselli. Ölümlülüğe karşı tek savunmamız. Yazmak da okumak da böyle bir paylaşım bence.

Diğer yanda, sorunun cevabı aynı zamanda hayır, çünkü yazmak ikilemi hafifletmiyor, sadece ikilemin bir tarafını seçmiş oluyorum. Yani adanmışlık. Ama benim hayatım böyle, bu kendi seçimim.

Yeni bitirdiğim Sarah ve Şemsi adlı novellada anlattığım Sarah Bernhardt, kendini sanatına adamakla, hayatı dolu dolu yaşamayı bir arada götürmeye çalışmış bir kadın, inanılmaz bir enerjisi var, fakat bu görüntünün arkasına baktığımızda anlıyoruz ki, asıl hayatı oyunculuk, asıl hayatı sahne, gerçek gündelik hayatta ise kendisiymiş gibi rol yapan bir kadın. Yani senin söylediğin, aktrislerin ve aktörlerin başka hayatlar yaşayabilmesi durumunu en aşırıya götürmüş, sahnede başka hayatları değil, kendi hayatını yaşıyor, o nedenle böylesine etkileyici, benzersiz bir oyuncu olabilmiş. Denklemi tersine çevirmiş. Ben asıl hayatını sanatında yaşayan birisi miyim, emin değilim, ama sanata adanmış yaşayan birisi olduğum kesin.

Sarah Bernhardt örneği bana başka bir şey düşündürtüyor. İster kitap yazalım, ister kitap okuyalım, ister resim yapalım, ister sahnede bir rol canlandıralım, sanatın bize verdiği en esas şey bence bir form, yani şimdi öztürkçede biçem dediğimiz bir şey.

Sen sanatında sadece formu yaratmakla yetinmeyen, formu sorgulayan, dönüştürmeye çalışan, formun bütün imkanlarını arayan bir sanatçısın. Nesneyi, biçemi, boyutu, hep farklı yönleriyle çoğaltmak isteğin var.

Form aslında yeni bir hayat demek değil mi? Ya da hayatın değişmesi değil mi? Çünkü form hem hayatı yeniden doğuruyor, hayatta değişim yaratan bir şey, ontolojik olarak yeni bir şey ekliyorsun hayata; hem de kolektif bir iletişim yolu mu acaba? İzleyici ya da okur bizim başta hiç düşünmediğimiz farklı anlamlar getirebiliyor bizim sunduğumuz formlara, hayatta sürekli oluşan anlam boşluklarını birlikte dolduruyoruz sanki. Ne dersin?

Nilüfer Kuyaş

- F. Tülin: Formların elle tutulurluğu, üç-boyutlu efekt, görsel alanda önemsediğim bir unsur. Bu yüzden heykele yönelme fikri uzun süredir geçerliydi benim için. İki-boyutlu mekanı aşarak gerçek mekanda varolması bir formun… Resmin konusunu temsilden arındırarak soyut oluşumlara yönelmek, senin dediğin gibi, çoğalmayı, mekana karışmayı ve farklı yorumlara izin vermeyi sağlıyor. Nazlı Pektaş'ın Modus Vivendi'deki yapıtlardan biri "Su Yüzünden Öyküler" için söylediği, "belli belirsiz figürlerin yarattığı mekan olma arzusu" ya da, "mekanı delip geçen, tuvali aşan hareket", belirli bir soyutluğu, değişimi beraberinde getiriyor. Bir sanat yapıtı ne kadar farklı yorumlara, çağrışımlara yol açarsa, bence o derece zengin ve çoğul anlamlıdır; senin kolektif iletişim dediğin olgu…

Formdan yola çıkarak biraz da zaman konusuna uzandı zihnim. Sen Gecede Bir Çığlık romanında zamanla çok oynadığını, kronolojik olmayan karışık bir zaman çizgisini benimsediğini söyledin. Merak ettiğim biraz teknik bir konu olacak: Roman birkaç günde yazılan bir metin değil genellikle, gerçek zamanın içine yayılan bir olgu; romanın zamanıyla gerçek zaman arasındaki dengeyi, düşünceyi ve kararın takibini nasıl sağlıyorsun? Karakterlerin zaman içinde değişimleri de ayrı bir karmaşa sağlıyor olmalı… Formu tüm bu elemanların belirlediğini düşünüyor musun, seni bu kişilerin ve zamanın alıp götürdüğü ve bir tür istediklerini yazara yaptırdıkları doğru mudur?

