15 Mart 2016 16:11
Birikim Dergisi’nin kurucuları ve yazarları arasında yer alan Ömer Laçiner, geçtiğimiz Haziran ayından sonra başlayan çatışmaların ardından PKK’nın strateji değişikliğine gittiğini söyledi. Dağ gerillalarının, yerini şehir gerillalarına bıraktığına ve PKK’nın işinin daha da kolaylaştığına dikkat çeken Laçiner, devletin böyle bir çatışmaya hazır olmadığı görüşünü dile getirdi. "Kürtlerin 90'lı yıllarda bile kendini düşman olarak hissetmediğini söyleyen Laçiner, "Artık ülkeden ayrılmayı düşünüyorlar" dedi.
PKK’nın strateji değişiminin, örgütün lojistik gücünü de arttıracağını savunan Laçiner, “Gazze’de nasıl ki tüneller açıldıysa, Suruç’ta, Nusaybin’de, Kamışlı’da da inşaat halinde olan en az elli tane tünel var" ifadesini kullandı. "Senin devlet olarak bunu engellemen mümkün değil" diyen Laçiner, "PKK eğer ‘Ben çatışmayı sürdüreceğim’ derse, Filistinlerin İsrail’e karşı sürdürdüğünden çok daha etkili sürdürebilir. Sadece Silopi’de, devletin gaddarlığı yüzünden 500 çocuğun dağa çıktığı söyleniyor. Ha, bundan sonra dağda gerilla görmeyeceksiniz! O iş bitti” diye konuştu.
Nokta dergisinden Fatih Vural'ın sorularını yanıtlayan 15 Mart 2016) Laçiner'in açıklamalarından satır başları şöyle:
Haziran ayından sonra PKK’nın ve hükümetin çatışma ortamında zımni olarak anlaştığını ve HDP’nin bu ikisi arasında ezildiğini yazdınız. Fezleke tartışmalarıyla birlikte Selahattin Demirtaş başta olmak üzere bazı HDP’li vekillerin hapse atılacağı söylentilerini de hatırlatarak, “HDP’nin şu anda Türkiye’deki muhalefet partileri içinde yeri nedir?” diye sorsam?
Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” sözlerine kadar HDP, PKK’nın legal kolu sayılıyordu. Onun biraz öncesini hatırlayalım, müzakere sürecinde de Öcalan’ın ve HDP’nin taleplerinin kabul edileceği söyleniyordu. HDP uzun süre de bu konuda bir şey söylemedi. Sonra tartışmaları bitirecek şekilde Demirtaş’ın başkanlık çıkışı geldi.
Bu çıkışı, PKK’ya rağmen mi yaptı?
Onun kulisini bilemeyiz; ama Demirtaş onu söylediği vakit, PKK’nın “Nasıl böyle bir şey söylersin?” diyecek hali de yoktu.
HDP’lilerle İmralı’da yaptığı görüşmelerde, Öcalan’ın başkanlık sistemini tartışabileceklerini söylediğini bugünlerde öğrendik…
Başkanlık muğlak bir konu, bu anlamda... Başkanlık sistemine geçildiğinde, Erdoğan’ın nasıl başkanlık yapacağını biliyoruz: “Adliye de bana bağlı olsun, Yasama’ya da emredeyim, Yürütme zaten benim elimde!” Bu manada “kuvvetlerin uyumu”, diktatörlük kurmak demektir. 100-150 yıllık merkeziyetçiliğin olduğu bir ülkede “ABD’de de başkanlık sistemi var” demek bir demagojidir. Bir de kuvvetin ve sayısal üstünlüğün, kendisine her türlü şeyi yapma imkânı verdiğini söyleyen bir insandan bahsediyoruz.
Başkanlık sistemi tartışmalarında muhalif anlamda CHP’yi mi yoksa HDP’yi mi etkin görüyorsunuz?
CHP, en kuvvetli olduğu Trakya’da, Batı Ege’de bile yüzde 35-40’a karşı yüzde 45’lik bir zafer kazanabiliyor. HDP ise kendi bölgesinde yüzde 75’lere kadar oyunu çıkarabilen bir parti. Dolayısıyla HDP, “Biz başkanlık sistemini burada, diğer bölgelerdeki gibi işlettirmeyiz” diyebilir, o toplumsal destekle. CHP’nin böyle bir gücü yok. Sayısal olarak fazlaysa da bölgesel hâkimiyeti yok.
