21 Ağustos 2014 17:21
Jan Sibelius, “Eleştirmenlerin söylediklerine kulak asmayın. Şimdiye kadar hiçbirinin heykeli dikilmemişti” der.
Kılıcın kalemden daha keskin olduğu bu coğrafyada yaşıyorsanız, olumlu da olsa, olumsuz da olsa eleştiri, bırakın heykele yontulmayı, genellikle nefretin muhatabıdır.
Nurullah Ataç, müstesna bir talihle belki nefret edilenler arasına girmedi, ama heykeli de dikilmedi.
Tam 116 yıl önce bugün, 21 Ağustos 1898’de doğan Ataç, şiir, öykü veya tiyatro yazarlığıyla değil, eleştiriyle büyük bir iddia ortaya koydu.
Türk edebiyatının önemli eleştirmenleri arasında yer alan, 1950 öncesi döneme damgasını vuran, özellikle üzerlerinde büyük etkisi olduğu gençlerin "hışmından korktuğu", büyük bir çaba ve mücadeleyle özleşmeyi savunduğu dili bir uygarlık meselesi olarak ele alan, onlarca çeviri yapan Ataç, eleştirileriyle önceleri "fenomen", sonrasında “otorite” olarak kabul edildi.
Akşam, Ulus, Cumhuriyet, Milliyet, Son Posta, Haber, Akşam Postası, Son Havadis gazeteleri ile Yedigün, Yeni Adam, Yarım Ay, Pazar Postası, Seçilmiş Hikâyeler, Ülkü, Varlık, Türk Dili gibi dergilerde yazan Ataç’ın ne diyeceği şairler, yazarlar tarafından her zaman mühim oldu.
Türk edebiyatında, modern anlamda “deneme” türünün ilk örneklerini verdiği de kabul edilen Ataç, bazı denemelerinde kendisini anlattı. Madem mevzu eleştiri, "özeleştiri" diyebileceğimiz şu satırlar ona aittir:
“Değerimi bilirim, büsbütün bir hiç değilim, ama yarına kalmaya yetecek bir değer değildir benimki. Yaşadığım günlerde çalışırım, dilimizin gelişmesinde, birtakım düşüncülerin yayılmasında benim de bir yararlığım olabilir. O kadar. Yarına kalamam ben, kalacağımı söyleseler, yarına acırım.”
Evet, Ataç, ne bir şiir, ne bir öykü, ne bir tiyatro yazdı. O yüzden de kendisini bir yaratıcı saymadı:
“Ben dünü anlayabildim, dünün yeniliklerini sevdim, elimden geldiğince de yaymaya, tanıtmaya çalıştım. Ama yaratamadım o yenilikleri, bir yaratıcı olamadım. Yaratıcılara saygı gösterilmesini anlarım, doğru bulurum. Ötekilere, yaratıcı olmayanlara o saygı neden gösterilsin?”
Kendisine sadece otobüste, trende, vapurda yer verilmesiyle ya da yolda gördüklerinde selam verilmesiyle “saygı” gösterilmesinin yeterli olacağını söyleyen Ataç, kendisini takip edenlere, örnek alanlara da sesleniyor:
“Siz bizi dinlemeyin, örnek diye almayın bizi kendinize. Dışla yetindiğimiz, öze işleyemediğimiz için yerin bizi, kötüleyin. Hiçbir değerimiz olmadığını söyleyin. Daha da ileri gidin: bakmayın bize, yokmuşuz gibi, hiç olmamış gibi anmayın bizim adlarımızı. Bir insafsızlık olurmuş bu, küçük de olsa bir değerimiz varmış, onu olsun görmeliymişsiniz… Boş söz bunlar! Küçük değerlere bakmakla yitirecek vaktimiz yok bizim, sizin hiç olmasın. Unutun bizi, yolunuzun üstünde olduğumuza bakmayın, aldırmayın, çiğneyin bizi.
Bizden size bir şey kalmayacak mı? Kalır elbette. Yazılarımızı az çok biliyorsunuz. Birçoklarımızın yazdıklarını size okulda gösterdiler, öğrettiler. Yeter o kadarı. Artık bırakın bizi. Yöneldiğimiz uygarlığa çevirin gözlerinizi, onun geçmişini öğrenin ki yarınını yaratmakta sizin de bir yararlılığınız olsun. Biz çökmüş bir uygarlığın yetiştirdiği kişileriz, bizimle bulunmaktan size iyilik değil, ancak kötülük gelir.
