İstanbul’un Sarıyer ilçesine bağlı Armutlu mahallesinde 18 Ekim’de düzenlenen DHKP-C operasyonunda polis kurşunuyla vurulan ve 25 Ekim’de hayatını kaybeden Dilek Doğan’ın ailesi, "polisin cenazeyi Gazi'deki cemevine getirmemeleri için kendilerine para teklif ettiğini" öne sürdü.
Milliyet’ten Gökçer Tahincioğlu'nun bugünkü yazısında gündeme getirdiği habere göre polis, Doğan ailesine "sakıncalı olabilir" gerekçesiyle böyle bir teklifte bulunmuş.
Dilek Doğan için 26 Ekim'de Armutlu'daki Boğaziçi Cemevi'nde bir cenaze töreni düzenlenmiş, ardından Doğan, memleketi Kahramanmaraş'ta toprağa verilmişti.
Tahincioğlu’nun Milliyet'te “Kestim kara saçlarımı” başlığıyla yayımlanan (22 Kasım 2015) yazısı şöyle:
Doğan ailesinin tek kızıydı Dilek. Anne ve babasının bakmaya kıyamadığı belinin altına kadar uzanan kara saçları vardı. Günlerce hastanede direndi Dilek, sonra son nefesini verdi. Bazı çocuklar korkmaz, gerekirse kara saçlarını da kesebilir...
Bazı çocuklar fırtınanın içinde doğarlar ve savrulmaktan kurtulmak için mücadele etmeleri ölmeleri demektir.
Bazı çocuklar fırtınaları uzak bir masalda dinleyen yaşıtları gibi korkmaz, gerekirse kara saçlarını da kesebilir.
Dilek Doğan’ın, anne ve babasının bakmaya kıyamadığı belinin altına kadar uzanan kara saçları vardı.
Maraş Afşin’de Serkizçay’da doğdu.
Serkizçay denilince, “sakıncalılar” dışında kimse bilmiyor şimdilerde.
1946’da, ismi değiştirilirken Türkçayırı yapılmış eski isminden eser kalmasın diye.
Doğan ailesinin tek kızıydı, dört erkek kardeş bir de Dilek.
En küçüğün bir büyüğü kızını yere göğe koyamıyordu ailesi.
Ailesinin o 3-4 yaşındayken taşındığı İstanbul Armutlu’daki çocukların güzel ablası, ağabeylerinin güzel kardeşi.
En çok babası sorgusuz sualsiz götürüldüğünde ağlamıştı.
İstanbul’daki çocukluğu tam 6 yıl babasının cezaevinden dönüşünü beklemekle yaşlanmıştı.
Babası çıktığında, “Avukat olacağım” demişti, “belki bir daha senin gibi insanları götürmezler.”
Olamadı.
Zordur Armutlu’daki çocukların istediğini olmaları.
Ama derslerinde çok başarılıydı.
Üniversite sınavına girdi, o yokluk içinde, Maraş’ta, Bursa’da okullar kazandı.
Gidemedi.
Zordur fişlenmiş bir ailenin çocuğunu uzaklara yollaması.
İşe girdi, ağabeyinin düğünün olduğu gece de “Çalışacaksın” denilince, haksızlığa karşı sessiz kalamadı.
Son olarak bir mağazada işe başladı, okuyan kardeşine para gönderiyor, ağabeyinin kredisine destek oluyordu ödüyordu, seviyordu işini.
Doğan ailesinin evi her operasyonda basılırdı.
Bir kere girmişti isimleri listeye, bütün aile alışıktı.
Birilerinin ilk kez başlarına gelince yakındıkları, “sabaha karşı çalan kapı”, Doğan ailesi için sadece bir rutinin parçasıydı.
Ama elbette olabilirdi sadece başlarına gelince yakınanlara göre, Armutlu’da değil de nerede çalınacaktı ki kapı!
