22 Nisan 2022 19:28
T24 Kültür Sanat
Romanları ve hikâyeleriyle Türkiye'de edebiyatın önde gelen isimlerinden olan, çok sayıda ulusal ve uluslararası ödül eşliğinde 23 dile çevrilen kitap çalışmalarının yanı sıra 12 yıldır T24'te güncel sorunlar üzerine yazılar yazan Oya Baydar’ın yeni romanı ‘Yazarlarevi Cinayeti’, Can Yayınları’ndan çıktı.
Oya Baydar’ın, Marmara Adası’nda Aralık 2021’de bitirdiği son romanı ‘Yazarlarevi Cinayeti’, bir önceki romanı ‘Köpekli Çocuklar Gecesi’nden üç yıl sonra yayımlandı. Baydar, geçen yıl da, pandemi günlüğü olarak ‘kapanma/kapatılma’ hallerine kendi kuşağının yaşadıkları üzerinden baktığı ‘80 Yaş Günlükleri’ yayımlandı.
Can Yayınları’nın “Yazarlarevi Cinayeti” için, kitaptan bir alıntı eşliğinde hazırladığı tanıtım bülteni şöyle:
"Babam bizi bırakıp gittikten sonra Ada’yı da evi de orada geçirdiğim mutlu çocukluk anılarını da silmiştim aklımdan. Öyle sanıyordum. Demek ki silememişim, sadece bastırmışım, bilinçdışının en karanlık dehlizlerine itmişim ki şimdi Ada’nın bahar kokularıyla birlikte o duygular da birer birer çıkıyor saklandıkları geçmiş zaman mezarlarından.” “Edebiyatına eşik atlatmak için yeni bir ‘ses’ bulma peşinde tehlikeli sulara açılan ünlü bir yazar. Hayatında yeterince bağ kuramadığı babasını ölümünden sonra anlamaya, yazdıklarının izini sürerek ardında bıraktığı gizemi aydınlatmaya çalışan bir evlat. ‘Büyük yazar’a hayran edebiyat tutkunu gençler. Bir zamanlar edebiyatçılara ev sahipliği yapmış ama zamanın acımasız tokadını yiyip kimliğini kaybetmeye başlamış bir ada... Oya Baydar, gizem ve merak unsurlarıyla harmanladığı romanında yazma tutkusunu, yazarlık hevesini, yazarın ‘vasat’ı aşma kaygısını, günümüz dünyasında edebiyatın metalaşmasını, ses-söz-yazı ilişkisini irdeliyor. Yazmak, yazarlık, edebiyat dünyası ve zamanın insanları da, mekânları da, edebiyatı da öğüten gücü üzerine bir roman.”
Künye | Yazarlarevi Cinayeti Yazar: Oya Baydar Ulusal ve uluslararası ödüller Oya Baydar, Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya Gazetesi Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü aldı. İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen “Akdeniz Kültürü Ödülü”ne 2011'de ''Hiçbir yere Dönüş'' adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü. Baydar, Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu. ESERLERİ Roman Allah Çocukları Unuttu (1960) Elveda Alyoşa (1991) Surönü Diyalogları (2016) Anlatı Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) |
‘Yazarlarevi Cinayeti’nden tadımlık bir bölüm “Yirmi iki yıl olmuş. Sorsalar sekiz-on yıl derdim. İnsanın zaman algısı ne tuhaf! Bazen bir yıl bir ömür oluyor, bazen bir ömür bir yıla sığıyor. Adanın silueti yavaş yavaş belirginleşiyor, yaklaşıyoruz. Okumaya başladığım kitabı kapatıp çantama yerleştiriyorum. Son günlerde çok konuşulan, metro istasyonlarında büyük boy afişlerle, kitap eklerinde tam sayfa ilanlarla tanıtılan bol reklamlı bir roman. Kapağında mühre benzer kırmızı bir daire içinde “ilk 100 bin” yazıyor. Romanların ilk cümlesi önemlidir derler, ben önce son cümleyi okurum. Bir olayın, bir yaşamın, bir ilişkinin, bir konuşmanın nasıl sona erdiği nasıl başladığından çok daha ilginç gelir bana. Elimdeki kitap, “Kibrit arıyordum, hatırladığım son şey bu,” cümlesiyle bitiyor. Romana başlamama, arkadaşlarımın önerilerinden, tanıtımların yaygınlığından çok bu son cümle neden oldu. Kibriti buldu mu, bulduysa ne yapacak merakı... Çocukluğumda yaptığım gibi kollarımı teknenin küpeştesine dayıyorum. Artık boyum yetişiyor, herkesin yüreğini ağzına getirerek ayaklarımı yerden kesmem gerekmiyor. Kayalık tepeler, mayıs ayında güneybatı yamaçlarını sarıya boyayan katırtırnakları –bu kaba ad, o zarif, güzelim çiçeklere ne büyük haksızlık!