Bakın, korkak kişileriz biz. Bütün düşündüklerimizi açıkça söyleyemiyoruz. Kiminden kendimiz bile ürperiyoruz. Siz bize benzemeyin. Gözünüz pek olsun. Ancak öyle erebilirsiniz özgürlüğe. Özgürlüksüz düşünülemez. Biz düşünmedik, düşünemedik, özgürlüksüzlük içinde büyüdük, kafamız özgülüksüzlükle yoğruldu, siz özgürlüğü kazanıp düşünmeye çabalayın.”
Nurullah Ataç, hemen hemen 30 yıllık evliliğine rağmen yalnızdı. Eleştirmen yalnızlığıydı bu. Elbette dostları, arkadaşları oldu ama onlarla da arası her zaman iyi olmadı.
Beşir Ayvazoğlu Zaman’daki yazısında Ataç’ın kavgalarını şöyle anlatıyor:
“Meral Tolluoğlu, babasının son zamanlarda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın adını bile duymak istemediğini, ondan söz edenlere ‘Ben Hamdi diye kimseyi tanımıyorum!’ dediğini söyler. Aynı şekilde bir zamanlar şiirleri hakkında son derece övücü yazılar yazdığı Yahya Kemal Beyatlı’yı da artık sevmiyor, şiirlerini de beğenmiyordu. Meral Tolluoğlu, ‘Benim kanıma, sezişime göre babam Beyatlı’ya da, Tanpınar’a da yazı dilini eleştirdikleri için darılmıştı’ dedikten sonra şöyle devam ediyor:
‘Babam ikisine de hem çok kırgın, hem de dargındı. Bir zamanlar çok sevdiği bu iki insanın ne yüzünü görmek, ne de adını anmak istiyordu. Yanında birisi Tanpınar’dan açacak olsa babam ya duymazlıktan geliyor ya da ‘Hamdi artık Yahya Kemal’in çiş şişesini taşıyormuş’ diye gülüyordu. Bunun ne demek olduğunu bir gün sordum. Meğer Yahya Kemal hastalanmış. İdrar tahlili yapılması gerekiyormuş. İdrar şişesini hastaneye Tanpınar götürmüş. Bunu da kimden duyduysa babam duymuş. İşte bu nedenle ‘Hamdi, Yahya Kemal’in çiş şişesini taşıyormuş’ deyip gülüyormuş.’”
Garip akımının sembolü, “Şakıli Solucanı” dediği Orhan Veli’yi şairlikten “aforoz” eden Ataç, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın şiirlerini de beğenmemeye başlayınca kıyamet kopar.
Ayvazoğlu'nun aktardığına göre, “iki şair, bir gün yolunu kestikleri Ataç’ı ‘Sen nasıl bizim şiirlerimizi beğenmediğini söylersin?’ diyerek tekmelemişler. Zavallının elindeki helvalar fırlayıp paltosuna yapışmış, şapkası yere düşmüş. Eve gittiğinde pantolonunda Anday’la Rifat’ın tekme izleri hâlâ duruyormuş. Meral Tolluoğlu, buna rağmen babasının bir gün kalkıp Melih Cevdet’in evine gittiğini ve orada da dayak yediğini anlatıyor.”
Türk şiirinde yeni bir çığır açan, şiiri sokağa indiren Garip'çilere tavrı tartışılan Ataç, kendi huysuzluğuna da değinir.
“Acımayın bana, ezin beni” dediğine bakmayın. “Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri ille herkes sevsin demeyeceğim; ama ben, kedi sevmeyenlerle anlaşamam. ‘Kiminle anlaşırsın ki!..’ diyeceksiniz. O da yalan değil: bu yaşa geldim, büyüğü ile de, küçüğü ile de çekişmeyi bir türlü bırakamadım” sözleri de ona aittir.