- Nilüfer Kuyaş: Hayır, bence doğru değil. James Joyce'un bir sözü var, ordularımı nehrin öbür tarafına geçirmek için her yöntemi kullanmakta serbestim diyor. Yani yazar daima başkomutan. Herkes o ne derse onu yapar. Olay en basit haliyle bu. Joyce fazla askeri bir metafor kullanmış, bir kadının aklına gelmezdi bu benzetme, ama ne kastettiğini anlıyoruz. Roman karakterleri yazarın sözünden dışarı çıkamaz. Ama tabii bazen "ben bu durumda böyle davranırdım" diye öneriler getiriyorlar yazara! Elbette bu bir metafor, aslında gene yazar karar veriyor, ama bir karakteri işledikçe, onun belli durumlarda ne yapacağı garip bir şekilde insana "malum" olmaya başlıyor.

Roman yazarken insanın bazen cümlelerin gökten vahiyle indiğine, başka birisinin metni dikte ettiğine inanası geliyor, böyle anları var yazı yazmanın. Bu bilinç dışı mıdır, kısmen bellek midir, hayat tecrübesi yahut birikim midir, gerçekten bilmiyorum. Bu yılki Nobel ödülünü alan Jon Fosse, bütün romanlarının dışarıdan, gaipten dikte edildiği görüşünde, biraz dini inançla da ilişkilendirmiş galiba. Ben o kadar ileri gitmezdim, ama böyle bir gizemli yanı var yazma işinin. Belki de tüm sanatların.

Gecede Bir Çığlık romanında zamanı çok esnek kullandım, doğru. Tek bir çizgisel zaman yok, sürekli ileriye ve geriye atlıyor metin, bazen aynı gün içinde, yahut aynı hafta içinde ileriye ve geriye atlamalar var. Bunu yapmamın nedeni, deneyimlerimizin "aura" diyebileceğim büyüsünü gündelik hayatta çok sık unutmamız ya da kaybetmemiz. Deneyime özündeki bu büyüyü, o biricikliği, yani "aura"yı geri kazandırmak için kullandım bu esnek zaman tekniğini. Romanın zamanı öylesine farklı ve elle tutulur olsun ki, gerçek hayattaki zamana ne kadar yabancılaştığımızı göstersin istedim.

Roman yazarken zaten en önemli unsur zamanı nasıl kullandığımız. Form eşittir zaman diyebilirim özetle.

Zamanın ve biçemin iç içeliğini vurgulamak için senin serginden bir örnek vereceğim. Tuvali kağıt gibi kullanmışsın, çerçeve koymamışsın, böylelikle formlar hemen serbest kalıyor, hayatın içine giriyorlar, zaman da onu yerleştirdiğimiz klasik çerçevelerden çıktığı için asıl kendisi oluyor. Bu çok etkileyici. Ben de romanımda zamanı böyle radikal şekilde kullandım, alışılmış çerçeveden çıkarttım. Nedeni de gayet basit: Bugün dünyada hepimizin zamandan kaçtığımızı, kaçak oynadığımızı çünkü birçok şeyle yüzleşmek istemediğimizi düşünüyorum. Romanda zamanı böyle farklı kullanarak bir yüzleşme yaratmak istedim.

Ama gerçek zaman dediğimizde, bir de dünyanın genel hâli var, toplumsal olaylar, büyük hareketler, yani dünyanın nabzını tutmaya devam etmek. Biraz bunu da konuşalım istiyorum.

Dünyada olan bitenlerin, dünyanın "şu anı" dediğimiz şeyin çalışmalarına girmesine nasıl veya ne kadar izin veriyorsun?

İkimiz de birebir politik sanatçılar değiliz, ama "Dünya nasıl bir yerde?" sorusuyla ilgilenmemek de mümkün değil. Ben tam da bu nedenle, Gecede Bir Çığlık romanında, ikinci bölümde, yani 2010'da geçen bölümde, Rengin karakterine bir oyun yazdırdım. Geri dönüşümle ilgili bir oyun yazıyor. Önce ağaçlar konuşuyor, sonra ağaçlar kesilip geri dönüşüm çemberine girince ya kitap sayfası oluyorlar, ya da tebrik kartı oluyorlar.

Oyunun adı "Bir Zamanlar Kahve Kupasıydım-Bir Geri Dönüşüm Epiği". Bunu yapmamın nedeni, elbette günümüzün en yakıcı, en acil küresel sorunu olan iklim krizine değinmekti. Ama sadece çevre sorunlarına bakayım diye seçmedim bunu, biz insanların dünyaya yaptığımız müdahalelere başka türde tanıklar hayal etmek için de istedim bu temayı.

"Zamanın ruhu" dediğimiz şeye yaklaşımın nedir, onu yakalamak senin için ön planda mı, onu yakalama yöntemlerin değişti mi?

