"Biz İngilizler Londra'dan Crystal Palace'a veya Manchester'dan Stockport'a pasaportsuz gidemeseydik ne derdik? Ulusal ayrıcalıklarımız için Tanrı'ya ne kadar şükretsek az."
Böyle yazmıştı 19. yüzyıl ortasında Avrupa'yı gezen İngiliz yayıncı John Hadsby. Modern pasaport sistemine o dönemde henüz geçilmemişti.
Günümüzde ise ulusal sınırlarından dışarı çıkan herkesin aşina olduğu gibi bir ülkeye girmek için sırada beklemeniz, üniformalı bir polise pasaportunuzu göstermeniz gerekir. Polis de pasaporttaki genç ve zayıf fotoğrafınıza dikkatlice bakarak hâlâ ona benzeyip benzemediğinizi anlamaya çalışır.
Belki de bilgisayarı adınızı terörizm listesinde ararken size yolculuğunuzla ilgili sorular sorar.
Fakat tarihin büyük bir kısmında pasaportlar ne bu kadar yaygın ne de bu kadar rutindi.
Başlangıçta pasaportlar birer tehdit aracıydı: Güçlü birinden alınan ve pasaport sahibinin rahatsız edilmeden geçmesine izin verilmesini talep eden birer mektuptu.
Pasaportların tarihi İncil kadar eski. O dönemlerde koruma bir hak değil ayrıcalıktı.
Gadsby'nin döneminde ise pasaport isteyen bir kişinin bakanlardan biriyle kişisel bir ilişkisi olması gerekirdi.
Gadsby'nin de fark ettiği üzere, Kıta Avrupası'nda bürokrasinin gelişmiş olduğu ülkeler pasaportun toplumsal ve ekonomik kontrol amacıyla kullanılabileceğini anlamıştı.
Bugün zengin ülkeler kalifiye olmayan işçileri uzak tutmak için sınırlarındaki kontrolleri artırsa da eskiden pasaportlar kalifiye işçilerin ayrılmasını engellemek için kullanılıyordu.
19. yüzyılın ilerleyen yıllarında demiryolları ve istimbotları sayesinde seyahat daha hızlı ve daha ucuz hale geldi. Martin Lloyd'un The Passport kitabında bahsettiği gibi seyahati sınırlayan belgeler hiç sevilmiyordu.
Fransa'da 3. Napolyon da Gadsby gibi düşünüyordu ve baskı icadı olarak tanımladığı pasaport sistemini 1860 yılında kaldırdı.
Fransa yalnız değildi. Ardı ardına pek çok ülke pasaport şartını kaldırdı veya bu şartı görmezden gelmeye başladı, en azından barış zamanlarında.
1890'larda ABD'yi pasaportsuz ziyaret edebilirdiniz, yine de beyaz olmak işleri biraz daha kolaylaştırıyordu.
Bazı Güney Amerika ülkeleri pasaportsuz seyahati anayasalarına bile yazmıştı. Çin ve Japonya'da ise yabancılar yalnızca ülkenin iç taraflarındaki kentlere gideceklerse pasaport sahibi olmak zorundalardı.
20. yüzyılın başında yalnızca birkaç ülke giriş veya çıkış için pasaport istemekte ısrar ediyordu. Bu uygulama kısa süre içinde tarihten silinecek gibi gözüküyordu.
Pasaportlar tarihten silinmiş olsa bugün nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk?
Eylül 2015'te Abdullah Kurdi, eşi ve iki çocuğu Bodrum'dan bir lastik bota binerek 4 kilometre ötedeki Yunanistan adası İstanköy'e ulaşmayı hedefliyordu.
Ama bot dalgalar yüzünden battı. Abdullah bota tutunmayı başardıysa da eşi ve çocukları boğularak öldü.
Üç yaşındaki Aylan Kurdi'nin cansız bedeni Türkiye kıyılarına vurduğunda bir Türk fotoğrafçının çektiği fotoğraf o yaz Avrupa'yı saran göçmen krizinin simgesi oldu.
Kurdi ailesinin planı Yunanistan'da kalmak değildi. Hedefleri Abdullah'ın kız kardeşi Teema'nın kuaförlük yaptığı Kanada'nın Vancouver kentine ulaşmaktı.
Türkiye'den Kanada'ya gitmek için lastik bota binmekten daha kolay yollar var. Abdullah'ın parası da vardı, insan kaçakçılarına verdiği 4 bin Euro ile tüm ailesine bir uçak bileti alabilirdi. Ama pasaportları buna izin vermiyordu.
Suriye hükümeti ülkedeki Kürtlere pasaport vermediği için ailenin de pasaportu yoktu. Ama Suriye pasaportları olsaydı bile bununla Kanada'ya giden bir uçağa binemezlerdi. İsveç, Slovakya, Singapur veya Samoa pasaportları olsa başlarına bu gelmeyecekti.
