Ahmet Altan*
İnsanoğlunun bulabildiği en büyük ceza, birini kapıları kilitli bir mekânın içine kapatmak.
Bunun ne olduğunu herkes az çok biliyor.
Peki, kapıları kilitli bir zamanın içine kapatılmanın ne olduğunu biliyor musunuz?
Değişmeyen bir zaman parçasının içine hapsedilmenin, hep aynı zamanı yaşamaya mahkûm edilmenin ne olduğunu biliyor musunuz?
O meşhur filmi hatırlıyorsunuz herhalde, Groundhog Day isimli filmde epeyce neşeli bir şekilde hep aynı sabaha uyanan bir adamın hikâyesi anlatılıyordu.
Onca olay oluyor, her şey değişiyor, insanlar ölüyor, insanlar doğuyor ve sabahleyin aynı güne uyanıyor, her şeyi yeni baştan yaşıyorsunuz.
Bunun gerçeği filmindeki kadar neşeli olmuyor.
Biz yüz yıldır aynı zaman parçasının içinde hapis yaşayan bir toplumuz.
Neler yaşadık, neler oldu, dünya nerelere gitti, ne buluşlar, ne keşifler yapıldı, Ay’a, Mars’a, Jüpiter’e gidildi, bütün bunları yaşayıp biz gene aynı kasvetli sabaha uyanıyoruz.
Yüz yıldır değişen bir şey yok.
Hep aynı sabah, hep aynı sabah.
Hep aynı gün.
O kadar aynı gün ki daha önce yazdığınız bir yazıyı bir daha yazıyorsunuz.
Bu değişmeyen korkunç gün İttihatçılarla başladı.
Osmanlı da pek matah bir şey değildi ama bir “imparatorluk” olmanın gereği olarak bence İttihatçılara kıyasla çok daha çoğulcu, değişik kültürlere karşı çok daha hoşgörülü, âdil görünme konusunda çok daha duyarlı, kendi dışındaki dünyaya karşı çok daha uyanık ve dikkatliydi.
İttihatçılar hayatı daralttılar ve toplumu yüz yıl süren “tek bir günün” içine soktular.
İttihatçılık nedir, nasıl “bir gün” yarattılar derseniz, tarihçilerin ve sosyologların hoşgörüsüne sığınarak kabaca her şeyi “tekleştirmek” istediklerini söyleyebilirim.
Yöneticilerin her şeyi herkesten iyi bildiğine, yöneticilere karşı çıkmanın “vatana ihanet etmek olduğuna”, her türlü muhalefetin zorla susturulması gerektiğine ve bütün vatandaşların “tek bir din, tek bir ırk” içine sığmasının vazgeçilmezliğine inanıyorlardı.
Yüz yıl boyunca hiçbir zaman gerçek bir devlet kuramadılar, hukuku yerleştiremediler, toplumu zenginleştiremediler, gelişmiş dünyaya ayak uyduramadılar, hep dünyanın gerisinde kaldılar, hep zorbalığa sığındılar.
Fakat İttihatçılarla birlikte, bu toplumun belki de sonunu hazırlayan bir gerçek ortaya çıktı, bu topraklarda yaşayanlar, değişik kimliklere, değişik fikirlere sahipmiş gibi gözüktüklerinde bile İttihatçıların “tekçi” zorbalığının “tek” yönetim biçimi olduğuna iman ettiler.
İttihatçılık öylesine bu toplumun zerrelerine yerleşmişti ki AKP gibi İttihatçılığın baş rakibi gibi gözüken “dindar muhafazakârların” temsilcileri bile çeşitli yollardan geçtikten sonra İttihatçılıkta demir attılar.
Bugün AKP ile ulusalcılar arasındaki büyük koalisyon, bir zamanlar AKP’yi yıkmak için planlar yapan darbecilerle AKP’nin kurduğu yeni ittifak, İttihatçılık zemini üstünde yeşeriyor.
Her şey bu “tekliğin” içine girince “zaman” da tekleşti ve yüzyıldır bitmeyen, hep kendini tekrarlayan bunaltıcı “tek bir güne” dönüştü.