- F. Tülin: Resmi bir yabancı dil olarak düşünürüm. Çağrışımlar, göndermeler, duyular yoluyla iletişim kurar daha çok. Konuştuğumuz dile benzer bir dil kullanmaz; diller ötesidir. Anakronik olmak bu durumu zorlaştırır, zamanın gerisinden gelen bir dili büsbütün güçtür anlamak… O yüzden görsel üretimde "sanat"tan söz edeceksek, form ve anlatı açısından güncel olmaması düşünülemez. Sanırım yaratıcı bir kişinin zamanın ruhunu fark etmemesi, yaptığı işte "zeitgeist" denen bu olgudan izler gözükmemesi olası değil… Bugün kübist ya da sürrealist biçimde sunulan bir resmin, ya da romantik dönem üslubunda yazılan bir şiirin, sanat tanımına girdiğini söylemek bence güç. Form anlatının en belirleyici ögelerinden birisi çünkü. Benim ilgi alanıma giren tarz, temsilden uzak ve edebi olmayan bir üslup… Ama seçtiğim beden formları dişil oluşumlar. Örneğin "İçeDönük" adlı resimde görülen Simone de Beauvoir'a ait metin, İkinci Cins adlı yapıtından aldığım, kadının bağımsızlığını savunduğu oldukça gerçekçi bir bölüm… Sonuçta hayatı ve günü yakalayan işler her durumda biraz da politiktir.

Zamanın ruhunu yakalamak sence bir biçem mi, yoksa içerik sorunu mudur? "Zeitgeist" denilen bu aura, somut politik oluşumlar, sanatta ve edebiyatta yaratıcılığımızı nasıl etkiler? Tabii sanatın, benim üretim alanıma giren yaratıcı edimin, yazına göre sözü çok kısıtlı… Çağdaş sanat politik söylemlerle ilgilidir ama resimde bu tür diskurlar daha az yer alır. Sen de doğrudan politik içerikle uğraşmıyorsun. Biçem meselesi derken, bugün bir yazar istese de bir 18. yüzyıl romanı şeklinde yazamaz metnini sanırım; kelimeler eskimiştir, hatta belki duyarlık da eskimiştir. Örneğin romantik dönem duyarlığıyla sence bugün bir roman yazılabilir mi?

- Nilüfer Kuyaş: Yeni bir kitap yazacak olsam ve bu kitapta günümüzde çevre konularına duyarsız kalanlara politik bir eleştiri yapmak istesem, mahsus romantik dönem duyarlığını kullanarak yazmak çok iyi bir strateji olabilir belki! Pastiş yapmak değil kastettiğim, belki tarihi bir roman yazmak. Sarah ve Şemsi novellası mesela 1888'de geçiyor, ama bugüne söyleyecek çok şeyi var.

Söylemek istediğim şey, zamanın ruhunu sanat yoluyla aktarabilmenin biçem açısından sonsuz olanakları var, sanatçının seçimidir bu nihayette, çok orijinal olma imkanları da sağlar bence, ama asıl mesele zamanın ruhu nedir, nasıl bileceğiz ne olduğunu ve onu nasıl yakalayacağız? Senin dediğin gibi orada biçem ya da form giriyor devreye. Çünkü genelde içeriğin biçemi belirlediği söylenir, ama ben son zamanlarda tersine, biçemin içeriği belirlediğini düşünmeye başladım.

Mesela ben Gecede Bir Çığlık romanında günümüzün yakıcı bir sorununa, kadına karşı şiddete bakıyorum, kadın cinayetlerine bakıyorum, roman metafor olarak bir çığlık, bir isyan çığlığı, günümüzdeki adaletsizliğe ve birçok suçun cezasız kalmasına karşı. Ama politik bir roman değil. Bir acı ve kayıp romanı. Bir yas hikâyesi. Ama ben burada zamanın ruhunu yakalamayı deniyorsam, en azından becerebildiğim kadarıyla, sadece bu özetlediğim konuyu işlemekle amacıma ulaşamam. Çok sıradan olur. Ben bunu, tam da demin konuştuğumuz gibi, zamanı parçalamakla, yani biçemle yapmaya çalıştım.

Şiddet, insan ruhunu parçaladığı gibi zamanı da parçalıyor. Bunun birkaç boyutu var. Birincisi, günümüzde zamanın bizden gizlendiğini düşünüyorum, çünkü biz zamandan gizleniyoruz. Gerçeklikle olan ilişkimiz çok seçici ve çok kaçak. Bazı şeylere bakmak çok zor geliyor bize, dolayısıyla onlara bakmamaya, onları görmemeye çalışıyoruz. Bunun en baş nedeni de çok sert bir şiddet çağında olmamız. Bir dayatma çağı. Bu koşullarda zamanın akışını bütünüyle görmemeye çalışıyoruz, o akış bizi inadına yakalıyor bazen.

Onun için ben zaman durmuş gibi, kronolojiye aldırmadan belli anlar, belli sahneler seçtim hep romanda, zamanla oynadım, çünkü sürekli aldığımız yaraların, sürekli hazmetmek zorunda olduğumuz felaketlerin ayırdına ancak böyle varabiliyoruz.