Ve Ataç’tan son söz:
“İnanmayın, benim okurum, kendi kendinden tiksindiğini söyleyen, kendi kendine budala diyen bir adamın böyle abuk sabuk sözlerine inanmayın, bakın, dünya güzel, insanlar güzel, siz de o insanlar arasında bir insan olduğunuz için güzelsiniz, aldırmayın bu sözlere, beni içimin karanlığında bırakın, siz aydınlıklar içindesiniz.”
Prof. Murat Belge, "Türkçe sorunu" başlıklı makalesinin "Nurullah Ataç ve özleşme" alt başlığı altında şu görüşleri dile getiriyor:
“Kırklar ve elliler boyunca, ‘Türkçe’ der demez akla gelen adlardan biri, Nurullah Ataç'tır. Ataç, Türkçe'nin özleşmesine, tek başına, belki kurumlardan fazla katkıda bulundu. Sert eleştirileriyle genç edebiyatçılar üstünde kurduğu otorite, Ataç'ın hışmına uğrama korkusu, dönemin birçok yazarını daha öz Türkçeci olmaya itti. Böylece, özellikle edebiyat alanında kullanılan dil özleşti, aynı zamanda da dilin genel kullanımına göre farklılaştı. Ataç'ın bu alanda yaptıklarına büsbütün yararsız demek de, tamamen yararlı demek de güçtür.
Sürecin kendisinin çelişikliği, onun kişiliğinde de yansır. Ataç genellikle, değiştirdiği, yenisini bulduğu kelimelerle tanınır ve bu çerçevede tartışılır. Ancak, dil üstüne düşünen, radikal ve militan tavır alan bir kişi olmanın ötesinde, usta bir yazardı Ataç. Bence asıl olumlu katkıları bu noktada aranmalıdır. İlkin, genel anlamda dil titizliğini birçok yazara kabul ettirmiş bir yazardır. Gelişigüzel ve hamasi laflar söylemeye karşı, daha öz Türkçeci olmadan önce de savaş açmıştı. Noktalama işaretlerinin kullanımında bile dikkatli olmak gerektiğini birçok yazar Ataç sayesinde öğrendi. İkinci olarak, Ataç usta bir üslupçuydu. Türkçe'nin kullanımı sorununa da yalnız kelimelerin ‘arı’ özü çerçevesinde değil, aynı zamanda sözdizimi çerçevesinde bakmıştı. Bu yanı hiç öne çıkarılmadığı halde, Türkçe'nin yapısını araştırmış ve yazılarıyla örneklendirmiş bir yazardır Ataç. Eski bir dilsel ayrımı kullanarak, Türkçe'nin ‘analitik’ değil, ‘sentetik’ bir dil olduğunu söyleyelim. Bu, kısaca, sözdiziminde anlamın kelime yerine değil, takılara bağlı olması demektir. Analitik bir dil olan İngilizce'de ‘Brutus killed Caesar’ derseniz, Brutus Sezar'ı öldürmüş olur. İki adın yerini değiştirdiğiniz zaman, özne ile nesne bu niteliklerini yerlerinden aldıkları için, Sezar Brutus'u öldürmüş olur. Türkçe'de ise özne, nesne, tümleç vb. bu işlevlerini takılarla edindikleri için, cümle içinde yerlerinin değişmesi anlamı değiştirmez. (Sezar'ı öldürdü Brutus, öldürdü Brutus Sezar'ı, öldürdü Sezar'ı Brutus vb.) Bu durumu iyi sezen Ataç, Türkçe cümle yapısı ile mümkün olabilecek çeşitlemeleri bir estet titizliğiyle sergiledi. Öteki konularda olduğu gibi burada da eleştiriye uğradı. ‘Devrik cümle’ düşmanları belirdi. Oysa özellikle konuşulan dilde ‘devrik’ denilen cümle tipi Türkçe'nin asli bir yapısal öğesidir. Ayrıca da Ataç, sözdiziminde çeşitleme yaparken hiçbir zaman mekanik olmamış, ‘devrik’ cümle yaparken bununla her zaman özel bir nüans katmayı başarmıştır. Ama bunu mekanik bir biçimde çoğaltan birçok yazar, yıkmaya çalıştıkları sözdizimi kadar monoton, tatsız, taklitçi ve anonim bir üslup çıkardılar. Son olarak bir de şu söylenebilir: birçok yazar, eski sözdizimini, eski kelimelerle düşünüp yazıyor, sonra da moda olduğu için sözlükte yeni karşılıklar bulup bu eski kelimelerin üstünü karalıyordu. Ataç, sözdizimini yeni kelimelerin çağrışımlarına, mantıklarına göre düzenleyebilen bir yazardı. Bu yüzden, en bilinmedik yeni kelimeler kullandığı zaman bile, yazının gelişme mantığından, tanımadığınız kelimenin hangi eski kelimenin yerini aldığını tahmin edebilirsiniz. Çoğu öz Türkçeci ise, sırf kelimelerinin yadırgatıcılığından değil, cümle kurmaktaki hantallıkları yüzünden anlaşılmaz oldular.