CHP’nin kendi içinde durum ne?
CHP’nin kendi içinde barındırdığı iki eğilim var. Birinci şık, ulusalcı solculuk. O rafine milliyetçiliğe kaydığı anda bir “Beyaz Türk Partisi” olur. En fazla da yüzde 10 oy alır. İkinci şık da sosyal demokratlık… Bunun sosyolojik bir temeli yok. Çünkü CHP’nin emekçi bir tabanı yok. 80’lerin ortalarından beri sosyal demokrat kimliğini CHP’ye giydirmeye çalışsalar da oturmuyor. Onlar, CHP’de hep sığıntı kadrolar oldu. CHP bu iki şıkkın birleşimi olarak gidiyor. Ama CHP, Türkiye’nin sorunlarını göz önünde tutarak radikal bir karar alabilirdi.
Nasıl bir radikal karar?
“Sosyal demokrat partiyiz” diyorsunuz, Kürt meselesinde ağzınızı açmıyorsunuz. Dünyanın her yerinde sol partiler, o ülkedeki azınlıkların, hakları elinden alınmışların yanındadır. CHP, kendi partisindeki ulusalcıları kaybetmemek için bir türlü sosyal demokrat parti olamıyor. 1990’larda HADEP milletvekillerini kendi bünyelerine alarak iyi bir şey yaptılar, fakat ikinci seçimde oy kayıplarını buna yordular. Hâlbuki üç, dört sene bedel öderdiniz; ama sonunda oylarınızı arttırırdınız. Ecevit, ‘ortanın solu’ hareketini başlattığı zaman yüzde 25’lere kadar düşen CHP’nin oyunu, yüzde 42’ye taşıdı. Şu andaki CHP’nin bunu yapacak ne gücü, ne de isteği var.
Bu, gelecekten umutlu olmak isteyen muhalif seçmenin adresinin HDP olduğunu mu gösteriyor?
Haziran Seçimleri öncesinde yapılan anketlerde, “Bir dahaki seçimde HDP’ye oy verebilirim” diyenlerin oy oranı yüzde 30’ları geçmişti. HDP bu yolda devam edebilseydi, bir sonraki seçimde yüzde 20’leri görebilirdi. Birkaç sene içinde de Podemos (İspanya) ve Syriza (Yunanistan) gibi sol bir hareket çıkabilirdi, HPD’den. Bunun için de 7 Haziran Seçimleri’nden önceki performansını sürdürmesi lazımdı. Israrlı barış arzusunu geçtiğimiz temmuz ayına kadar da sürdürdü aslında.
Neden devamını getiremedi?
7 Haziran’dan sonra sadece AKP ve Erdoğan’ın değil, MHP’nin de bütün okları HDP’ye çevrildi. Büyük bir kin ve ırkçılıkla üzerine gittiler. HDP bunu tek başına kaldırabilirdi; ama o sırada devreye PKK girdi! Eğer PKK’nın “Ateşkes bozulmuştur. Silahlı mücadeleyi başlatıyorum” kararı olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu savaş politikasını zor işletirdi! Haziran’dan önce Diyadin’de provokasyon denendi. Diyarbakır’ın göbeğinde bomba atıldı. HDP binalarına saldırıldı… HDP bütün bunlara rağmen aklıselimle davrandı. Aynı şekilde sakin kalan PKK’nın, üstelik de HDP o kadar oy almışken savaşı başlatması, denklemi bozdu.
PKK, işler iyi giderken neden böyle bir karar aldı?
PKK’nın iki büyük damarı var. Birisi, Kürt milliyetçiliği... Öbürü de sosyalist düşünce... Başta Öcalan olmak üzere yönetici kadroda her ikisi de vardır. Birikim dergisini yeni çıkarmaya başladığımız 1990’ların başında, “Kürt sorunu aslen bir Ortadoğu sorunudur. Türkiye de bu sorunu böyle algılamalıdır” diye defalarca yazdım. Nitekim yıllar sonra haklı da çıktım. Ne zaman ki Suriye parçalandı, Irak’taki otonom yönetim yükseldi, PKK da Ortadoğu ölçeğinde bir algılamaya yöneldi.