Dilek her seferinde öfkelenirdi.
Girdikleri yer evleriydi, arama yapılacaksa da özen göstererek, etrafı dağıtmadan, annesini üzmeden yapmalılardı.
Belki artık son hassasiyeti bildiklerinden daha önce yapılan bazı aramalara gelenler, yanlarına muhtar ya da bir komşuyu alır, kapıyı çalar, galoş varsa giyer, yoksa ayakkabılarını çıkartır, aramayı yapardı.
18 Ekim gecesi ise her şey farklıydı.
Mahallenin gençleri ve Dilek’in şehir dışından uçakla gece yarısını geçtikten sonra gelen ağabeyi apartmanın önünde sohbet ediyordu.
Polisler gelince sabahın 04.00’ünde ağabeyi açtı o yüzden kapıyı.
Önce Dilek’i uyandırdı.
Anne ve babasını uyandırmasını söyledi, annesi her seferinde olduğu gibi korkabilirdi, Dilek uyandırdı anne ve babasını.
Sonra kapının önüne geldiler.
Dilek, uyardı polisleri; Ya ayakkabınızı çıkartın, ya galoş giyin.
İçlerinden biri Dilek’ten kimliğini istedi.
Dilek verince, “Bu sen misin?” dedi.
Tek tek soruyordu kimlikteki bilgileri.
Dilek öfkelendi.
Öfkeli polis dışarı çıkıp geldi, “Galoşumuz yok” dedi, polislerden ikisi ayakkabısını çıkartıp girmişti.
Bir anda öfkeli polisin elinde silah belirdi, ne olduğunu anlamadan o silah ateşlendi, Dilek’in bedeninden girip çıkan kurşun, Doğan ailesinin evinde de artık büyükçe karanlık bir delikti.
Aynı polis, metrelerce ötedeki kardeşini göstererek, “Oğlun vurdu kızını” dedi.
Ne arbede ne boğuşma vardı o sırada, iki polis evin içindeydi.
Sonra polisin elinden yeniden sıkmasını engellemek için silahı almaya çalıştı aile.
Dilek ayaklarının dibinde yerdeydi.
Kızlarını güçlükle çıkartıp o arbededen bütün aile hastaneye gitti.
Evdeki polisler ise önce kovanı arayıp, sonra köşe koltuğun arasına sıkıştığından bulamayınca, kaçarcasına gitti.
Evde duruyor hâlâ çıkarttığı ayakkabılarının tekleri.
Günlerce hastanede direndi Dilek, sonra son nefesini verdi.
Kaçırdı hastaneden polis, sakıncalı olabilirdi cenazesi.
Otopsiden sonra para bile teklif ettiler aileye, “Biz ödeyelim, memlekete gömün, getirmeyin Gazi’ye.”
Güçlükle kızlarının cenazesini teslim alabildi aile.
Saçlarını yıkadılar, üşümesin diye kuruttu, ördü ailesi.
Eline kına yaktılar.
Sırtı acımasın diye toprağa serdiler battaniyesini.
Dosya için gizlilik kararı alındı, ne tutuklama, ne başka şey var şimdi. Elbette biliyoruz olası bütün gelişmeleri.
Ve dosya gizlenirken, gizlenmesin diye Doğan ailesi, geçtiğimiz günlerde polisler Tunceli’de okuyan kardeşinin evini “ziyaret” etti.
“Dilek Doğan vurulduysa da boşuna vurulmadı, kim bilir ne yaptı?” izlenimini yaratmak ne de olsa önemliydi.
Oysa bunca “yüce amaçlara” rağmen basittir hayat neticede; misal babası için, “Her sabah ben öper giderdim. Şimdi hayal oldu her şey” basitliğinde.
Basittir hayat neticede ve daha da basitleşir anlam; evinizi kirletmeye hakları olmadığını söyleyecek, yani kara saçlarınızı kesecek kadar cesaretlendiğinizde.