Emre Zeytinoğlu*
Türkiye’de tarihle ilgilenmek demek, genellikle herkesin kendine ait senaryolar üretmesi demektir. Böyle olunca, ne üretilen düşüncelerin ne de duyguların pek de gerçeklikle ilişkisi kurulamaz. Kayıtlara bakmak, onlar hakkında araştırmalar yapamaya hevesli olmak, metinleri karşılaştırmak ve sonuçta da akılcı bir yargıya sahip olmak gibi bir süreç yaşanmadığı için, söz konusu yargılar, hep ağızdan ağıza dolaşan birtakım boş laflarla oluşur.
Bir “şey” niçin yaşanmıştır? Bu yaşanan “şey”in düşünsel ve duygusal kaynakları nerelerden gelir? Bununla ilgili bir “adalet” duygusu nasıl gelişir? Ve kitlelerin kendilerini her zaman “haklı” görmelerinin nedeni nasıl açıklanabilir? İşte bu soruların yanıtları, ağızdan ağıza dolaşan ve giderek bir “mit dünyası” kuran destanlarda olduğu üzere, “kurmaca bir dünya”ya göre verilir. O “mit dünyası”, kitlelere büyük bir özgüven sağlamıştır ve tarihe dair kayıtlar ve onların metinleri, gerçeği yansıttığı ölçüde reddedilmiştir. Boş düşüncelerin, boş duyguların ve saçma yargıların karşısında, artık tutulmuş kayıtların hiçbir önemi yoktur.
Bu ülkenin tarihi “mitler dünyası”na bağlandığı için, sürekli biçimde ortaya çıkan durumlar arasında bir mantık yürütebilmek de olanaksız hale gelir. Yaşanılan “şey”ler birbirlerine bağlanamaz, ilişkisi anlaşılamaz, bir yorum yapabilme yetisi de elden kaçar gider. Aşağıdaki satırlarda iki farklı olay anlatılıyor. Bu olaylar tarih ve yer olarak farklı ise de söz konusu “mitler dünyası”ndan epeyce pay alıyorlar ve saçma yargıları apaçık sergiliyorlar.
Ülke temsili ve ülkenin hali
İlk olay şu: Vahram Papazyan, bir gazetede bir ilan görüyor; orada gençlere yönelik bir çağrı var. Yani devlet, Stockholm’de yapılacak olan olimpiyat oyunlarına katılmak isteyen sporcu gençleri, Türkiye adına o kente gönderecek. Papazyan, Selim Sırrı Tarcan’ın karşısına çıkıyor ve ona, olimpiyatlarda yarışmak istediğini söylüyor. Yıl, 1912’dir. Tarcan, o sırada modern olimpiyat oyunlarının kurucusu Baron Pierre de Coubertin’in temsilcisidir ve bu gencin isteğini hemen kabul ediyor.
İstanbullu Ermeniler, daha önce organize edilmiş bir müsamereden kazandıkları paraları Papazyan’a verip onu İsveç’e yolcu ediyorlar. Müsamere parası bu seyahat için yeterli olmadığından, geri kalanını da Papazyan kendi cebinden tamamlıyor.
Ne var ki Stockholm’de Papazyan’ı kızdıran bir şey oluyor: Oyunlara katılan devletlerin bayrakları gönderlere çekildiğinde, bu bayraklar arasında Türk bayrağı yok... Papazyan bunu hemen Türk sefaretine bildiriyor, bayrak çekilmezse yarışmalardan çekileceğini açıklıyor. Organizasyon yetkilileri de ani baş gösteren bu sorunu büyütmemek amacıyla, bir Türk bayrağı ediniyor ve diğer bayrakların arasına onu ekliyor.
Artık sorun giderilmiş gibidir, oysa bu kez de başka bir eksiklik fark ediliyor: Yarışmalarda giyilecek forma, son derece kişiliksiz bir görünümdedir ve Türkiye’yi temsil edecek nitelikte değildir. Yarışlardan bir gece önce sefirin eşi, Papazyan’a kendi eliyle ay-yıldızlı kırmızı bir forma dikiyor.
Papazyan, girdiği 1500 metre yarışını kaybediyor, ama Türkiye’nin olimpiyatlarda gerektiği gibi temsil edilmesini, Stockholm’deki barış ortamında yerini almasını sağlamış oluyor. Fakat şu da var: Papazyan’ın kendi vatanı için gösterdiği bu çaba, on yıl sonra o vatandan gelen tuhaf bir yanıtla karşılık buluyor.
Şimdi ikinci olaya bakalım: 3 Eylül 1922 tarihinde, Fenerbahçe ile Ermeni yurttaşlardan oluşan “Muhtelit” adlı bir takım bir maç yapıyor ve maçı Fenerbahçe 5-0 kazanıyor. Gazeteler ertesi gün şöyle şeyler yazıyor: “FENERBAHÇE: 5 – ERMENİLER: 0… Ermeniler geçen mağlubiyetlerini pek hazmedemediklerinden mütemadiyen gazetelerde yeni bir oyun için Fener’i davet ediyorlardı. Bu davet Fenerbahçeliler tarafından kabul edildiğinden çok heyecanlı oldu. /…Akıncılarımız topu mütemadiyen Ermeni kalesine yolluyorsa da kalecilerinin fazla maharetli olması ve biraz da talihi yüzünden top ağlara gitmek istemiyordu. /…Oyuncular başlar üzerinde Kuşdili Çayırı’na kadar taşındılar. Vapur iskelesine yürüyen temaşakarlar ‘yaşa var ol Türkler her yerde galip’ diye bağırıyorlardı.”
Barışçı bir rekabete inanmanın bedeli
Bu iki olaydan belki şu çıkarılabilir: Papazyan’ın olimpiyatlarda kurduğu “Türkiye dünyası” ile Türkiye’de kurulan “mitler dünyası” birbirine taban tabana zıttı. Papazyan, Stockholm’de ay-yıldızın peşine düşmüştü, ama onun yapmak istediği, tüm olanaksızlıklara rağmen o ay-yıldızı dünya sahnesine yerleştirmek ve olimpiyatın barışçı bir rekabet ortamında yer alabilmesini sağlamaktı; Papazyan’ın koşusu bundan ibaretti.
Türkiye’de kurulan “mitler dünyası”nda ise “Türkler her yerde galip” idi… Her yerde galibiyet; hatta Papazyan’ı bile harcamak pahasına… Oysa ortada galibiyet filan da yoktu; yalnızca kitlelerin kendilerini inandırdığı bir “galibiyetler destanı” olmaktan öte bir şey görülmüyordu.
Papazyan, Kanada’ya göçmek ve yıllarca orada yaşamak zorunda kaldı. Ara sıra Türkiye’yi ziyaret etti. 1970 yılından sonra da hiç kimse ondan haber alamadı ve o, barışçı bir rekabete inanmanın bedelini, “Ermenilerden biri” olarak unutulup giderek ödedi.
Çünkü “Türkler her yerde galip” idi.
NOT: Vahram Papazyan’ın olimpiyat öyküsü, daha geniş biçimde Sevan Ataoğlu’nun “Tarih ve Toplum” dergisindeki yazısından okunabilir (İletişim Yay. Ekim 2000, sayı: 202).
* Bu yazı Kulturservisi.com'da yayınlanmıştır