–, yaklaştıkça Ada yoğunlaşan iğde çiçeği, kekik, yosun kokusu –demek ki yel gündoğudan esiyor–, fıstık çamlarının sahile kadar indiği mermer çakıllı küçük koylar –Kleopatra Plajı dediğimiz hangisiydi?–, sonra sıra sıra kayalar, burunlar: Meleme Burnu, Ayı Taşı, güneydoğuya dönerken Masa Kayası –Hayırrrrr, hayır! Orayı geç, orası artık yok, orayı görmedin, unut!–. İçimde kıpır kıpır bir heyecan; ürkek, biraz da suçlu bir sevinçle, unutmak isteyip de bir türlü unutamadığım çocukluğuma, ilkgençliğime, Ada’da olmanın verdiği özgürlük duygusuna dönüyorum. Babam bizi bırakıp gittikten sonra Ada’yı da evi de orada geçirdiğim mutlu çocukluk anılarını da silmiştim aklımdan. Öyle sanıyordum. Demek ki silememişim, sadece bastırmışım, bilinçdışının en karanlık dehlizlerine itmişim ki şimdi Ada’nın bahar kokularıyla birlikte o duygular da birer birer çıkıyor saklandıkları geçmiş zaman mezarlarından. Annem, “Babanız bir süre bizden ayrı yaşayacak. İstediği gibi yazamadığını, devam edebilmek için bir süre kendisiyle baş başa kalması gerektiğini düşünüyor. Bağımsızlığa, yalnızlığa ihtiyacı var. İstediğiniz zaman görüşebileceksiniz tabii,” dediğinde on beşimi yeni bitirmiştim. Erkek kardeşim on bir yaşındaydı. Sonraki yıllarda babam, yaz tatillerinde ister yalnız ister annemle birlikte gelip köyde birkaç hafta geçirmemizi defalarca teklif ettiğinde hatta zorladığında, ne annem ne de ben kabul ettik. Orası, yapımının bitmesini heyecanla beklediğimiz, odalarımızı nasıl döşeyeceğimizin, nasıl süsleyeceğimizin hayalini kurduğumuz, büyük umutlarla vişne, kayısı, erik fidanları diktiğimiz, mevsimi geldiğinde hangi zeytin ağacını hangimizin toplayacağını gövdelerine işaretlediğimiz aile yuvamızdı. Bir yazlık evden çok daha fazlasıydı, mutlu çocukluğuma dikilmiş bir anıttı. Şimdi düşünüyorum da babamı gözümde, gönlümde nasıl da büyütmüşüm. O benim idolümdü. Onun gibi karizmatik, ünlü, sevecen bir adamın bir kız çocuğuna böyle hissettirmesinin nedenleri vardı kuşkusuz, bir de Jung ustanın yabana atılmaması gereken Elektra kompleksi... Adalı bir şairin, çocukluğunun yitip giden adasına duyduğu özlemle yüklü “Lüferin bol, kedilerinse tombul olduğu zamandı” dizesini hatırladım. Kediler di’li geçmişte bıraktığımız kadar tombul değillerdi belki ama keyifleri yerindeydi. Lüfer hâlâ çıkıyor muydu bilmem. Artık Yazarlarevi olarak bilinen evimize bakmak, ne yapacağımıza karar vermek, mümkünse satmak için gelmiştim. Geleceğimi kimseye haber vermemiştim. Bunca yılın ardından tanıdık kim kalmıştır ki zaten! Evin ne durumda olduğunu, babamın yakın arkadaşı yaşlı noterin tapu senedi ve bazı evrakla birlikte teslim ettiği anahtarların kapıya uyup uymayacağını bilmiyordum. Bu işleri üstlenmek zorunda kaldığım için de canım sıkkındı. Kardeşim Portland’a yerleşmiş, kürsü arkadaşı Japon asıllı bir akademisyenle evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Telefonla aradığımda, “O evle hiç ilgilenmiyorum, ne istersen, nasıl istersen öyle yap, hem sen avukatsın, bu işlerden anlarsın,” deyip başından savmıştı. Oysa “bu işler”den hiç anlamam, avukatlığı emlak komisyonculuğu mu sanıyor bu adam! Benim uzmanlık alanım deniz ticareti hukuku. Görece erken yaşta Alzheimer belasıyla boğuşan annemden ise hiç hayır yoktu. Babamın eski arkadaşlarından, iyi günlerde etrafını çeviren hayranlardan, yayınevi patronlarından da pek kimse kalmamıştı ortalıkta. İş başa düşmüştü her zamanki gibi. Ne kadar üstlenirsen o kadar yüklenirler derdi bir arkadaşım. Ben hep üstlenirim, şu başımın belası “her şeyden sorumluyum” ruh hâli... Meydanın bir köşesinde sıram sıram duran taksilere yönelmeden önce levhasındaki yazı İskele Market’e dönüşmüş İskele Bakkal’a uğrayıp hem bilgi hem de biraz nevale almaya niyetlendim.
|
© Tüm hakları saklıdır.