İki sene önce K24'e yazdığım ve günümüz sanatını, özellikle de müziği tanımlamaya çalıştığım denemeye "Felaket Estetiği" başlığını verdim. Sanıyorum ben kişisel ya da kolektif, böyle bir felaket estetiğini düşünerek yakalamaya çalışıyorum zamanın ruhunu.

Benim romanımdaki içerikten söz etmişken, senin sergindeki bazı göstergelere değinmek istiyorum. Kadınlık hâli nasıl ve nerede giriyor işlerine?

Sergide demin sözünü ettiğin resminde, birbirine dolanmış uzuvlar, giderek soyut formlara dönüşüyor, yukarıda bir elma duruyor, aşağıda ise Simone de Beuvoir'ın ünlü İkinci Cins kitabından Fransızca cümle alıntıları var… "Erkek ve kadın hiçbir zaman dünyayı eşit paylaşmadılar" cümlesi mesela, bugün de hâlâ geçerli ve güncel, seninle aynı fikirdeyim. Bu resime "İçeDönük" ismini vermişsin, bundan içselleştirilmiş bir isyan mı kast ediyorsun?

Bir yandan da "kadın sanatçı" tanımının hâlâ kullanılıyor olması problemli. Ben buna karşıyım. Kadın sanatçı, erkek sanatçı diye kategoriler yok. Sadece sanatçı var.

Ama toplumun dayatmaları nedeniyle, kadınlık halinden ve onu ele almaktan kaçış da yok. Senin de benim de işlerimiz bir ölçüde feminist kimliğimizden besleniyor elbette. Sadece kadınlar için değil, her tür eşitsizliğe karşıyız. Öte yanda, evrensel anlamda sanatın beslendiği başka büyük kaynaklar var, mesela Eros.

Sadece cinsellikle sınırlı değil kastettiğim, Eros hayatın doğduğu "matrix" diyebileceğimiz ana kaynaklardan birisi, tıpkı plastik gerçeklik gibi, kompozisyon gibi, renk ve doku gibi, kurgu yani naratif, hikâyecilik gibi. Bütün bunların arasında kadınlık hâlini nereye yerleştiriyorsun?

Ben kadın hallerini kadın hikâyeleri yazarak araştırıyorum. Eros bence en temelde bir yaşama ve yaratma enerjisi. Sarah Bernhardt'ı anlattığım Sarah ve Şemsi adlı yeni novellada bu enerjiyi merkeze koydum. Güneş enerjisi santrali gibi bir şeye dönüştürdüm anlatıyı. Çünkü Bernhardt öyle, doğa gücü gibi bir kadın. Sen de alüminyum çekirdek heykellerine aynı gücü koymuşsun, iki heykel de birer enerji yumağı gibi. Bunda hem kadınlık hali var, hem dünyanın enerjisi var.

Sen nasıl yaklaşıyorsun bu felsefi karışıma? Yani beden ve ruh, hem cinsellik hem daha geniş anlamda Eros, hem organik hem inorganik nesneler, bu felsefi gel git ikimizin bir ortak yanı olabilir mi acaba?

F. Tülin: Kadın sanatçı, kadın yazar tamlamaları bir yanıyla bana aykırı gelir; "erkek sanatçılar sergisi" diye bir başlık duyduk mu hiç? Ama tersi geçerlidir sık sık… Bu bağlamda "kadınlar günü" de benim için yadırgatıcıdır. Yılın sadece bir günü kadınlara ait… Aşırı yorumlama olarak algılanabilir bu bakış ama söz konusu tanım, sembolik olarak böyle bir anlamı içerir ve bu yüzden kadınlara karşı yapılan aşağılayıcı bir atıf olduğunu düşünürüm. Buna karşılık, kadın ve erkek arasında biyolojik ve daha çok da toplumsal şartlanmalar nedeniyle duyarlık açısından farklar olabileceğini düşünebiliyorum. Bu duyarlık farkı yapılan işe belirli ölçülerde yansıyabilir. Bu yüzden feministlerin bir bölümü kadın sanatçı tanımını onaylamakta. Erkek ressamlar tarih boyunca çıplak kadın gövdesini resmetmişler. Belki de bunun en uç örneği Courbet'nin "L'Origine du Monde" adlı eseri. Kadın sanatçılar cinselliği resmetmekte ne derece cesaretlidirler? Başlıca bir araştırma ve tez konusu olabilecek bir alan…

Resimlerime konu olan doğal formlar, ister insan gövdesi, ister bir bitki tohumu olsun, varoluşsal bir erotizm barındırırlar; bu izleyici tarafından çoğunlukla bu şekilde yorumlanmıştır. Soyut olan bir formda bile vurgulamak istediğim üçüncü boyut efekti, renk, boyut, kompozisyon ögeleri bu sonucu yaratır. Sanatta çağrışım gücünü önemserim; gerçekçilikten çok daha etkilidir.