Öte yandan, özleşme konusundaki tavrına, kendi hesabıma aynı övgüyle bakamıyorum. Örneğin şu sözler:
‘Ben öteden beri, konuşmalarımda olsun, yazılarımda olsun hep bunu söyledim, Türkçe'nin Latinceleştirilmesi, Yunancalaştırılması gerektiğine inandığım içindir ki öz-Türkçeci oldum, ona inandığım içindir ki öz-Türkçeyi bırakmıyorum, bu toplumun çocuklarına Latince ile Yunancanın öğretileceği, şöyle iyice, gereğince belletileceği güne değin de bırakmayacağım.’
Gerçekten de Ataç'ın öz Türkçeciliğinin altında bu Yunan-Latin hayranlığı yatar. 0 uygarlığın yarattığına inandığı hümanizme sıkı sıkı bağlıdır. Bu gibi görüşler günümüzde öyle ‘doğululuk’, ‘batılılık’, ‘kültürel değişimin toplumsal mekanizmaları’ filan gibi kavramlarla bile eleştirilmeyecek kadar ‘naif’ görünüyor. Yunanca ve Latince öğrenme ve öğretme saplantısını Cambridge'de, Oxford'da bile terk ettiler - bundan da kimsenin kaybı olmadı. Ataç'ın tasarısının ilk adımdaki imkânsızlığı, eğitimle bir toplum kurulamayacağı olgusudur. Ataç, kuşağındaki çoğu radikal-pozitivist-hümanist gibi, iyi bir eğitimle, evrensel bir kültür verilip evrensel insan bireyleri yetişeceğine inanmıştı. Evrenselliğin temelini de Greko-Latin kültürü sağlayacaktı. Ancak, bu gibi eğitim sistemiyle yeni bir toplum kurma tasarıları, kaynaklarının bütün hümanizmiyle birlikte ‘jakoben’ (çünkü belirli bir aygıt ve dar bir yetişmiş kadro yoluyla bütün bir topluma yön vermeyi düşlüyor) ve son analizde anti-demokratiktir.
Öz Türkçe'nin zorunluluğunun nihai gerekçesi olarak bu Greko-Latin kültür ‘asimilasyonu’ ile karşılaştığımızda, bu gerekçe adına yapılanlardan kuşkuya düşmemek elde değil. Şüphesiz Ataç'ın düşünceleri az çok kendine özgü, ama büsbütün kendine özgü de değil. Nitekim onun gibi Yunan ve Latin köklerine inmeyi isteyen istemeyen, daha birçok Batılaşmacı, öz Türkçe'yi de savunmuştur.
Ataç bir dilbilimci değildi. Ya da, modern anlamda bir dilbilimci değildi. Onun dille ilgisi, daha çok Batı'nın on dokuzuncu yüzyılda yetişen dilcilerininkine benzer. Bu bakış bütünüyle tarihidir ve aynı zamanda dili seçkinci bir tutumla tanımlanmış, büyük harfle yazılan bir Kültürün aracı olarak görür. Böyle anlaşılan dilde bir iletişim işlevi varsa, o da seçkin bir düzeyde yapılan bir iletişim olmalıdır. Ayrıca, Türkiye'nin gelişmesi içinde dile nasıl dil-dışı ölçütlerle bakıldığını [yukarıda] birlikte izlemiştik. Bu da, Ataç'ın entelektüel mirasının bir parçası oldu.
