03 Temmuz 2021 14:31
Koç Üniversitesi hukuk fakültesi dekanı Prof. Dr. Bertil Emrah Oder*
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’den çekilmeye dair iradesi uluslararası düzeyde sıra dışı gibi, gözükse de beklenmedik değil. Sıra dışı, çünkü uluslararası insan hakları sözleşmelerinden veya kurumsal mekanizmalarından çekilme tartışması fazlasıyla atipik bir tartışma. Güney Afrika örneğinde, Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsünden çekilme tartışması hukuken önemli bir yer tutmuştu. Ancak bunun dışında, çoğunlukla devletlerin belirli uluslararası anlaşmalara taraf olması sürecinde yaşanan ve başta parlamentonun demokratik gözetiminden kaynaklanan eksiklerle karşılaşıyoruz. Bir başka ifadeyle, genel olarak hem uluslararası ilişkiler hem hukuk alanında öne çıkan ve çözümleri az çok belli olan sorunlar, bir uluslararası anlaşmaya taraf olmaya ilişkin sorunlar. Çok taraflı bir uluslararası anlaşmadan çekilme ya da ikili bir uluslararası anlaşmayı feshetmeye ilişkin sorunlar değil.
Kısaca, hem hukuksal hem de siyasi planda, özellikle anayasa ve uluslararası anlaşma rejimi bakımından, daha çok bir uluslararası anlaşmaya taraf olmanın dinamikleri düzenlenmiş, tartışılmış, ele alınmış durumda. Dolayısıyla çekilme ve fesih olguları daha az tartışılan, daha az hukuksallaşmış ve hatta daha az siyasal-kamusal tartışmaya konu olmuş alanlar. Bu yönüyle, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme oldukça yeni ve uygulaması belirsizliklerle yüklü bir olgu.
Bu sıra dışı çekilme atipik olsa da beklenmedik ve şaşırtıcı değil. Çünkü Türkiye, özellikle Avrupa’da ve özellikle İstanbul Sözleşmesi bakımından daha da fazla öne çıkan toplumsal cinsiyet ve eşitlik karşıtı söylemleri uygulamaya döktü. Burada Türkiye’ye özgü olmasa da Türkiye’yi etkisine alan durumun ayırt edilmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Pekin+5 süreci bütün dünyada hem yerel hem ulusal hem de küresel ölçekte kadın hareketi için itici ve geliştirici bir ivmeydi. Bu siyasal platforma baktığımızda, çoğunlukla hak kazanımlarının, siyasal ve hukuksal ölçeklerde karşımıza çıktığını görüyoruz. Özellikle son 10 yıla gelinceye kadar, ilerlemeciliğin, akademi ve feminist savunuculuğun uluslararası alanda kadın haklarının normatifleşmesinde el ele gittiğini ve bu döneme damgasını vurduğunu görüyoruz. Ancak Pekin+5 sonrası, yalnızca olumlu gelişmeler olmadı. Aynı zamanda kadın-erkek eşitliğine karşıt söylemlerin de toplaştığı, belirginleştiği bir platform ortaya çıktı.
Son 10 yıl içinde yapılan tartışmalara ve özellikle şu son 5 yıla odaklandığımızda, başka bir dinamiğin karşımıza çıktığını teslim etmek zorundayız. İşte bu başka dinamik, sadece yerel ve ulusal ölçekle sınırlı kalmayan; uluslararası ölçekte de somutlaşan hareketi de gösterdi. Bu hareket toplumsal cinsiyet eşitliğine karşıt söylemlerin örgütlenmesidir. Uluslararası platformlarda farklı dayanışma ve ağ kurma biçimleri şeklinde daha fazla gündeme gelen ve siyasal söylemin ötesine geçerek politika ve norma dönüşebilen bir hareketten söz ediyorum. İstanbul Sözleşmesi özelinde, Polonya’da, Macaristan’da, Sırbistan’da, hatta Bulgaristan’da anayasa mahkemesi düzeyinde; Romanya’da, Slovakya’da karşımıza çıkan tartışmalar rastlantısal değildir. İstanbul Sözleşmesi’ni hükümetler düzeyinde benimseyen örneklerde ise Katolik grupların tartışmaları ya da alternatif sağın yeni söylem üreten politikalarında da benzer izdüşümleri gözlemliyoruz. Türkiye bu tartışmaların ve dalganın içinde yer alıyor. Yıkıcı bir hamleyle İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını alan radikal bir örnek oluşturuyor.