Özgür Gündem gazetesi bombalandığında Kürt meselesinin “zor kullanılarak” çözümleneceğine inanılıyordu.
Aradan tam yirmi iki yıl geçti.
Bugün gene Özgür Gündem gazetesi basılıyor, çalışanları dövülüyor, üstleri başları parçalanıyor, üstelik gazete de kapatılıyor.
Ve Aslı Erdoğan gibi bir romancı tutuklanıyor.
Aslı Erdoğan gibi birini tutuklayarak Kürt meselesini çözebileceğine inanan bir zihniyetin Türkiye’yi aydınlığa çıkartabileceğini düşünüyor musunuz?
Yöneticiler, “dünya bize inanmıyor” diyorlar sık sık.
Aslı Erdoğan gibi birini tutuklarsanız dünya size niye inansın?
Kimi Aslı Erdoğan’ın bir terörist oldğuna inandırabilirsiniz?
Bugün gelişmiş dünyanın hangi noktasına giderseniz gidin, Aslı Erdoğan ismi Türkiye’nin bütün yöneticilerinden daha saygıdeğer bir isimdir.
Zaten gelişmiş dünyayla gelişmemiş dünya arasındaki en büyük farklardan biri burada yatar, gelişmişler için romancılar siyasetçilerden çok daha önemlidirler, gelişmemişler ise siyasetçileri herkesten daha önemli sanırlar.
Eğer tutuklanan biri, dünyanın gözünde kendisini tutuklayanlardan daha güvenilir ve saygıdeğerse, o tutuklamanın yapıldığı ülkede bir sorun var demektir.
Siz Aslı Erdoğan’ı tutuklayarak Kürt meselesini, Hilmi Yavuz’u gözaltına alarak darbeciliği çözeceğinizi söylüyorsanız, dünyada size inanan kimseyi bulamazsınız.
Kimse inanmaz buna.
Bu kadar yazarın, çizerin, gazetecinin hapse atıldığı ülkenin yöneticilerine kimse güvenmez.
Muhalif olan herkesi susturma arzusu İttihatçıların tipik özelliklerinden biridir.
15 Temmuz’daki o korkunç ve budalaca darbeden sonra binlerce insan tutuklandı, bunlardan kaçının gerçekten darbeyle ilişkisi olduğunu kimse bilmiyor.
O kadar çok insan hapsediliyor ki hapishaneler adam almadığından “âdi mahkûmlar” serbest bırakılıyor.
Yüz yıl önce de İttihatçıların iktidarında Mahmut Şevket Paşa o kadar çok siyasi muhalifi hapsettirmişti ki hapishanelerde yer kalmadığı için âdi mahkumları “birkaç tokat vurup” serbest bırakmışlardı.
Böyle çok örnek verebilirim.
1925’teki “Takrir-i Sükûn” yasasıyla kapatılan gazetelere, susturulan gazetecilere, hapislere atılan yazarlara baktığınızda da “aynı gün”de yaşadığımızı görürsünüz.
O zaman da “tek ses” isteniyordu.
Şimdi de tek ses isteniyor.
O zaman da “sadece iktidar övülecek” deniyordu.
Bugün de “sadece iktidar övülecek” deniyor.
Ancak yaşananlar, yapılanlar birbirine çok benzese de benzemeyenler de var.
1925’te nüfus on milyonun biraz üstündeydi, bugün Türkiye nüfusu 80 milyona dayandı.
80 milyon insanı “tek bir günün” içinde tutmak imkânsızdır.
İletişim çok süratlendi, herkes her an her şeyden haberdar oluyor.
Toplum içindeki bölünmeler çok derinleşti, karşılıklı öfke ve nefret o hızlı haberleşme kanalları üstünden tahminlerden daha süratli biçimde yayılıyor, kökleşiyor.
“Tekleşmeye” duyulan tepki artıyor.
“Tekleşmeden” yana olanlar da kendi istedikleri biçimde bir “tekleşme” sağlamak için birbirlerine diş biliyorlar.
Bütünleştirici hiçbir değer kalmadı.