Pasaportunuzda yazan ülkenin adının yasal olarak seyahat edebileceğiniz ve çalışabileceğiniz yerleri belirlemesi günümüzde doğal gözüküyor olabilir.
Fakat bu tarihte çok yeni bir uygulama ve bir açıdan biraz garip.
Pek çok ülke işverenleri, işçilere değiştiremeyecekleri özellikleri üzerinden ayrımcılık yapmayı yasaklıyor: Siyah-beyaz, kadın-erkek, eşcinsel-heteroseksüel herkese eşit davranmak yasal bir zorunluluk.
Pasaportumuzu değiştiremeyeceğimiz fikri ise tam olarak doğru değil: 250 bin dolara ada ülkesi Saint Kitts ve Nevis'ten pasaport alabilirsiniz.
Ama çoğu kişi için pasaportu doğdukları yere ve ailelerinin ülkelerine bağlıdır. Ve kimse bunu seçerek dünyaya gelemez.
Buna rağmen kamuoyunda kimseyi pasaportunun rengine değil kişiliğine göre değerlendirme yönünde bir tartışma yürütülmüyor.
Berlin Duvarı'nın yıkılmasından yalnızca 30 yıl sonra göçmen kontrolleri tekrardan sıkılaştırılıyor.
Donald Trump ABD-Meksika sınırına bir duvar inşa etmek istiyor.
Schengen bölgesi göçmen krizinin baskısıyla çatırdıyor.
Avrupa'nın liderleri sığınmacıları "ekonomik göçmenlerden" ayırmak için çabalıyor. Onlara göre ülkelerinde yargılanma riskleri olduğu için değil daha iyi bir iş ve daha iyi bir hayat istediği için Avrupa'ya gelen insanlara izin verilmemeli.
Siyasi açıdan göçü sınırlama mantığına karşı çıkmak her geçen gün zorlaşıyor.
Ama ekonomik açıdan durum tam tersi. Teorik olarak, üretim faktörlerinin talebe göre hareket etmesine izin verirseniz üretim artar.
Pratikte ise, her göç dalgasının kazananları ve kaybedenleri olsa da araştırmalar kazananların sayısının kaybedenlerden çok daha fazla olduğunu söylüyor.
Bir hesaplamaya göre zengin ülkelerde her 6 kişiden 5'i yeni göçmenlerin gelmesinden fayda görüyor.
Peki neden insanlar bu yüzden açık sınır fikrini desteklemiyor?
Göçün kötü yönetilmesinin pratik ve kültürel nedenleri var: Kamu hizmetleri yeterince hızlı şekilde geliştirilmeyebilir veya inanç sistemleri birbirine zıt gruplar karşı karşıya gelebilir.
Göçten fayda görenlerden vergi toplayıp zarar görenlere aktarmak mümkün gibi gözükse de pratikte işler öyle yürümüyor.
Göçün arkasındaki ekonomik mantık ulusal sınırları aşmak gerekmediği durumlarda daha ikna edici oluyor.
1980'lerde İngiltere'deki ekonomik durgunluk ülkenin bazı bölgelerini diğerlerine göre daha fazla etkilerken İstihdam Bakanı Norman Tebbit "işsizlerin bisikletlerine binip iş araması gerektiğini" söylemişti.
Bazı ekonomistler, dünyadaki herkesin "bisiklete binip" istedikleri yere çalışmaya gitme imkanı olması durumunda küresel ekonomik üretimin iki katına çıkacağını söylüyorlar.
Bu teoriye göre pasaportlar 20. yüzyılın başında tarihten silinmiş olsaydı bugün dünya daha zengin bir yer olurdu.
Pasaportların o anda tarihten silinmemesinin ise tek bir nedeni vardı: Birinci Dünya Savaşı.
Güvenlik çekincelerinin seyahat serbestisine üstün geldiği o dönemde hükümetler insanların dolaşımına sıkı kontroller getirdi ve barış geldikten sonra da bu güçlerini bırakmak istemedi.
1920'de Milletler Cemiyeti'nin düzenlediği "Pasaportlar, Gümrük Formaliteleri ve Aktarmasız Biletler Üzerine Uluslararası Konferans", bugün bildiğimiz haliyle pasaportları yarattı.
Orada alınan kararlara göre 1921'den itibaren pasaportlar 15,5 santime 10,5 santim uzunluğunda, 32 sayfalı, karton kapaklı ve fotoğraflı olmalıydı. Bu format günümüze kadar çok az değişti.
John Gadsby'nin söylediği gibi, iyi bir pasaporta sahip olanlar ne kadar şanslı olduklarının farkına varmalı.