Sonuç olarak, uluslararası bağlamı ve farklı karşılaştırmalı örneklerde gözlemlediğimiz, karşıt tutumu görmeksizin bugün Türkiye’deki gelişmeleri anlamamız ve anlamlandırmamız güç olabilir. 1980’lerinden ortalarından başlayarak 2012’lere kadar uzanan süreçteki uluslararası ilerlemeci dinamiğin karşısında, bu sefer toplumsal cinsiyet eşitliğine karşıt bir grubun, hükümetler düzeyinde güçlü bir yankı bulduğunu teslim etmemiz gerekir.
Burada Avrupa’nın dışındaki bazı örneklerde de hiç kuşkusuz benzer toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı tutumları vurgulamak mümkün. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Asya Pasifikten Kuzey Amerika’ya varıncaya değin, benzer izdüşümleri gözlemliyoruz. Eşitlik yanlısı ve eşitlik karşıtı tutumların farklı biçim ve ölçeklerde bir gerilim ilişkisi yarattıklarını; gerilim ve gerilemelerin, uluslararası plandaki ilerlemeci motivasyonu ve kazanımları riske attığını söyleyebiliriz.
Bu tespitten sonra, değinmek istediğim ikinci nokta, İstanbul Sözleşmesi’nden sonrasına bakabilmek için, İstanbul Sözleşmesi öncesinin ne olduğunu hatırlamaktır. Acaba biz, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeyle birlikte yeni bir yol haritası ve yeni bir söylem oluşturacaksak, acaba öncesi bizim için yol gösterebilir mi? Bunun cevabı hem evet, hem de hayır.
İstanbul Sözleşmesi’nin öncesindeki dönemde, özellikle CEDAW süreci önemli bir kazanımdı. Fakat CEDAW sonrasındaki gelişmelerde, hem bölgesel insan hakları koruma mekanizmalarının kendi içinde, hem de özgül bazı uluslararası hukuk araçlarıyla kadına yönelik şiddetin önlenmesi, soruşturulması ve cezalandırılması alanında güçlü bir politika oluşturuldu. Bu politika, birdenbire değil, aşamalı biçimde ortaya çıktı. Şiddet karşıtı politika inşasında en önemli kazanım hiç kuşkusuz tedbir hukuku oldu. Çünkü ceza hukukunun klasik araçlarında, maddi ceza hukuku ve usul ceza hukukunda, belirli altyapılar ve çerçeveler vardı ve bunlar büyük çapta cinsiyetçi örüntülerden arındırılmaya başlanmıştı. Nitekim 2005 yılında, Türkiye’de de Ceza Kanunu değiştirildiğinde, cinsiyetçi yapının dönüşümü maddi ceza hukuku alanında sağlandı. Ceza Muhakemesi Kanunundaki değişimlerle mağdur odaklı yaklaşımlar ve buna eşlik eden kadınlar ve kız çocuklarına ilişkin cinsel muayene usulü dahil olmak üzere bazı koruyucu hükümler sisteme entegre edildi.