Düğünlerin kana bulandığı günlerden geçiyoruz, bir örneğini daha önce hiç görmedik.
Çocuk bombacılar çocukları öldürüyor.
Bu da bugüne dek hiç görülmedi.
“Dindar” olduğunu söyleyen adamlar darbe yapıp halkın üzerine ateş açacak kadar çıldırdı.
Böyle bir şeye de hiç şahit olmadık.
Emniyet Müdürlükleri havaya uçuruluyor.
Her gün insanlar ölüyor.
PKK’nın vurduğu bir lojmanda ölen çocuğun annesi, “onu yalnız gömmeyin, korkar” diye duyanı dilhûn ederek ağlarken, IŞİD’in vurduğu bir düğünde dört çocuğu birden ölen kadın “tek çocuğum kaldı, o da olmasa intihar ederdim” diye ağıt yakıyor.
Bu kadar çok acı “aynı güne” sığmıyor artık.
Bütün bunlara bir de gittikçe kötüleşen ekonomiyi ekleyin.
İçerdeki bütün propagandalara rağmen ekonominin bütün işaretleri kötüye gidiyor, yabancı yatırımcılar kaçıyor, ihracat geriliyor, gelir artmıyor.
İktidar gazetelerindeki, televizyonlarındaki “aydın düşmanlığı” nerdeyse Pol Pot rejimini andırır vahşi bir şirretliğe dönüşüyor.
Bütün bunlara baktığınızda bu “yüz yıllık gün”ün sonuna yaklaştığımızı görürsünüz.
Bu “gün” bitecek ve tahminizden çok daha yakın bir zamanda bitecek.
Sanırım bugünün bitişi AKP iktidarında olacak.
Bugün bittiğinde mutlu bir sabaha mı korkunç bir güne mi uyanacağız henüz tam belli değil.
Çok yakın gelecek için ben üç ihtimal görüyorum.
Birincisi, şimdiye dek hiç rastlamadığımız şiddette bir sarsıntıyla Türkiye Cumhuriyeti parçalanır…. Bir imparatorluğu batıran, bir cumhuriyeti kuran İttihatçılar, o cumhuriyeti de parçalayarak bu macerayı korkunç biçimde sonlandırır…. Bedeli çok ağır olur.
İkincisi, gelmekte olan felaketi gören AKP kadroları, yakalaşan felaketin ağırlığını taşıyamayarak kırılır, siyaset yeni baştan biçimlenir… Bunun neye evrileceğini bilemeyiz.
Üçüncüsü, AKP’nin yöneticileri yaklaşan felaketi önleyebilmek için “demokrasiye, hukuka, barışa” dönmekten, İttihatçılıktan uzaklaşmaktan başka çare olmadığını görür, bugünü “demokrasiyle” bitirip yeni bir günü başlatır.
Bu üç olasılığın da işaretleri var aslında.
Şimdilik en kuvvetli ihtimalin birincisi, en düşük ihtimalin üçüncüsü olduğu görülüyor.
Ne olacağını tam olarak bilemiyorum ama şunu tam bir kesinlikle söyleyebilirim, bu “uzun günün” sonundayız.
Biz bunları söylediğimizde iktidarın adamları “nereden biliyorsunuz, siz kötü şeyler olmasını istiyorsunuz” diye bağırıyorlar, bunları söylemek için âlim olmaya da, herhangi bir niyet beslemeye de gerek yok, bulutların toplandığını görünce yağmur yağacağını bilen, Fransızların çok dalga geçtiği o “köylü sağduyusuna” sahip olmak yeter.
Bulutlar kararıyor.
Bunları yazıyoruz çünkü çok az bir ihtimalle de olsa bu ülkeyi yönetenlerin “acaba yanlış mı yapıyoruz” diye düşünmelerini, yaptıklarına bir çeki düzen vermelerini, bu ülkenin ellerinde parçalanmasını önlemelerini umuyoruz.
Çünkü böyle gidilirse, bu “yüzyıllık günün” bitimi, başlangıcından da beter olacak.
Bu yazı ilk olarak P24'te yayımlanmıştır