Cinsellik ve bedenin bir yazar olarak romanlarında ne ölçüde yer aldığını söyleyebilirsin? Bu konuda yazarken "oto-sansür" uyguladığın oldu mu hiç? Rengin'in yaşadığı fiziksel şiddet sonucu bedeniyle sorunlu bir ilişkisi var Gecede Bir Çığlık romanında. Genel anlamda da, kadının içinde bulunduğumuz toplumsal gelenek ve göreneklerle bağlantılı olarak gövdesiyle rahat olmadığını düşünür müsün? Sarah Bernhardt gibi bir kadın figürü bu toplumdan çıkabilir miydi sence?

Nilüfer Kuyaş: Romanlarımda daima hem cinsel cazibeyi, hem de daha önce söylediğim gibi geniş anlamıyla Eros'u kullanıyorum, evet.

Bu konuda "oto-sansür" uyguladım mı, sanmıyorum, çünkü beni ilgilendiren hiçbir zaman birebir cinselliğin derinlikleri değildi, ben arzuyla ilgileniyorum daha çok, arzu bütün romanlarımda ve hikâyelerimde ön planda olan bir şey. Ama gene sadece cinsel arzu değil, daha geniş anlamda arzu, yaşamaya olan iştahımız, bitmeyen arzular yönetiyor hepimizi.

Serbest Düşüş adlı romanım, tamamen arzu üzerine kurulu. Yok Adam adlı öykü kitabıma adını veren öyküde kleptoman ve mitoman iki kişi karşılaşıyor ve birbirlerini arzuluyorlar, ama cinsel olarak değil, ya da cinsel arzu başka bir enerjiye dönüşüyor, niye böyle olduklarını konuşuyorlar, sevişmek yerine. Kendini anlamak ve tanımak arzusu.

Beden de çok işlediğim bir şey, zaten Gecede Bir Çığlık tamamen beden teması üzerinden yürüyor. Neredeyse "Bedenlerimiz olmasa" adını da verebilirdim romana. Bedeni olmak ne demek, bedenin gücü ve zaafları neler, bedenin direnci ve kırılganlığı gibi temaları işledim. Hem ruhsal hem bedensel travmalar tıpkı uyuyan virüsler gibi, bir şey tetikledi mi hemen uyanıyorlar, bedenin de bir travma hafızası var; ayrıca toplumda süregiden bir şiddet sarmalı var, bunları ele almak istedim.

Kadınların çoğunlukla bedenleriyle rahat olmadıklarını düşünüyorum, evet. Bedeni saklamak, örtmek, bedeni sergilememek, yahut sergilediğin zaman kendini tehlikeye açmak, aynı zamanda bedenin bir kimlik oluşturma yüzeyi olması, göstergelerle kaplanması, giyimle, modayla, süsle, güzelliğin ve kadınlığın dışarıdan tanımlanmasıyla, dövmeyle, saç tarzıyla, hep bedenimizle bir şeyler söylemeye çalışıyoruz, yahut bir şeyleri gizlemeye çalışıyoruz. Bedenin özgürleşmesi, genel olarak özgürleşmenin önemli bir parçası. 

Sarah Bernhardt gibi özgür bir kadın bu toplumdan çıkabilirdi, toplumun dayattığı kurallara meydan okuyarak yaşayan kadın sanatçılar olmuş, opera sanatçısı ve ressam Semiha Berksoy geliyor hemen aklıma, Kutluğ Ataman'ın onunla ilgili yaptığı filmi düşünüyorum şimdi, yaşamında gerçeklikle kurmacayı birbirine karıştırabilmiş, kendi mitolojisini yaratabilmiş bir kadın. Edebiyatçılar arasında ise Suat Derviş'in hem romanları, hem solcu ve aktivist kimliği benzer bir bağımsızlığı hatırlatıyor bana. Kadın özgürlüğünün ağır bedeli olduğunu ve çok cesaret istediğini unutmadan söylüyorum bunları.

Opera ve tiyatro gibi sanatlardan söz etmişken, farklı sanat dalları arasındaki alışverişten de söz etmek istedi canım.

Senin çalışırken çok sık müzik dinlediğini biliyorum. Sergindeki bir tuvalin üzerine -"Kömürden Güle" adlı resim- "Tainted Love Şarkısını Dinlerken" diye not düşmüşsün. Soft Cell grubu. Kirlenmiş Aşk mı diyeceğiz ona, Lekelenmiş Aşk ya da… Önceki bazı işlerinde de vardır senin şarkılara gönderme.