Fakat tedbir hukuku dediğimiz alan, sözünü ettiğim maddi ve usul ceza hukukundan farklı dinamiklere ve farklı ön anlayışlara sahipti. Bu ön anlayışlardan en önemlisi hiç kuşkusuz mağdurların ifadelerine, mağdurların başvurularına odaklanmak ve bir süreci başlatabilmek için kadınların ve kız çocuklarının beyanını esas almaktı. İşte bu çerçevede, tedbir hukukunda hem şiddet eylemi gerçekleşmeden önce alınabilecek bazı tedbirler hem de şiddet eylemi gerçekleştikten sonra karşımıza çıkan koruma tedbirlerine ilişkin bir manzumeyle karşılaşıyoruz. Özellikle Radhika Coomaraswamy’nin -Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlerinden biri sıfatıyla görev yapmış olan bu önemli ismin- farklı çalışmalarında ya da Yakın Ertürk’ün Türkiye raporlarında, tedbir hukukunun öneminin veya ceza hukukunun yetersizliklerinin vurgulandığını görüyoruz. İşte bunların, normatif olarak özgül bir hukuk metninde somutlaşması ilk defa İstanbul Sözleşmesi’yle oldu. Hiç kuşkusuz, kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi, cezalandırılması ve ortadan kaldırılması hakkında Amerikalararası Sözleşme, yani “Belém do Pará Sözleşmesi”nde de şiddete ilişkin kapsamlı bir çerçeve yer almaktaydı. Ancak Belém do Pará Sözleşmesi’yle İstanbul Sözleşmesi’ni karşılaştırdığımızda, İstanbul Sözleşmesi çok daha ileri bir metindir. 1980’lerin ortalarından, 2000’li yıllara uzanan; çok kapsamlı, içerici, iyi düşünülmüş, kadın hakları savunuculuğunun kazanımlarını pekiştiren bir manzume olarak karşımıza çıkmaktadır. İstanbul Sözleşmesi bütüncül politikalar bakımından, yani hukuk ve cezalandırma mekanizmaları, rehabilitasyon, kurumların koordinasyonu, eğitim, bilinç uyandırma gibi birtakım farklı kulvarlarda şiddetin önlenmesi noktasında önemlidir. Ancak en önemli olduğu noktalardan bir tanesi de tedbir hukukuna ilişkin mekanizmaları somut, net bir şekilde tanımlamasıdır. İstanbul Sözleşmesi, uluslararası insan hakları hukuku bakımından hiç görülmemiş ölçüde, açık ve kapsayıcı bir şekilde ve tarafı olan devletlere yalnızca genel tedbir alma yükümlülüğünü yükleyerek değil, ama aynı zamanda neyin yapılması gerektiğini açıkça göstererek ilerlemiştir.
İşte bu noktada, konu şiddet olunca ve şiddet alanı büyük çapta ceza hukukuyla örtüşen bir dinamik yaratınca, ceza hukukunun bazı ön varsayımlarıyla da çatışan durumlar ortaya çıktı. Sadece Türkiye bakımından değil, karşılaştırmalı ceza hukukundaki yerleşik paradigmalarla çatışan durumlarla karşı karşıya kalındı. Burada en fazla tartışılan konulardan bir tanesi, masumiyet karinesinin rolüdür. Şiddet dikkate alınmaksızın bütün suç kategorileri bakımından tek ve tümel bir şekilde kavranan karine şiddetle mücadeleye güçleştirebilmektedir. İkincisi, ceza hukukunun mağdur odağından çok faili odak alarak yapılandırılmış olmasıdır ve fail kategorileri arasında ayrım yapmaksızın, çoğunlukla her tür faili aynı kalıba sokan bir yaklaşımla hareket etmesidir. Diğer taraftan da şiddetle mücadelede uygulanan tedbir hukuku, tipik bir ceza hukuku yapısı olmadığı ve aile mahkemelerince ya da idari makamlarınca uygulandığı, bir yönüyle de disiplin hukukuna benzediği için yargı sistemlerinin ve hukuk anlayışının bu yeni yoruma ve bakış açısına yeterli adaptasyonu yapamadığı görüldü.