Türkçe sorununa böyle karmaşık bir sorunsal içinden bakan Ataç'a göre, sözgelişi ‘demokrasi’ kelimesini kullanmak, Yunan kültürünü almak değildir. Çünkü Yunanlılar ve onların mirasını alan Batılılar bu kelimeye baktıklarında bunun ‘halk’ ve ‘yönetim’ kökleri ile kurulmuş bir kavram olduğunu hemen anlarlar. Biz Türkler ise, bu yabancı kökleri anlayamayız. Dolayısıyla ‘demokrasi’ kelimesini gerçekten içimizde yaşatamayız. Gerçekten Greko-Latin kültürü içinde olmak istiyorsak, aynı kavramı Türkçe köklerle kurmamız gerekir: ‘budun-buyrumculuk’ veya ‘budun-erki’ gibi yeni karşılıklar önerir Ataç.
Kâğıt üzerinde doğru görünebilen bu öneriyi biraz sonra, daha genel bir bağlamda ele alacağım. şimdilik, Ataç'ın gözünden kaçan bir iki önemli ayrıntıya değinmek istiyorum. İlkin, az önce sözünü ettiğim kültürel seçkincilik ve Batı'nın aşırı yüceltilmesi olayı göze çarpıyor. Sıradan Batılı insan, ‘demokrasi’ ve benzer kavramları kullanırken, bunların Yunanca ve Latince köklerini bilmez. Sözgelişi, İngilizce'de ‘trans-‘ önekiyle başlayan yığınla kelimeden birkaçına bakalım (bunların bir kısmı bizde de benzer biçimde biliniyor): ‘Transatlantic’, ‘transcend’, ‘transcript’, ‘transfer’, ‘transform’, ‘transgress’, ‘transient’, ‘transit’, ‘transition’, ‘translate’, ‘transmission’, ‘transparent’, ‘transpire’, ‘transport’, ‘transpose’, ‘transversal’, şimdi, Oxford mezunu olmayan bir İngiliz, tam olmayan bu listedeki kelimelerin bir kısmıyla hayatı boyunca hiç ilişkisi olmaksızın yaşar. Kullandıklarına göre, bu ‘trans-‘ ekinde, öteye geçmek, bir şeyin üstünden aşmak gibi genel bir anlamı olabileceğini tahmin eder ancak. Ama, o listedeki kelimelerden yalnızca birkaçını kullanmaya alışık olan bir Türk de bu soruyu sormak aklına gelirse aynı şeyi tahmin edebilir: ‘transatlantik’, ‘transfer’ ve ‘transit’ kelimeleri üstüne düşündüğü zaman aklında kalan yaklaşık anlam, örneğin ‘transfüzyon’ gibi yeni bir kelimeyle karşılaştığı zaman, bunun bir ‘aktarma’ olayı olduğunu anlamasına yetebilir. Bunu anlamak için ille Latince bilmesi gerekmez.
Bunu demekle, elbette ki bütün bu ‘trans-‘lı kelimelerin olduğu gibi Türkçe'ye alınmasını savunmuyorum. Ama ‘transatlantik’ ve ‘transit’ gibi uluslararası nitelik kazanmış kelimelerin bizde kullanılması, Türkçe'yi kimsenin tutsağı yapmaz, diyorum. Ayrıca bu konu bizi değinmek istediğim ikinci güçlüğe getiriyor. Bir dili konuşan bir topluluk, kendi mantığı içinde yeni kavramlara eski ekler ve köklerden yeni adlar bulur. (Nitekim, saydığım İngilizce kelimelerin pek çoğu ‘Roma-sonrası’ kelimelerdir.) Bu kavramları başka bir dile çevirirken, ekler ve kökler arasında aynı mantıki bağlantıların kurulmasını bekleyemeyiz. Gene yukarıdaki ‘trans-‘lı kelimeler listesine bakarsak, örneğin ‘transcendental’ gibi bir kavram Türkçe'de ‘aşkınlıkçılık’ olurken ‘translate’ için ‘çevirmek’, ‘transparent’ için «saydam», ‘transform’ için ise ‘dönüştürmek’ diyoruz. Yani, aynı kökü her zaman aynı şekilde, Türkçe'nin tekabül eden köklerine çeviremiyoruz. Böylece, Ataç'ın ortak köklere bağladığı ‘düşünce disiplini’ zaten mümkün değil. Daha önce, Cenap Şahabettin’in özlemine ilişkin olarak söylediğim gibi, bunu büyük bir sakınca saymamızın da nedeni yok. Çünkü Greko-Latin Kültürü de bu kelimeleri ya da kökleri, evrensel mantığın temeli olarak değil, gelişigüzel kullanmıştı; İngilizce'de ortak ‘trans’ var diye çeviriye, sözgelişi, ‘dil-aşırı-aktarım’ ve saydam için de ‘ara-nesne-aşırı-görüm’ filan dememize gerek yok.
