Kültür-Sanat

Orhan Pamuk, Salman Rüşdi saldırısının ardından yazdı: Ölüm tehditleri ve korumalar arasındaki boşlukta öğrendiklerim

14 Eylül 2022 12:26

Nobel Ödülü yazar Orhan Pamuk, "Eğer ifade özgürlüğünün toplumda bir ilke olarak geliştiğini görmeyi gerçekten arzuluyorsak, bu hususta Salman Rüşdi gibi yazarların cesareti yeterli olmayacaktır; bu insanların maruz kaldığı yoğun nefretin kaynakları üzerine kafa yoracak kadar cesur olmalıyız. Yapmamız gereken, toplumdaki sınıfsal ve kültürel farklılıkların bu nefretteki rolünü açığa çıkarmak için ifade özgürlüğü ayrıcalığımızı kullanmaktır." değelendirmesini yaptı

Serbestiyet,  Pamuk'un yazar Salman Rüşdi'ye saldırı düzenlenmesinin ardından Atlantic için kaleme aldığı yazıyı çevirdi.

Pamuk'un yazısı şöyle:

"Salman Rüşdi’ye saldırı hakkında kısa bir yazı yazmak istediğimi söylediğim birkaç arkadaşım, yaklaşık 15 yıldır Türk hükümeti tarafından şahsıma tahsis edilmiş korumalara sahip olmama rağmen, dikkatli olmam konusunda beni uyardılar. Endişelenmekte haklılar.

Saldırının İran’da ve diğer İslam ülkelerinde destek görmesi gerçekten çok üzücü. Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri romanında İslam’a hakaret ettiğini düşünen birçok kişi, Associated Press’e verdikleri beyanlarda, yazarın yaralanmasından memnuniyet duyduklarını ifade etti. Bazısı da bu durumun İran’ın diğer ülkelerle olan ilişkilerinde yaratacağı etki nedeniyle endişeli olduğunu söyledi. Sosyal medyada dile getirilen yorumlar üzerinden büyük sonuçlara varmak istemem ancak ülkem Türkiye’deki çeşitli platformlara şöyle bir göz attığımda, birçok kişinin ifade özgürlüğünün hakaret özgürlüğü ile karıştırılmaması gerektiğini düşündüğünü gördüm. Gözlemleyebildiğim kadarıyla bu insanlar, yazarın bunu hak ettiğini düşünüyordu ve onun öldüğünü görmekten de memnun olacaklardı.

Basılı gazetelerde saldırıyı kınayanlar (bu gazetelerin çoğu ya doğrudan ya da dolaylı olarak devlet tarafından kontrol ediliyor), bunu ağırlıklı olarak ifade özgürlüğüne verdikleri değerden ötürü yapmadılar. Aksine iddia ettikleri şey, yaşananın gerek İslam ülkelerini gerek de İslam’ı zan altında bırakmak için Batı tarafından tezgâhlanan bir eylem olduğuydu. Dahası, ifade özgürlüğüne değer verdiğinden emin olduğum Türk yazar ve aydınların çok az bir kısmı meseleye dikkat çekmekte ve kınamakta istekli oldu.

Mısır ile Türkiye gibi İslam ülkelerinde çeşitli nedenlerden ötürü tehdit altında yaşayan, daha çok “İslamcılar” veya “İslami radikalizm yanlıları”ndan olmak üzere ölüm tehditleri alan yazar ve gazetecilerle uzun uzun sohbet etme fırsatım oldu. Benim Türkiye’de aldığım tehditler öncelikli olarak radikal İslamcılardan değil, Ermeni soykırımı hakkındaki yorumlarıma karşı çıkan ve Türk tarihine hakaret ettiğimi düşünen milliyetçilerden gelmekte. Gerçi bu iki grup aslında birbirinden o kadar uzak değiller ve Türkiye de hâlihazırda zaten İslami-milliyetçi bir koalisyon tarafından yönetiliyor.

Gözetim altında geçen bir hayat, her zaman insanı boğan bir çile gibidir. Bu, kişinin unutulmuş olmanın vereceği hazzı asla tam olarak yaşayamayacağı anlamına gelir. Korumalarımın sayısı, nerede olduğum ve siyasi atmosferin ne olduğuna bağlı olarak zamandan zamana değişmekte. Korumalarım her ne kadar kibar insanlar olsalar da ya da büyük ölçüde gözümden ırak durmaya çalışsalar da, bu deneyim gerçekten hiç hoş değil. Eğer bir korumadan işini düzgün yapmasını bekliyorsak, onun görünmez olmasını beklemek anlamsız olur; tam tersine bir koruma, olası bir saldırıyı bertaraf etmek için varlığını hissettirmelidir. Bu koşullar altında herhangi bir yazar, en doğal ilham kaynağı olan “normal” günlük yaşamdan hızlı bir biçimde kopabilir. 2000’li yılların ortalarında hükümete hakaret etmekle suçlanıp ölüm tehditleriyle karşı karşıya kalmadan önce, günlük hayatımın doğal akışını bozmamak uğruna korunmayı reddettiğim zamanlar olmuştu. Öte yandan bir de evimin ve işyerimin devletin görevlendirdiği sivil polisler tarafından korunduğunu hissettiğim zamanlar oldu. Kimse bu konuda benim rızam olup olmadığını sormamıştı. Gerçi zaten herhangi bir itirazda da bulunmamıştım. Çok geçmeden o kadar çok korumam oldu ki, bir kafede oturup yazmak ya da İstanbul’da amaçsız bir gezinti yapmak benim için gerçekten çok zorlaştı.