Bütün bunlar sadece teknik hukuksal meseleler değildir. Aynı zamanda yargısal kültürün ve yargısal kültüre etki eden siyasal iradenin de burada bir gerilim ilişkisi yarattığını görüyoruz. Çünkü bu yeni tedbir hukuku yaklaşımı, yeniden mağdur olmanın ve ikincil mağduriyetin önlenmesine ilişkin mekanizmalar yargı ve hukuk sistemlerini zorlamaktadır. Bu yeni yaklaşım, hukuk sisteminin sorgulamadan uyguladığı hegemonyalara bir karşı çıkıştır. Yargının içindeki hegemonyalar, birtakım ceza hukuku paradigmalarından, bunların artık hiç sorgulanmamasından doğduğu gibi, onların güçlü biçimde benimsenmesinden kaynaklanmaktadır. Burada sosyo-politik bir hegemonyanın olduğunu da teslim etmek durumundayız. Kadınlar ve kız çocukları yargı tarafından kuşatıcı ve değersizleştirici hegemonik bir ilişki çerçevesinde tanımlanmaktadırlar. Yargısal davranış, patriyarkal hegemonyanın ta kendisidir.
Tüm bunlar ışığında baktığımızda, İstanbul Sözleşmesi’nin öncesi elbette değerli. Oradaki kazanımlar, tartışmalar değerli. Bununla birlikte, İstanbul Sözleşmesi bir kere karşımıza çıktıktan ve bu kadar yetkin, bu kadar somut, bu kadar açık, net ve ilerlemeci bir bakış açısıyla kaleme alındıktan sonra, İstanbul Sözleşmesi’nin öncesine bir geri dönüş söz konusu olamaz. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme gerçekleşmiş olsa ve burada büyük bir politik tartışma karşımıza çıksa dahi, bu tartışmanın sonucu ne olursa olsun, İstanbul Sözleşmesi değerinden bir şey yitirmeyecektir. İstanbul Sözleşmesi büyük bir politik tartışmanın içinde kaybolmayacaktır. Çünkü bu kazanımlar ve gelinen aşama bakımından, edinilen deneyimlerden, geriye gidiş veya öncesine gidiş diye bir durumun söz konusu olmayacağını, İstanbul Sözleşmesi’ne karşı olanların da, yanında olanların da kavraması gerektiğini düşünüyorum.
İstanbul Sözleşmesi’nin sonrasına baktığımızda, belki de bazılarınıza iddialı gibi gözüken bu yorumum bakımından neyi kastettiğimi somutlaştırayım. Hukuksal açıdan, İstanbul Sözleşmesi çok önemli bir kazanım; gelinen bir aşamayı ve o aşamadaki son noktayı temsil ediyor. Bunu çok başarılı bir şekilde yapıyor. Fakat İstanbul Sözleşmesi bir uluslararası sözleşme. Bir uluslararası sözleşmenin iç hukuka aktarılmasında, uluslararası hukuk- iç hukuk ilişkisi bakımından devletlerin farklı anayasal politika tercihleri olabilir. Söz gelimi, İngiltere yerleşik bir liberal demokrasi olmasına rağmen ikici bir yaklaşımı benimser. Dolayısıyla mutlak bir şekilde bir kanunun varlığını arayarak, bir uluslararası sözleşmenin iç hukuka aktarılmasını esas alır. Bu açıdan İngiltere kendi iç hukuku açısından yaptığı bazı uyarlamalarla kozmopolitan yaklaşımlara oldukça açık gibi gözükse de, ikici yaklaşımı nedeniyle düşündüğümüz ölçüde kozmopolitan bir model değildir. ABD de uluslararası insan hakları hukukuna açıklık noktasında ve özellikle taraf olmadığı sözleşmeler dikkate alındığında kozmopolitan bir model değildir.
Bir başka ifadeyle, bazı eski demokrasilere ve bunların liberal özelliklerine bakıp, onların kozmopolitan nitelikler taşıyan insan hakları sözleşmelerini içselleştirmelerinde çok ileride oldukları sonucuna varamayız. Türkiye ise, insan hakları koruma mekanizmalarında ve insan haklarının korumasında sistematik ihlal örneği ‘kırmızı ülke’ gibi gözükse de, anayasal politika tercihinde kozmopolitan yaklaşımlara açık bir tutum izlemiştir. 1961 Anayasası sonrası, hala korunan, Anayasa’nın 90. maddesindeki hükmüyle birlikte uluslararası hukuk-iç hukuk ilişkisinde karma bir tutumu benimsemiştir.