PKK ilk kurulduğunda da adı ‘Dört Parçacılar’ idi: “Kürtler dört parçada vardır: Türkiye, İran, Irak, Suriye.” Bu, ulusalcı bir söylemdi. “Kürtler burada sömürgedir. Biz emperyal bir Türkiye’ye karşı özgürlük savaşı veriyoruz” tezini de bunun üzerine kurdular. Irak ve Suriye karışınca PKK da bir karar vermek zorunda kaldı. Tutarsızlıkla yüklü olsa da Öcalan’ın ‘demokratik konfederalizm’ tezi, milli devletin çözüm olmayacağına dair önemliydi. Ama bunu bölgenin diğer halklarına ve devletlerine kabul ettirmek kolay değil. Hele de birinci muhatap, ulus-devlet olan Türkiye ise… Haziran sonrası PKK’nın tavrını biraz buna yoruyorum…
Ne değişti?
Kobane’de, Rojava’da, Kürt hareketinin IŞİD belasına karşı kazandığı büyük prestij; Kürtler arasındaki birliğin sağlanabileceğine dair bir havanın oluşması; Kürtlerin Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki en güçlü hareket haline gelmesi, PKK’yı bir Kürt ulus-devletini zorlama noktasına getirmiş olabilir. Dolayısıyla PKK’nın bu hesabıyla AKP’nin “HDP’yi nasıl ketenpereye getiririz?” hesabı çakıştı! Benim ‘zımni anlaşma’ dediğim de budur.
HDP aradan sıyrılabilir miydi?
HDP, PKK’nın bölgedeki otoritesini kıracak kadar güçlü değil. Ayrıca bu savaşı göze alamaz. Mücadeleye kalksa bile karşısında silahlı bir güç var.
Sur ve Cizre gibi yerlerde sivil halka yapılanlar da, çözüm noktasındaki toplumsal ümidi, HDP’den PKK’ya mı kaydırdı?
Tahminim, olayların başladığı günlerde insanların “Bu olaylar da nereden çıktı?” diye baktığı yönünde. Polise, askere karşı yapılan bir saldırıya devletin karşılık verilmesi kaçınılmaz. Fakat devlet, tahmin edilenin kat be kat üstünde gaddarlık ve şiddetle gitti olayların üstüne. Bir süre sonra da insanlar, “Tamam, PKK hata yapıyor; ama bu devletin yaptığı nedir?” diye düşünmeye başladı ve ağırlık merkezi değişti. Ordu, tank ve top düşmana karşı kullanılır. Her gün bunları kullanıp üzerlerinden savaş uçağı uçurduğunuz bir halka, kendisini ‘düşman’ gibi hissettirirsiniz. Kürtler de şu anda böyle hissediyor. Kendini ‘düşman’ olarak hissetme duygusu, 1990’larda bile olmadı.
Devlet, Kürt toplumunu mu düşman olarak kodladı?
Evet, Kürtleri ‘düşman’ diye nitelediler. Bundan 8-10 yıl önce Kürtler, devlete, “Bizimle bir anlaşma yapın” demeye başladı. Ama yeni kuşak bunu söylemiyor. Şu anda Anadolu’nun birçok yerinde Kürtler gettolar halinde yaşıyor. Türk arkadaş edinemiyorlar. Bakın, bu kopmadır. Varoş mahallelerinde yaşayıp da üniversiteye dahi gidemeyen Kürt gençlerinin kızgınlığı çok daha artmış durumda. Sur’da çarpışıp ölenlerin yüzde 80’i de bu çocuklar. Ölmemek için de yeni yöntemler buluyorlar.
Mesela?