Müziğin yanı sıra sinemayı çok seviyorsun. Ben de öyle. Ben çok görsel bir yazarım, sinema ya da tiyatro gibi yazıyorum, sen de dile ve yazıya çok yakınsın, çok derinde anlatı koyuyorsun bazen işlerine, aynı zamanda yayımlanmış kitabın var, denemelerin var, yani dil ikimiz için de çok merkezde. Sen edebiyatı seviyorsun, ben görsel sanata tutkunum, deli gibi yenilikleri izlemeye çalışıyorum, ayrıca tiyatro aşığıyım.

Senin bir çok işin isimsiz, ama bazen tablolara çok çekici isimler verebiliyorsun, bu sergide mesela "Su Yüzünden Öyküler" serginin ismi de olabilirdi, çünkü bir akıcılığı tekrar yakalamanın, bir ağaca hayat suyu ilerlemesi gibi, bir yeniden canlanışın hikayesi var serginin toplamında. Özetle, başka sanatlardan bolca besleniyoruz. Bu "hibrid" hâl, ya da melezlik hali nasıl bir şey, nasıl işliyor?

"Kömürden Güle" (162 x 202 cm)

Tülin: Çalışma halim mutlak bir tek başınalık getiriyor. Her mekanı atölye haline getirebilirim. Tek şartım o mekanda yalnız olmak. Müziği çalışma ritmime hız ve enerji vermesi için dinlemeyi seçiyorum; rap ya da rock tercihimdir. Ama gerçek bir sinema delisiyim. Sadece yaptığım işle bağlantılı olarak değil, yaşantımda şiddetli bir ihtiyaç film izlemek… İlkokula kadar olan çocukluğum bir sinemada geçti, bunun etkisi büyük olmalı. Sinema tüm yaratıcı alanları içeriyor: söz, görüntü, hareket, ritim, müzik… Tabii iyi film bulmak oldukça güç bir iş; giderek beğeni skalası daralıyor, seçicilik dozu artıyor.

Genellikle Avrupa filmleridir benim duyarlığıma ve anlatım seçimlerime denk düşen… İngiliz, Fransız, Alman, Belçika… Çok başarılı Danimarka filmleri gördüm son zamanlarda… Amerikan sinemasını bir-iki örnek dışında yakın bulmuyorum anlatım tarzı açısından. Düşünceye, hayale, değişik yorumlara pay tanımayan, konuyu keskin ve fazla belirgin biçimde izleyicinin yüzüne fırlatan bir üslup… Konu her zaman formdan daha önemli Amerikan filmlerinde, bu bana aykırı gelen bir tavır. Benim için sanatta "ne" değil, "nasıl" sorusu önemlidir.

Müzik ve sinemanın bendeki yerinden söz etmişken, ben de sana görselliğin yazma sürecine nasıl ve ne ölçüde girdiğini sormak isterim. Örneğin romanlarını renk olarak gördüğün olur mu? Karakterlerin bir renk karşılığı var mıdır sende? Sarah Bernhardt kişiliği sanırım bir gökkuşağı misali… Adı geçtiğinde bir renk ve hareket fışkırıyor gözümde… Kitaplarındaki görsel betimlemeleri çok güçlü bulurum. Vali Konağı'ndaki evin arka bahçesindeki ağaç yıllardır gözümün önündedir, sanki görmüşüm gibi… Görsellik fark etmeden girdiğin bir alan mıdır, doğal bir akış olarak, yoksa seçtiğin bir unsur mudur yazdıklarında?

Nilüfer Kuyaş: Görsellik benim o kadar önemli bir parçam ki, ikisi birden diyeceğim, hem doğallıkla akıyor hem de bilinçli olarak seçiyorum. Çok görsel bir insanım. Resim çizme becerim hiç yok, ama devamlı fotoğraf çekiyorum, hayatı ya fotoğraf kareleri gibi algılıyorum, ya da film şeritleri gibi. Bir yere alışılmadık bir ışık düşsün, bir kenarda olağanüstü bir detay görünür olsun, hemen yakalarım, yahut bazen kendim yaratırım. İnsanların ifadelerini yahut jestlerini hiç kaçırmam. Aynı şekilde sesleri de, en incecik sesleri duyabiliyorum, ses efektleri çok koyarım romanlarıma, bütün yazdıklarım zaten baştan aşağıya görsel ve işitsel. Dokunmak, koklamak da çok önemlidir benim için, aslında beş duyusu da çok keskin birisiyim, hatta fazla duyarlıyım, ama görsellik atbaşı gidiyor hep.

Senin serginde, galerinin tam ortasında durup, tablolardaki benzer ya da akraba bütün detayların ve renklerin beni çevrelemesini deneyimledim. Bu sergindeki tema ve renk çeşitlemesini çok zengin buldum. Görsellik benim için bir varoluş hâli diyeyim özetle.