Diğer yandan, Anayasa’da yapılan değişikliklerle, özellikle 2004 yılında yapılan değişiklikte, uluslararası insan hakları hukukuna ilişkin sözleşmeler bakımından özel bir niteleme yapmıştır. Bir başka ifadeyle, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalarla kanunların çatışması durumunda, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmanın öncelik taşıması gerektiği esasını benimsemiştir. Bu aslında, kozmopolitan ve uluslararası hukuka açık bir tutumun yansımasıdır. Diğer yandan, buna rağmen İstanbul Sözleşmesi özelinde bu sözleşmenin uygulanabilmesi için bir yandan Ceza Kanunu, bir yandan Ceza Muhakemesi Kanunu, öte yandan 6284 sayılı kanun ve benzer başka kanunlara ihtiyacımız var.
Sonuç olarak, İstanbul Sözleşmesi hukuksal uygulamada kendiliğinden ve doğrudan etki doğurulabilecek nitelikte değildir. Ancak bir kanunun, kanunların ve bazı ikincil mevzuatın varlığında ve bunlar İstanbul Sözleşmesi uyarınca benimsenen esasları yerine getiriyorsa uygulamada etki doğurur. Bununla birlikte, unutulmaması gereken çok önemli nokta var: 6284 sayılı kanun, çekilme iradesine rağmen halen daha İstanbul Sözleşmesi’ni bir yol gösterici olarak benimsemektedir. Bu hükümde bir değişiklik olsa dahi, 6284 sayılı kanunun ön gördüğü tedbir mekanizmaları ve genel yaklaşımı, diğer yandan Ceza Kanunundaki 2005 sonrası önemli kazanımlar ve Ceza Muhakemesi Kanunundaki kazanımlar İstanbul Sözleşmesi’yle büyük çapta uyumludur.
Öte yandan, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükte olduğu dönem bakımından, basında öne çıkan örnekler, siyasal iradenin, bu sözleşmeye ilişkin sahiplenici tutumundan uzaklaşmasıyla, yargının mağdur suçlayıcı ve fail kollayıcı tutumu arasında bir bağ olduğu sonucunu doğuruyor. Diğer yandan, Türkiye’deki genel yargı kültüründe siyasal iradenin, özellikle genelgeler aracılığıyla gösterdiği kadına yönelik şiddet ve insan hakları alanındaki olumlu tutumu daima yargı bakımından bir karşılık bulmuştur. 2006 yılındaki Başbakanlık Genelgesinde, şiddetin önlenmesi, cezalandırılması ve kovuşturulması bakımından açık, net, somut şekilde çizilmiş olan hedef ve yöntemler, yargı bakımından son derece etkili olmuştur.
Bir başka nokta ise, çok yakın zamanda yine bir bakanlık genelgesinin yayınlanmış olduğudur. Yeni genelge bakımından da bazı temel esasların yargı alanında ve genel olarak idare bakımından nasıl uygulanacağını ve nasıl bir etki doğuracağını hep birlikte gözlemleyeceğiz. Özetle, hukuksal alanda, bilinç seviyemizi yüksek tutmamız gereken nokta, Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ve 6284 sayılı kanun başta olmak üzere, İstanbul Sözleşmesi’nin özsel değerlerini, çekilmeye rağmen koruyan hukuksal alt yapıya sarılmamız gereğidir. Bu altyapıda geriye gidiş anlamını taşıyacak değişikliklerin olup olmadığını izlememiz gerekir. Hem yasama işlemleri bakımından hem genel siyasi irade bakımından geri gidişin olmaması, tersine sistemin eksikliklerin giderilmesi ve geliştirilmesi gerekir. Dolayısıyla ilerleyen dönemlerde çıkartılacak olan yeni genelgeler olursa ya da bir eylem planı açıklanırsa, bunları takip altına almak zorunludur. Tüm yeni politikalar, dikkatli bir analize tabi tutulmalıdır.
