Alper Görmüş / Taraf
20.09.2011
‘OdaTV’ iddianamesi (1)
OdaTV iddianamesi açıklandı... Artık, davanın sanıklarına yöneltilen suçlamaları biliyoruz... Bu köşede iki, belki de üç yazıda iddianame ve suçlamalarla ilgili düşüncelerimi ifade edeceğim.
Bugünkü yazının birinci bölümünde iddianamedeki gerçek suçlamanın ne olduğu ve basında bunun karşısına yerleştirilen savunma çizgisinin problemleri üzerinde duracağım. İkinci bölümde ve sonraki yazılarda ise iddianamenin problemlerini ele alacağım.
Basındaki savunma çizgisini kabaca şöyle ifade edebiliriz: Davanın sanıkları, yaptıkları gazeteciliğin (Soner Yalçın ve OdaTV editörleri), yazdıkları kitapların (Nedim Şener ve Ahmet Şık) içeriklerinden hoşlanılmadığı için böyle bir muameleye uğruyorlar...
Böyle bir savunma, şu karşı atakla çöker: O halde benzer içerikteki gazetecilikler, benzer içerikteki kitaplar neden benzer bir takibata uğramıyorlar?
Bu türden savunmalar sen-ben-bizim oğlan çevresinde iş görür, fakat “deplasmana” çıkıldığında işler zorlaşır.
Aslında bu savunma çizgisi, “iktidardaki düşman”a, “bir şeytanlar topluluğu olan cemaat”e karşı kullanışlılık potansiyeli taşıyan her durumda başvurulan tipik savunma çizgisi olarak çıkıyor karşımıza... Hakiki suçlamalar üzerinden değil de onların maksimum ölçüde abartılmış biçimleri üzerinden yürütülen bu türden “hücum-savunma”lar bir noktada kaçınılmaz olarak “hava yapıyor” ve bilahare hakiki suçlamalara karşı hakiki bir savunma çizgisine dönülse bile, ortaya çıkan inandırıcılık sorunu savunmanın etkisini azaltıyor.
Tam bu noktada Ahmet Şık’ın kitabının yayımlanmasının engellendiği günlerde yürütülen kampanyanın temel sorusunu hatırlayabiliriz: “Kimbilir, içinde hükümeti ve cemaati rahatsız edecek ne tür bilgiler ve belgeler vardı da, yayımlanmamış bir kitabın toplatılması gibi bir cürüm göze alınabildi?”
Sonra ne oldu? Kitap internette yayınlandı ve böyle bir içeriğinin olmadığı anlaşıldı. Bu sonucun, Ahmet Şık’ın ve onu savunanların elini güçlendirdiğini sanırım hiç kimse öne süremez.
Aynı hata iddianameden sonra da sürüyor...
Soner Yalçın’ın “muhalif gazetecilik yaptığı”, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın da “cemaati rahatsız edecek kitaplar yazdıkları” için suçlandıklarını temel alan savunma çizgisi, iddianamenin açıklanmasından sonra da devam etti; bu çerçevede düne kadar yazılmış bütün yazıları okudum, durum böyle... (Sözünü ettiğim savunma çizgisi, tartışmayı Şener ve Şık üzerinden yürüttüğü için, bundan sonrasında ben de öyle yapacağım.)
Oysa biliyoruz ki, suçlama böyle değildir. Suçlama, Şener ve Şık’ın “Ergenekon terör örgütünün talimatları doğrultusunda, kendi iradeleriyle kitap yazdıkları”dır.
Oysa bir kitabın yazarı tarafından yayımlanması ile –iddianamede iddia edildiği gibi– bir terör örgütünün talimatı doğrultusunda yayımlanması arasında dağlar kadar fark vardır.
Demek ki işlevsel ve işe yarar bir savunma, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in yazdıkları kitaplar ile “Ergenekon terör örgütü”nün talimatları arasında ilişki kuran delillerin yetersizliğini ya da geçersizliğini göstermek temelinde yürütülmelidir.
Bazıları, iddianamenin zayıf ve abartılı taraflarıyla dalga geçerek akılları sıra bunu yaptıklarını zannediyorlar. Oysa bir iddianame gerçekten değersizse, bu değersizlik ancak onun en zayıf yanlarıyla değil en güçlü gibi görünen yanlarıyla hesaplaşılarak gösterilebilir.
Bu gerçeği en iyi anlayanların başında OdaTV’yi hazırlayan gazetecilerin geldiğini söyleyebilirim... Onlar, iddianamenin zayıf ve abartılı taraflarıyla dalga geçmekten çok (zaman zaman bunu da yapıyorlar), en ciddi yanıyla halleşmeyi tercih ediyorlar ve doğru da yapıyorlar... Çünkü:
a) İddianamede yer alan dijital belgeler sahihse ve bunlar gerçekten de OdaTV bilgisayarlarından elde edilmişlerse (burada özellikle Ulusal Medya 2010 adlı dijital belgede geçen şu cümleye dikkatinizi çekmek isterim: “Operasyon sürecini yürüten kurumlara mensup olup tezlerimize ve faaliyetlerimize destek veren, kamuoyunun yakından tanıdığı ve güvendiği kişilere, Ergenekon ve benzeri davaların tertip olduğu yönünde açıklama ve yayın yaptırılması için bilgi, belge ve teknik destek sağlanmalıdır”):
b) Hanefi Avcı, Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın yazdığı kitapların taslakları gerçekten de bizzat kitapların yazarları ya da “irtibatta oldukları Ergenekon terör örgütü mensuplarınca” OdaTV’ye gönderilmişlerse;
c) Bu taslaklara dair OdaTV bilgisayarlarından elde edildiği öne sürülen yönlendirici notlar gerçekten de OdaTV yetkililerine aitse...