Öte yandan korunduğunu bilmek elbette güven verici bir şeydir. Gerek fiziksel gerek de sözlü saldırılara karşı korunmanın getirdiği bir rahatlık vardır. Kafamda Bir Tuhaflık romanım üzerine çalışırken, ünlü bir yazar olmasaydım bile tehlikede olabileceğim uzak ve ürkütücü muhitlerde geceleri fotoğraflar çekebilmeyi korumalarıma borçlu olduğumun tamamen farkındayım.

Korunma amacıyla gözetim altında yaşamanın zorlukları o kadar fazla bürokratik kural ve gereksinimle birleşir ki, bu da koruma eylemini sadece korumalar için değil, korudukları yazar için de bir tür görev ve rahatsızlık haline getirir. Katılmam gereken bir toplantım olduğunu veya bir akrabamı ziyaret etmek istediğimi varsayalım. Eğer oraya gitmek için kullanmayı planladığım yol ve aracın yeterince güvenli olduğunu düşünüyorsam ve bunun neticesinde yalnız gitmeyi tercih ediyorsam, korumaların bana eşlik etmesini gerekli görmediğime dair resmî bir belge imzalamam gerekir. İstanbul’dan ayrılıp Türkiye’deki herhangi bir başka şehre gitmek istediğimde ise koruma ayarlamak farklı belgeler gerektirmekte.

Bütün bu bürokratik engeller ve sürekli yanında gezen korumaların varlığı bir yerden sonra o kadar can sıkıcı bir hal alıyor ki, gözetim altında yaşayan bireyin bir özel hayatı olduğundan bahsetmek imkânsızlaşıyor ve kişi her an gözetlendiğinin farkına varıyor. Zaman zaman, belli başlı yazarları hedef tahtasına oturtan asıl dürtünün, onların korunuyor olmalarından kaynaklanıp kaynaklanmadığını merak ederdim. Bir hedef olarak tanımlandığınızda, konuyla ilgisi olmayan insanlar bile sizi öyle görmeye başlayacak ve sizi garip bir yaratıkmışsınız gibi değerlendirecektir.

Korunmak, bir yazara belirli milliyetçi, politik ve dini grupların gözünde bir nefret nesnesi haline geldiğini sürekli olarak hatırlatır. Kendi deneyimlerimden biliyorum ki en tehlikeli ilk birkaç yıldan sonra koruma altındaki bir yazar “en kötüsünün geride kaldığına” inanmayı isteme eğilimindedir: Belki de artık korunmaya ihtiyacımız yoktur ve eski, güzel, “normal” günlerimize geri dönebiliriz. Ne yazık ki bu karar, çoğu zaman gerçekçi değildir. İşte bu yüzden tehdit altındaki bir yazarı konuşmaya davet eden üniversiteler ve vakıflar, yazarın içinde bulunduğu durum hakkında ne düşündüğünü veya ne söylediğini dikkate almadan yazarın güvenliğini otomatik olarak sağlamalıdırlar.

Koruma altında yaşamımı sürdürmek, beni sık sık bu tehdit sahipleri hakkında düşünmeye sevk etti. Dile getirdikleri ölüm tehditlerinde gerçekten ciddi miydiler? Beni hedef alırken sarf ettikleri sözlerin hâlâ arkasındalar mı yoksa beni şimdiye kadar unutmuşlar mıdır? Bu insanları unutmak veya tehditlerine kayıtsız kalmak, onlarla baş etmenin en iyi yolu olabilir mi? İşte bunlar, kendime ve sevdiklerime sık sık sorduğum sorular…

Bir yazar ne zaman fiziksel saldırıya uğrasa, herkes yazarın bu saldırıya sözlerle ya da daha çok kitap yazarak karşılık vermesi gerektiğinden bahsediyor. Gerçekten bu tavır mantıklı mı? Tetiği çekenlerin veya bıçağı tutanların kitaplarla arası pek iyi değildir. Bu insanlar daha fazla kitap okusalardı yahut kendileri kitap yazabilecek durumda olsalardı, bu tür bir şiddete yönelirler miydi?

Yapmamız gereken, toplumdaki sınıfsal ve kültürel farklılıkların bu nefretteki rolünü açığa çıkarmak için ifade özgürlüğü ayrıcalığımızı kullanmaktır. İkinci veya üçüncü sınıf vatandaş olma duygusu; görünmez, temsilden yoksun ve önemsiz hissetmek, insanları radikalizme yöneltebilir. (Örneğin Rüşdi’ye saldıran 24 yaşındaki şahıs, bir mağazada tezgâhtar olarak çalışıyordu.) Öte yandan elbette bir insanı anlamaya çalışmak, onu affetmek yahut telafisi olmayacak suçlarını mazur görmek anlamına gelmemekte.

Bu tür tehdit ve saldırıların altında yatan sınıf temelli kültürel farklılıkları ve milliyetçi kırgınlıkları hatırlamak, yalnızca ifade özgürlüğüne olan bağlılığımızı güçlendirmeye hizmet edebilir. Sınıfsal ve sosyal statü farklılıkları, birçok nedenle kimsenin duymak istemediği veya hakkında konuşmaya cesaret edemediği tabular haline geldi. Medya, şiddete yönelen insanların yoksul, eğitimsiz ve çaresiz oldukları gerçeği üzerinde kafa yormuyor, tam tersine sanki bu insanlar edebiyatın kendisine ve temsil ettiği değerlere saldırıyorlarmış gibi yansıtıyor. Eğer ifade özgürlüğünün toplumda bir ilke olarak geliştiğini görmeyi gerçekten arzuluyorsak, bu hususta Salman Rüşdi gibi yazarların cesareti yeterli olmayacaktır; bu insanların maruz kaldığı yoğun nefretin kaynakları üzerine kafa yoracak kadar cesur olmalıyız."