Irak Kürdistan’ı ile Türkiye arasındaki bağlantı, iki yoldan gider. Birincisi, Zaho üzerinden, düz bir yoldan. İkincisi de Hakkâri üzerinden, bıçak sırtı gibi yükselen dağlardan. Diyelim ki Nusaybin’deki Kürtlere yardım lazım. 150 bin nüfuslu Nusaybin’in karşısında 1 milyon nüfuslu Kamışlı var. Ses mesafesi… Bunları ayıran bir tane tel örgü var. Gazze’de nasıl ki tüneller açıldıysa, Suruç’ta, Nusaybin’de, Kamışlı’da da inşaat halinde olan en az elli tane tünel var! Önümüzdeki aylarda bunu göreceğiz. Senin devlet olarak bunu engellemen mümkün değil! 100 kilometrelik apaçık bir sınır… O tünellerden başta insanlar olmak üzere malzemeler geçecek.
Sınırların bir anlamı kalmayacak mı?
Hayır, kalmayacak. PKK eğer “Ben çatışmayı sürdüreceğim” derse, Filistinlerin İsrail’e karşı sürdürdüğünden çok daha etkili sürdürebilir. Sadece Silopi’de, devletin gaddarlığı yüzünden 500 çocuğun dağa çıktığı söyleniyor. Ha, bundan sonra dağda gerilla görmeyeceksiniz! O iş bitti!
Nasıl bir tarz benimseyecekler?
Şehir gerillaları olacak. O kadar fazla eğitim almalarına da gerek yok. İyi atış yapmak, nokta hedefi vurmak, iyi kaçmak, iyi bomba hazırlamak… Kriterleri bu. Dağdaki gerilla, bunları bilmesi gerektiği gibi, hayatta kalabilmek için birçok yöntemi de bilmek zorundaydı. Dağa yiyecek, malzeme götürebilmek için büyük bir lojistik seferberlik içinde olmanız gerekir. Şehir savaşı, bütün masrafları yüzde 70 oranında düşürür. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve ordusu, böyle bir savaşa hazır değil!
Bu söylediklerinizden şunu mu anlamalıyım: “Kürtler, son yaşadıklarından sonra HDP’lilerin hapse atılması ya da HDP’nin kapatılması gibi ihtimallerden çoktan geçti?”
Geçti artık! Asıl mesele, Ankara’dakilerin bunu anlamasıdır. Aklı başında hiç kimse, sivil siyaset alanını kapatamaz. 16 senede 40 bin insan ölmüş. Son 6 ay içinde ölen insan sayısı 1500’ü geçti. Önümüz yaz. Asıl çatışmaların olacağı zamanlar başlıyor. Gelecek sene bu sayı 5 bini de geçebilir. 20 sene daha böyle devam edeceğini varsayın, 100 bin kişi gibi inanılmaz bir sayı çıkar ortaya. Eskiden dağda 30 PKK’lıyı bulup kuşatıp öldürüyordun. Şimdi 30 PKK’lıyı bir arada bulman da mümkün olmayacak. Peki, ne yapacaksın? Kaç çocuk, kaç kadın, kaç yaşlı öldü? Genelkurmay’ın ölü listesine bakın, bu insanlarla karşılaşırsınız. Böyle devam edecekler. İşin ağırlığı o kadar artacak ki kaldıramayacağız. Hiç kimse bu ülkenin halklarının geleceğine bunu yapamaz! Bu, ağır bir insanlık suçudur! Hakiki bir devlet, vatandaşına galip gelemez! Bir devlet, o dille konuştuğu andan itibaren, karşısındaki onun vatandaşı değildir! Öyle bir devlet saygı da görmez.
Kürtlerin bu zihinsel kopuşu nereye varacak?
Nereye varırsa! Bu insanların birinci isteği, bu ülkede eşit vatandaş olarak yaşamak. Çok yakın zamana kadar kimle konuşsam, “Bodrum’a pasaportsuz gitmek varken neden devlet kuralım?” diyordu şaka yollu. Ama şimdi, “Bodrum’u da görmeyiveririm, bu sıkıntıyı da çekmem” diyorlar. İkinci istek, ayrılmak.
Şu anda hangi aşamadalar?
Kürtlerin zihninde, ikincisinin şu anda çok daha büyük yer tuttuğunu düşünüyorum. Bölgeye giden herkes de bunu görüyor.
Erdoğan’ı bu çizgiye getiren ne oldu?