O zaman “sanıklar sırf kitap yazdıkları için ve yazdıkları kitapların içerikleri birilerini çok kızdırdığı için suçlanıyorlar” şeklindeki savunma, bütün gösterişine rağmen kof bir savunma olmaktan öteye geçemez.
Dalga geçmek yerine iddianamenin zaaflarına odaklanmak...
OdaTV’yi hazırlayan gazeteciler, işte bunun farkında oldukları ve bu gerçeklikle hareket ettikleri için iddianamedeki, yukarıda üç madde halinde sıraladığım iddiaları çürütmeye çalışıyorlar. OdaTV internet sitesinde 13 eylülde yayımlanan bir değerlendirme yazısından aktaracağım şu satırları okursanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız:
“OdaTV iddianamesinde yapılan suçlamalardan biri de; Ahmet Şık’ın, Nedim Şener’in ve Hanefi Avcı’nın kitap taslaklarının bilgisayarlarımızda bulunması... Virüslü dökümanlara ‘kanıt’ olsun diye bilgisayarlarımıza yine virüs yoluyla gönderilmişler.”
Görüyorsunuz: OdaTV’yi hazırlayan gazeteciler neyin ciddi olduğunu gayet iyi anlamışlar ve enerjilerini yukarıda üç madde halinde sıraladığım iddiaların iddianamede yeterince temellendirilmediğini göstermek üzere harcamaya karar vermişler.
Dedim ya, doğrusunu yapıyorlar: Çünkü “Ergenekon terör örgütü” yöneticileri tarafından kaleme alındığı iddia edilen dijital dokümanların ve yine onların talimatıyla yazıldığı iddia edilen kitap taslaklarının virüs yoluyla OdaTV bilgisayarlarına yüklendiği yönündeki savunma kanıtlanabilirse, zaten bu dava çöker.
Tam bu noktada öne sürülen ve basındaki “dalgacı”ların da genel çizgilerinin dışına çıkıp müracaat ettikleri bir argüman, savcıların temel iddialarını zayıflatan bir rol oynamaya aday görünüyor. Hürriyet’ten Sedat Ergin’in satırlarından bu argümanın ne olduğunu hatırlayalım:
“Sanık avukatları, söz konusu world belgelerinin OdaTV’ye dışarıdan e-mail ile gönderildiğini ileri sürüyor. Gelgelelim bilgisayar kayıtlarının imajları üzerinde Boğaziçi Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi tarafından başlatılan bilirkişi incelemesi, savcıların imajları geri alması nedeniyle sağlıklı bir şekilde sonuçlandırılamamıştır.”
Bu, iddianamenin gerçekten de en zaaflı yanlarından biri... Hele ki, savcılığın, iddianame hazırlıklarının sürdüğü aylar boyunca imajları bir bilirkişi heyetine inceletmediğini gözönüne aldığımızda...
Fakat iddianamenin başka zaafları da var. Mesela Ahmet Şık’ın kitabının “İmamın Ordusu” adı yerine “Sabri Uzun” ya da “Emniyet Müdürü Sabri Uzun” adıyla yayımlanmasının planlandığını “kanıtlayan” not, kitabın “Ergenekon terör örgütü tarafından Ahmet Şık’a yazdırıldığı” iddiasını desteklemek bir yana zayıflatan bir delilmiş gibi görünüyor...
Öyle ya; bir kitap bir kişiyi anlatmak üzere yazıldıysa, dilinin de ona uygun olması gerekir. Oysa İmam’ın Ordusu’na baktığımızda, kitabın, önerilen ismi taşıyacak “kişiye dair” bir içeriğinin olmadığını görüyoruz...
Bu meseleyi cuma günkü yazıda açacağım... Fakat başka sorunlar da var...
Hepsini biraraya getirince, benim kanaatim şöyle oluştu: Her satırını büyük bir dikkatle okuduğum bu iddianame ile bir dava kurulamaz. Sanıkların tutukluluk hallerinin bu iddianameye rağmen sürdürülmesi kararını ise inanılması zor bir hukuki tasarruf olarak görüyorum.
Cuma: “Sabri Uzun” imzalı değil, Sabri Uzun’u anlatan bir kitap...
***
(NOT. Nedim Şener’in Hanefi Avcı adına, Ahmet Şık’ın da Sabri Uzun adına yazdığı iddia edilen kitapların içeriklerine ilişkin eleştirilerimi saklı tutuyorum... İşin bu yanı kanun adamlarını ilgilendirmez; beni ise asıl o ilgilendiriyor... Fakat önceki yazılarımdan birinde söylediğim gibi, bunun için meslektaşlarımızın özgürlüklerine kavuşmasını bekleyeceğim...)