Son olarak, ‘klasik’ eğitime verilen abartılmış öneme bir kere daha değineyim. Ataç, ‘demos’ ile ‘kratia’ bilinmezse, ‘demokrasi’nin anlaşılamayacağından korkuyor. Toplumda gördükleri eğitimden ötürü her iki kökü de bilen insanlar, ‘demokrasi’nin ne olduğunu bilmiyorlar oysa. Buna karşılık, kelimenin etimolojisini hiç bilmeyen insanlar, bunun ne olduğunu yaşayarak öğrenebilirler."
21 Ağustos 1898’de doğan Nurullah Ataç, eleştiri ve deneme alanı dışında hemen hemen yapıt vermeyen sayılı yazar ve şairlerden birisi oldu.
İlkokuldan sonra Galatasaray Lisesi'nde dört yıl okuyan Ataç, daha sonra eğitimini İsviçre'de sürdürdü. Babasının ölümünün ardından 1919'da İstanbul'a döndükten sonra, 1922 yılına kadar İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni sürdürdü fakat tamamlayamadan okuldan ayrıldı.
Fransızca öğretmenliği ve çevirmenlik yapan Nurullah Ataç, 1945'ten sonra Cumhurbaşkanlığı çevirmenliği de yaptı.
1926 yılında Leman Ataç ile evlenen Nurullah Ataç daha sonra babasının yaşamından kesitleri anlattığı “Babam Nurullah Ataç” kitabını yazacak olan Meral Ataç Tolluoğlu doğdu.
İlk şiirleri Dergâh'ta yayımlanan Ataç, Türk Dil Kurumu (TDK) Yayın Kolu Başkanı oldu, Fransız, Latin ve Rus klasiklerinden çeviriler yaptı.
Yazı yaşamına 1921’de Dergâh’ta yayımlanan “Türk Tiyatrosunda İlk Göz Ağrısı” adlı tiyatro eleştirisi ile başlayan Ataç’ın, tiyatro eleştirisi ile ilgili yazıları Dergâh ve Akşam dışında Hâkimiyet-i Milliye, Milliyet, Son Posta, Haber-Akşam Postası, Ulus, Son Havadis gazetelerinde ve Hayat, Darülbedayi (Türk Tiyatrosu), Yeni Adam, Ülkü dergilerinde yayımlandı.
Nurullah Ataç, tiyatro eserleri için yazdığı eleştirilerle Türk tiyatrosu için bir yol gösterici oldu. Batılı tiyatroyu yakından tanıyan Ataç, Türk tiyatrosunun ve seyircisinin Batı’nın seçkin oyunlarını oynayacak ve izleyecek düzeye gelmesi için çok çaba harcadı. Ataç tiyatro hakkında yazmış olduğu eleştirilerle yalnızca tiyatro sanatı ile ilgili teorik görüşlerini ve Türk tiyatrosunun tarihî gelişimini gözler önüne sermekle kalmamış, aynı zamanda bu sanatın gelişimine de katkıda bulundu.
Gut ve şeker hastası olan Ataç’ın eşi Leyla Ataç’ın 1955 yılında ölümünün ardından karaciğer ve böbrek rahatsızlıkları başladı. 17 Mayıs 1957 yılında İstanbul Numune Hastanesi'nde yaşamını yitirdi.
Ölümünden sonra birçok edebiyat dergisinde kendisi için özel sayı çıkarılan Ataç hakkında iki kitap hazırlandı. Bunlardan ilki 1959'da Tahir Alangu'nun hazırladığı “Ataç'a Saygı” isimli kitapta onun için yazılmış yazılar derlendi. İkinci kitapta da, Türk Dil Kurumu’nun 1962'de Ankara'da çıkardığı “Ataç” isimli kitap oldu.
© Tüm hakları saklıdır.