Osman Ulagay*
Geçen haftaki yazımda, bütün yetkileri kendilerinde toplayan ve devletin kurumlarını güvendikleri yandaşlarıyla dolduran popülist-otoriter liderlerin pek çok konuda olduğu gibi ekonomi yönetimi konusunda da hayli başarısız olduğunu ABD, Rusya, Hindistan ve Rusya’dan örnekler vererek anlatmış, Türkiye’deki durumu ise başka bir yazıda ele alacağımı belirtmiştim.
Türkiye ekonomisini 1980’lerden beri yakından izleyen bir gazeteci olarak önce şunu söyleyeyim: Türkiye 1970’lerin sonundan itibaren yaşadığı ekonomik krizlere hep aynı nedenle, pek çok kimsenin “aman yanlış yoldasınız, bunun sonu krize varır” uyarılarına aldırmayan yönetim anlayışı yüzünden girmiştir. Ben de gazeteci olarak bu sancılı süreçleri izlerken, aklım sıra uyarı niteliğinde pek çok köşe yazısı yazdım. 1993’de rating kuruluşlarından geçer not almayı başaran Türkiye’nin bir yıl sonra 1994’de adım adım nasıl krize sürüklendiğini izlerken yazdığım köşe yazılarını Kasım 1994’de yayınlanan Krize Adım Adım adlı kitapta toplamıştım.
Yeni krize hazır mıyız?
Şimdi ne yazık ki bir kez daha böyle bir sürece girmiş bulunmaktayız. Bu kez popülist-otoriter bir tek adam yönetimi altında piyasalarla inatlaşmanın ve gerçeklerle yüzleşmeyi reddetmenin bedelini ödüyoruz.
Yaz döneminde yazılarıma ara vermeden önce 26 Haziran’da Dünya’da yayınlanan son yazım “Toparlanıyoruz derken küme düşmeyelim” başlığını taşıyordu. O günlerde iktidar mensuplarının pompaladığı ve yalaka medyanın baş tacı ettiği “ekonomi canlanıyor, kriz aşılıyor” havasının Türkiye ekonomisiyle ilgili olarak dış dünyada oluşan ve bizim dış kaynak bulmamızı zorlaştıran olumsuz algıyı hiç de olumlu etkilemediğini vurgulamak için yazmıştım o yazıyı.
Dünya Gazetesi’nin değerli yazarlarının güncel verilerle desteklenmiş yazılarından da izlediğiniz gibi, 2017 yılında büyümeyi hızlandırmak için gerekli olan kaynakları sağlamadan çok hızlı büyüme hevesine kapılan ülke yönetiminin, 2018’de yaşanan döviz krizinden de gerekli dersi çıkartmayarak oynamaya devam ettiği oyunun kaçınılmaz sonuçlarını yaşamaktayız şu anda. Türkiye’de büyümeyi sınırlayan temel sorunun dış finansman yetersizliği olduğu ortadayken bu eksikliği giderecek hiçbir şey yapılmadığını, tam tersine, izlenen faiz ve kredi politikalarının, Türkiye’ye gelmiş bulunan yabancı sermayeyi bile kaçırdığını dış dünya net olarak görüyor. Üst sınırı TCMB tarafından belirlenen mevduata verilen faizin enflasyonun altında kaldığı ve Türk lirasının sürekli değer kaybettiği ortamda, Türkiye’deki tasarrufların önemli bölümü de dövize yöneliyor ve kusursuz bir kısır döngü oluşuyor. Bu ortamda kamu bankalarını ucuz kredi vermeye zorlayarak ekonomiyi canlandırmaya çalışmak da aslında bu kısır döngüyü tamamlıyor. Bu arada pandemi ortamında çeşitli kesimlere sağlanan destekler ve vergi kolaylıkları da kamu açıklarının büyümesine yol açıyor.
Bu tabloya bakarak Türkiye’nin bir döviz krizine gidebileceği uyarısını yapan ve kredi notumuzu bir kademe daha düşüren derecelendirme kuruluşu Moody’s gerekçelerini de net olarak açıkladı. Arkadaşımız Hilal Sarı’nın dünkü gazetemizde yer alan haberi Moody’s’in duyduğu kaygıları açıklıkla ortaya koyuyor.
İş dünyası da gerçeği görüyor
Parmağı taşın altında olan iş dünyası da iktidarın ve yandaş medyanın sürekli pompalamaya çalıştığı “her şey yolunda, yabancılar başarımızı çekemiyor” masalını dinlemekten artık iyice bıktı ve gerçekleri dile getirmeye başladı imkan bulduğu ölçüde. Örneğin TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, 4 Eylül tarihli Dünya’da yer alan açıklamalarında bugünden yarına bakarken önemli bazı saptamalar yaptı ve özetle şunları söyledi:
- Artık parasal ve mali genişlemeyle büyümeye devam edemeyiz.
- Hep günü kurtarmaya odaklandık, uzun vadeli istikrarı tehlikeye attık.
- Ekonomiyi yönetenler salt algı yönetimiyle başarılı olamaz.
- Bizim de artık algı yönetimini bırakıp gerçeklerle yüzleşmemiz gerekiyor
- Negatif reel faiz politikasına son verilmesi ve piyasalarla barışılması şart
- Pandemi krizi teknolojinin önemini bir kez daha ortaya koydu
- Geleceği yakalamak için yüksek teknolojiyi konuşmaya başlamalıyız.
Bu saptamalara eklenecek çok şey var ama önce bu konuların örtbas edilmeden tartışılacağı bir ortamın oluşması gerekiyor Türkiye’de.
*Bu yazı ilk defa Dünya gazetesinde yayımlanmıştır.