2011 senesine kadar gidin, Türkiye’nin sorunları belli ve çözülebilirdi. PKK’yla Oslo’da pazarlık yapıldığına dair haberler çıktığında bile kamuoyundan tepki gelmedi. Bu sorun çözülsün istendi. 2011 Seçimleri öncesinde Erdoğan, “Şimdi ustalık dönemimiz başlıyor” dedi.
Ne anlama geliyordu bu söz?
“Bugüne kadar istediğimizi yapamıyorduk, şimdi kendi istediklerimizi yapacağız.” Ortada fol yok, yumurta yokken AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, “Geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar” dedi. Belli ki bir şey kuruyorlardı. Bu, aynı zamanda gücün de paylaşılma zamanıdır. Cemaat’le iktidar kavgası da burada başladı. Cemaat, “Ben 2002’den beri bütün cephelerde seninle çarpıştım. Sana kadrolar verdim. Şimdi devleti yeniden dizayn ediyoruz. İktidarı bölüşme zamanı geldi” dedi!
Bu teze göre AKP, Cemaat ile rantı neden paylaşmak istemedi?
Çünkü Cemaat, 20-30 senedir bir kadro hazırlıyor. Bu adamlar, Milli Görüş’ten beri Gülen Cemaati’yle mücadele halindeler. Erdoğan gibi Milli Görüş’ten gelmiş birisinin, “Paralel Yapı” dediği şeyi, yeni öğrenmiş gibi davranması doğru değil. Birdenbire, “Bunlar paralel devlet kuracak” dediler. Yalan! Adamlar zaten 20 yıl öncesinden “Altın Nesil yetiştireceğiz” diye yazıp çiziyordu.
Ben 1995 yılında, 28 Şubat öncesi, Gülen Cemaati hakkında ‘siyasal olmayan İslam’ övgüleri düzüldüğü sırada bir yazı yazdım. “Saçmalamayın. Onların da bir siyaseti var; ama başka türlü!” demiştim. Milli Görüş avami siyasetle kitle kazanmaya çalışırken, Gülen Cemaati’nin kitleyle hiçbir alakası yoktu. Etkili yerlerde görev alabilecek bir kadro yetiştiriyordu. Onun için dershanelerinde, öğrencilere, “Sen sosyal bilimler oku. Sen fen öğretmeni ol” gibi yönlendirmeler yapıyordu.
Sizin o yazınıza Refah Partililerin tepkisi ne oldu?
Refah Partili olup da Cemaat’e karşı olanlar, bana tebrik telefonları etmeleri bir tarafa, 2 bin tane Birikim dergisi alıp dağıttılar! O yazıları fotokopi yapıp dağıttılar, teşkilatlarında. Cemaat’e bağlı insanların devlette olması suç mu, değil. Onlardan hoşlanmıyorsanız, yapacağınız iki şey vardır. Birincisi, rekabet edersiniz. İkincisi de kamuda görev yapan insanların kriterlerini çok sağlam bir biçimde oluşturursunuz. İtalya’da Komünist Parti’nin sendikasına üye bir hâkime hiç kimse, “Bu hâkim, yanlı kararlar veriyor” demez. Çünkü hukuk normları bellidir. O normları çiğneyemez. Eğer görevini kötüye kullanıyorsa onu Komünist Parti dahi savunamaz. “Şu kadroda Cemaatten adam var!” Olabilir! Ben yaptığı işe bakarım. Eğer bürokrasideki ‘abileriyle’ iş tutuyorsa yakalarsın, kulağından tuttuğun gibi atarsın. Bu zaten senin görevindir. Ama hiçbir kanıt ortada yokken de “Bu adam Cemaatçi” diye onu atamazsın.
Kavga nerede alevlendi?
Cemaat’in özellikle Emniyet’e ağırlık verdiğini cümle âlem biliyordu. Çünkü AKP’nin o görevlere yerleştirebileceği adamları yoktu. Hâlâ da yok. Kavga da muhtemelen, Ergenekon operasyonlarından sonra Cemaat’in, “Bu adamlar karşısında payımızı biraz daha yükseltebiliriz” demesiyle başladı. Anlatılanlara göre Cemaat, MİT’e girmek istiyordu. Hakan Fidan da Cemaat’i MİT’e sokmuyordu. Bunun üzerine Fidan’ı oradan itelemeye çalıştılar. Fidan’ın ifadeye çağrılmasıyla birlikte kavga patladı. Belli ki iki taraf da “Hesap görme vakti geldi” dedi.