Ağaçlar, yapraklar, ışık parçaları, bulut, çiçek, deniz, köşe, vazo, iskemle, etek ucu, kol düğmesi, çevremde ne varsa sürekli kamera gibi üzerindeyim.

Akasya ağacını hatırlaman çok hoşuma gitti, büyüdüğüm apartmanın arka tarafındaydı, annemin akasyası, o beton yığınında annemin tek tesellisiydi, tek coşkusuydu, tutkundu o ağaca, baharda o narin beyaz çiçekler açtığı zaman mutluluktan uçardı. Ağaç inşaat için kesildiği zaman karalar bağladı, uzun süre yas tuttu, bir daha hiçbir şey aynı olmadı onun için.

Bu görsellik işi biraz da çocukluktan başlayan ve her köşede bir büyü, her adımda bir mucize bulmakla ilgili bir şey. Biz çocukken henüz televizyon yoktu, dolayısıyla çevremizi görmeyi iyi öğrendik, öyle dikkat eksikliği falan yoktu hiçbirimizde, hatırla, pırıl pırıl görürdük her şeyi. Görselliğin yanı sıra mekan algılaması, mekanların büyüsü de çok önemlidir benim için, ufacık bir köşeden dünyalar yaratabilirim.

O nedenle biraz da şehirlerden, mekanlardan söz edelim istiyorum.

Hem mimaride hem yaşam alanlarımızda, semboller daima peşimizde, poetika da öyle. Yaşamımızda büyülü köşeler yaratmak ve o büyüyü çalışmalarımıza aktarmak. Bu ikimiz için de önemli. Tanpınar'ın "kişisel masal" dediği şeye benziyor biraz. Onsuz ne hayat olur ne de yaratıcılık. Hele şimdiki, yıkım dolu, çirkinliğe teslim olmuş, tahribatın egemen olduğu dünyada, hayatta kalmak için elzem.

Gaston Bachelard'ın Mekanın Poetikası kitabını çok severim. Senin bazı formların deniz kabuklarını andırıyor bana, onların içinde dolaşabiliyorum hayalimde ve denizin sesini duyabiliyorum. İmge aynı zamanda vecd, "extase", coşkunluk Bachelard'a göre. Ben buna dil ve form yoluyla zamanı askıya almak diyorum. Zamanın kıvrımlarına saklanmak, bir lahananın yaprakları arasında gizlenen bir böcek gibi. Mahrem mekanlar, iç dünyayı yansıtan mekanlar yaratmayı seviyorum, buna mekanın eti ve teni diyor Bachelard. Yani gerçeklikteki temel şiirsellik, hayatın poetikası. Bu dönüştürücü bir güç bence. Bu sayede yenilenebiliyoruz, değişebiliyoruz ve değişime uyum sağlayabiliyoruz. Ben romanlarımda şiddete karşı ipeksi bir poetika yaratmaya çalışıyorum. Sen şiddeti barındıran ama eriten yüzeyler yaratıyorsun. Sayfalar, tuvaller, imgeler, kelimeler, sözler. Bu bir kaçış değil, bir sağaltma çalışması. En son bunlardan söz edelim mi, ne dersin?

F. Tülin: Son günlerde Nietzsche'nin sanatla ilgili sözünü çok fazla hatırlar oldum. "Sanat gerçeklerin şiddetinden ölmemizi engeller." İlk duyduğumda anlamsal olarak onaylamıştım; yaşadığımız güncel zamanda giderek bu önermeyi sorgular oldum. İnsan kendini ne biçimde soyutlarsa soyutlamaya çalışsın, sanatla, yazmakla, okumakla… Çoğu zaman gerçekler senin söylediğin gibi o hoş imgedeki gibi zamanın kıvrımlarını delip geçiyor, içine sızıyor, korunmayı güçleştiriyor. Dediğin gibi sanat, edebiyat, sinema, kaçış değil sağaltma çabaları… Bu konuda sürekli başarılı olduğumu söyleyemiyorum. Hatta giderek daha geçirgen olmaya başladım. Büyük bir şiddet içerdiğini hissediyorum hayatın…. Her alanda. örneğin şu anda, yazdığım odaya yakın biryerlerde bir köpek sabahtan beri, saatlerdir ağlıyor, bağırıyor…Belli ki sahibi onu bir yere bağlayıp çekip gitmiş! Bu zavallı hayvanın çaresizliği, bu duruma müdahale edememek beni gerçekten sahibine karşı şiddet duygularıyla dolduruyor. Yani şiddet, şiddeti doğuruyor.