Biraz da siyasal-kamusal alanın önemine, sivil toplum açısından değinmek istiyorum.
Hiç kuşkusuz siyaset-kamusal alan deyince sadece sivil toplumu algılamıyoruz. Siyasetin bir de genel kamu politikası boyutu var. Kamu politikaları bakımından, çok uzun yıllardır hem iyi örneklerde hem de karşılaştırmalı hukukta bir deneyim ve birikim var. Kamu politikaları alanında cinsiyet eşitliği eylem planları, şiddete ilişkin özel eylem planları, kalkınma planları ve bunların içine sindirilmiş olan toplumsal cinsiyet etki analizi, toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme, içerici ve kapsayıcı toplumsal cinsiyet denetimi gibi farklı araçlar var. Türkiye’de bunların bir kısmı yerel yönetimlerde uygulanıyor, bir kısmı ismi konmamış olsa da kamu bürokrasisinde kullanılıyor, bir kısmı ise toplumsal cinsiyet eylem planı yapan kurumlarda, örneğin; üniversitelerde karşımıza çıkıyor. Diğer yandan siyasal bakımdan, siyasal partilerde de hem siyasi partinin içindeki uygulamalar hem de kadın politikaları bakımından bir tartışma devam ediyor.
İstanbul Sözleşmesi sonrasında, sivil toplumun daha önce de uyguladığı ve dünyada da uygulanan iyi modelleri yeniden düşünmesinde fayda olabilir. Bu iyi modellerin, toplumsal ve siyasal bağlama göre değişkenlik göstermesi ise kuşkusuz gerekli. Çünkü bir bağlamda uygun olan, bir başka bağlamda uygun olmayabilir. Şunu kast ediyorum: Türkiye’nin Avrupalılaşma evresi dediğimiz ve bizi İstanbul Sözleşmesi’ne taşıyan süreçlerde uygulanan stratejilerle bugün uygulanacak stratejiler arasında farklılık olması gerektiği açık. Bu farklılığın ne olması gerektiği ve ne ölçekte olması gerektiğini ancak tartışarak bulabiliriz. Farklılık olması gerektiği açık, çünkü o dönemde özellikle 2001- 2012 arası, Avrupalılaşmayla birlikte ilerlemeci politikalar öne çıktı. Hükümet ya da Meclis düzeyinde muhatap bulmak kolay olduğu için tek odaklı stratejiler daha çok işe yarıyordu. Ama şu anda çok odaklı bir stratejinin daha fazla önem taşıdığını düşünüyorum. Başka bir deyişle, farklı politik aktörlerle farklı bağları kurmak ve sivil toplumun içinde de bu bağları ve ağları farklı ölçeklerde, bazen yakın bazen uzak, bazen birlikte bazen ayrı, farklı söz ve eylem biçimleriyle pekiştirmek önem kazanacaktır. Her durumda, kadın sivil toplum örgütleri için tek tip ortaklaşmanın değil, çok modelli ortaklaşmanın; tek tip aksiyonun değil, çoklu aksiyonların; karar alıcı muhataplara ilişkin stratejilerde tek odaklılık değil, çok odaklılığın asıl olduğu, özellikle siyasal aktörlerle ilişkide bunun öne çıktığı bir taktik daha iyi işleyebilir.