Ya üçüncü şahıslar?
Erdoğan, “Cemaat’in mali imkânları geniş. Uluslararası ağları var. Bunları ABD destekliyor” dedi. Çünkü AKP’lileri, ABD’deki lobilerle, Kongre mahfilleriyle tanıştıran hep Cemaat’in adamlarıydı. AKP’lilerin öyle teşkilatları falan yoktu. Erdoğan, “Cemaat benimle mücadeleye karar verdiyse bunu ABD’nin onayı ve desteğiyle yapacaktır” diye düşündü muhtemelen. Bunun içine sonra Avrupa’yı da kattı.
O yüzden mi kendilerini milli, Cemaat’i ise gayrimilli diye kodladılar?
Gezi Olayları’ndan önce, Erdoğan’ın ilginç bir ABD ziyareti var. Tam bir sene öncesinde Suriye meselesi alevlenmiş, ABD’nin müdahalesinden söz ediliyor, fakat ABD’liler müdahale etmiyor. Suudiler, Katarlılar ve Türkiye, ABD’nin “Suriye kimyasal silah kullanırsa biz de müdahale ederiz” cümlesini not etmiş. Nitekim 2013 Ağustos’unda Suriye’de kimyasal silah kullanıldı ve Türkiye, hemen Esad yönetiminin bunu kullandığını söyledi. Ruslar devreye girdi ve Esad’ın kimyasal silah kullanmadığını söyleyip olayın üzerini örttü. Neyse, Suriye’ye de Türkiye’den kimyasal silah malzemelerinin gittiğine dair ciddi yakalanmalar oldu, MİT silahlarından önce. Erdoğan, “Bu haberi bunlara kim verebilir?” diye düşündü muhtemelen. Mayıs ayındaki görüşmenin ayrıntılarını çok sonra öğreniyoruz ki Obama, Türk heyetini, “Kimlere yardım ettiğinizi biliyoruz” diye fırçalıyor.
Yani?
Guardian da, Türkiye’nin, kimyasal silah olayının kendisi için kurulmuş bir tuzak olduğunu düşündüğünü yazdı. Erdoğan gibi bir adamın, Obama’nın 2013 Mayıs’ındaki “Her şeyi biliyoruz” sözlerini not etmemesi imkânsız. Cemaat’in iktidar mücadelesini de bunun üzerine oturttuğu vakit, “Cemaat ve ABD, beni devirmek için anlaştı” gibi bir sonuç çıkarması da doğal. “Bana karşı bir şey yapacaklar” diye düşünürken, Gezi Olayları patladı. Muhtemelen, Erdoğan’ın böyle bir korkusu olduğunu bildiği için de Cemaat, Gezi’de Erdoğan’a destek veren bir tavır aldı.
Gezi Olayları sırasında Cemaat medyasındaki bazı yazarlardan rahatsız olan Erdoğan’ın, “Bir savcı, üç polisle Cemaati terör örgütü yaparım” dediği söylentileri de ortaya çıkmıştı...
Onu bilmiyordum. Dershanelerin kapatılması kararı sürecinde Erdoğan, Cemaat’e alternatif olarak oğluna TÜRGEV’i kurdurdu. Savaş kızışınca Cemaat, 17-25 Aralık atağını yaptı. Erdoğan da buna ‘darbe’ dedi ve “Cemaat beni devirmeye kalktı” tezini işlemeye başladı. Erdoğan, “Cemaat ve ABD günün birinde bana karşı daha büyük bir şey yapacaklardır” diye içinden geçiriyor. Cemaat’e, “Pensilvanya” demesinin sebebi de bu! O nedenle AKP seçimlerden ne kadar büyük oyla çıkarsa çıksın tatmin olmuyor! Etraflarında “Başka bir yol deneyelim” diyen insan da kalmadı. “Hain” lafını bu kadar sık kullanmasının sebebi de o. Bu sebeple AKP’nin iktidardan düştüğü an biteceğine inanıyorum!
© Tüm hakları saklıdır.