Gündelik hayatta bu tür olaylar giderek çoğalıyor; savaşlar, büyük çatışmalar… Sanat bizi ne ölçüde koruyacak?… Bir arkadaşım, büyük çekirdek heykelinin yanındaki beni, Andersen'in masallarında deniz kabuğunun içindeki Poupette'e benzetmiş… Ne hoş, sen de sergideki bazı formların deniz kabuklarını hatırlattığını söylüyorsun… Bir deniz kabuğunun içine mi sığınsam… Yoksa su yüzünden öykülere karışıp başka hayatlar mı yaşasam…

Sen yazıda kendi sığınaklarını mı yaratıyorsun? Belki zaman/mekan ilişkisini çoğaltarak, zenginleştirerek, karmaşıklaştırarak …

Gecede Bir Çığlık'ta, 1969 yılına gidiyorsun, bu da zamansal dev bir deniz kabuğu oluşturuyor, içinde dolaştığın, kişilerin arasında belki saklandığın… İpeksi örtüler altında saklanarak neler yaşandığını izliyorsun… Yazma yaratıcılığının, seni hayatın şiddetinden koruduğuna inanıyor musun?

Nilüfer Kuyaş: Hayır. Yaratıcılık beni şiddetten korumuyor, tersine, normalde olduğundan daha fazla yüzleşmemi sağlıyor şiddetle. Yaratıcılık böyle bir şey değil mi zaten? Normalde bakamadığımız, yahut görmek istemediğimiz korkunçluklara bakabilmek, gerçeği aramak, gerçekle yüzleşmek. Bu acılı bir şey tabii, ama sanat yaşamanın sevinci ve güzellikleri kadar acılarını da içermek zorunda, bence o acılara karşı bir direniş oluşturuyor sanat, beni korumaktan çok, bana güç veriyor, direncimi arttırıyor. Direnebilmemi sağlıyor. Beni asıl koruyan, biçemde yarattığım oyunlar, estetik kuytular, beklenmedik güzellikler, yani sözünü ettiğin sığınaklar içerikte değil, biçemde, çünkü estetikle uğraşmak, estetikle etik arasındaki o temel ilişkiyi sağlamlaştırmaya çalışmak, "hayatın ve biçemin poetikası" dediğim şeyi çoğaltmak, bizi sağaltıyor bence.

Sanat bir sığınak değil, ama bir sağaltma ve direnç yeri olabilir.

O yüzden de Nietzche'nin aktardığın sözü bence hâlâ geçerli.

Yani, gerçeklik berbatsa, başka ve daha iyi bir gerçeklik yaratmaya çalışıyoruz, direncimizi arttırmak için.

İpeksi örtüler altında saklanmıyorum, sertliğe karşı ipeğin yumuşaklığıyla direniyorum, estetik yoluyla daha katlanılır kılıyoruz gerçekliği, hepimiz. Senin bu sergindeki resimlerin birbiriyle konuşan akıcılığı gibi tıpkı.

Bachelard'ın temel aldığı hayatın şiirselliğini, biçemin ve mekanların poetikasını yeniden yaşatmak, herkese hatırlatmak, daha güçlendirmek sanki benim amacım.

Senin serginden çıkıp Dolapdere'nin gündelik yaşamla kaynayan karmaşasında taksi ararken, ruhum daha güçlenmiş olarak kucakladım hayatı ve dünyayı.

Sevgili Tülin, iyi ki bu karşılaşma oldu aramızda, iyi ki bu sohbeti yapmayı önerdin bana. Seninle geçen Haziran ayında Paris'te iki kere buluştuk, Montparnasse Bulvarı'nın, Luxembourg Bahçesi'nin güzelliklerine karşı bir sohbet başlattık, yazın güzelliğini, ıhlamur ağaçlarını ve Paris'in enerjisini paylaştık, o sırada ben hem Sarah Bernhardt'ı araştırıyordum, hem Gecede Bir Çığlık romanında son düzeltmeleri yapıyordum, sonra da bütün yaz oturup Sarah ve Şemsi novellasını yazdım, sen Modus Vivendi-"Bir Yaşama Hâli" sergindeki resimleri hazırlıyordun, sonra heykelleri kalıba döktürdün ve şimdi İstanbul'da, yapıtlarımızı tamamlamış olarak, bu yeni sohbeti gerçekleştirdik, bu nedenle çok mutluyum, bu paylaşım için sana çok teşekkür ederim.

Sen yakında Paris'te bir başka sergi açacaksın, benim novella Ocak ayında Sia Kitap'tan çıkacak, daha bir çok yeni yapıtla ve yeni düşüncelerle, nice buluşmalarımız ve nice yeni sohbetlerimiz olsun diliyorum. 


F. Tülin'in Modus Vivendi "Bir Yaşam Hâli" sergisi İstanbul'da Merkür Galeri'de 6 Ocak tarihine kadar görülebilir.

Nilüfer Kuyaş'ın en yeni romanı Gecede Bir Çığlık Kafka Kitap'tan çıktı, yeni yazdığı Sarah ve Şemsi adlı novella ise ocak ayında yayımlanacak.