Diğer yandan, sivil toplum bakımından bir gölge toplumsal cinsiyet eşitliği eylem planına, ancak özel olarak şiddetin önlenmesine ilişkin bir “gölge eylem planına” ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorum. Nasıl ki kamu otoriteleri şiddete ilişkin bir eylem planı hazırlıyorsa, sivil toplumun da benzer bir gölge eylem planının olmasını öneriyorum. Türkiye kadın hareketinin hem CEDAW hem GREVIO bakımından ya da –söz gelimi– 2007’de başlayan Anayasa Kadın Platformu deneyiminde gözlemlediğimiz stratejik işbirlikleri bakımından; EŞİK, Kadın Koalisyonu örneklerinde ve başka sayısız örnekte gördüğümüz işbirliği modellerini geliştirme süreçleri bakımından, benzer çalışmalar yaptığını biliyoruz. CEDAW’a ilişkin gölge raporda, GREVIO’ya ilişkin raporda, TCK Kadın’da da benzerlerini gördük. Benim şu anda saymadığım, pek çok farklı örneği de zikredebiliriz. Kanunlaşma süreçlerinde, İstanbul Sözleşmesi kabul sürecinde ya da uluslararası aktörlerle raporlama süreçlerinde bunun sayısız örnekleri var. Dolayısıyla buradan bir adım ileri giderek, şiddete ilişkin ve Türkiye’deki kadın sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu bir gölge eylem planına ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu eylem planı, bir yandan hükümetin açıklayacağı eylem planı veya planlarını takip edebilir, bir takip ve izleme mekanizması oluşturabilir; diğer yandan, bunu izlemekle yetinmez ve kendi sözünü de söyler, kendi sayısal hedeflerini, kendi maddi hedeflerini ve politika önerilerini de somutlaştırabilir.
Kadın örgütleri bakımından stratejik ortaklıklar ayrı bir önem taşıyor. Burada, her zaman uzlaşmak söz konusu olmayabilir ve uzlaşmamanın getirdiği birtakım avantajlar da olabilir. Farklı platformlar farklı etkinlikleri, bir kısmı toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkını kullanarak, bir kısmı sadece bilgi ve veri toplayarak, bir kısmı davaları takip edip raporlayarak ve bunların istatistiki analizlerini yaparak ilerleyebilir. Fakat içinde olduğumuz süreçte ve özellikle şiddet konusunda bir asgari metinde, bir ahitte, bir söz verişte, bir sonuç bildirgesinde, ismine ne dersek diyelim yalın bir politika belgesinde oydaşmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu ilkeler metninin değer taşıyacağını düşünüyorum. Burada kastettiğim ayrıntılı politika önerileri içeren bir metin değildir. İlkeler şeklinde, yalın, güçlü etkisi olacak ve bundan sonra sivil toplum düzeyinde eylem planının hazırlanmasında esas alınabilecek bir manifestodur.
Son 20 yılda cinsiyetçiliğin temel kanunlardan arındırılmasında, CEDAW izleme süreçlerinde, İstanbul Sözleşmesi sürecinde, GREVIO için, Evrensel Periyodik İzlemede (UPR) ve yargının fail kollayıcı tutumunun gün yüzüne çıkartılmasında akademi ile sivil toplum feminizminin birleştiğine ve Türkiye’de başarılı bir model türettiğine tanıklık ettik. Tüm kadın hareketi savunucuları, bu modelin yapıcıları ve yürütücüleridir. Bu başarıya, bu öyküye daha çok sarılmalıyız. Türkiye, söz gelimi Macaristan ile karşılaştırıldığında kadın hareketi açısından tarihsellik, kazanımlar, politika stratejileri üretme ve sonuç alma noktasında çok daha ileridedir. Kadın hareketlerinin de bir spektrumu vardır, bazıları çok daha köklüdür, etki gücü yüksektir, stratejik ortaklıklar, koalisyonlar geliştirme becerisi fazladır ve geçmişte normatif sonuçlar alabilmiştir. Türkiye’yi kadın hareketleri spektrumunda güçlü ve etkin bir model olarak görüyorum. Türkiye’nin sadece siyasetçilerin aldığı kararlardan, siyasal tartışmalardan, siyasal elitlerden ibaret olmadığını ve Türkiye’de norm yapıcılığında kadın hareketinin özel başarılarının öne çıktığını unutmamalıyız. Türkiye kadın örgütlenmelerinin etkisi ve kapasitesi, bütün farklılıklarına, uzlaşan ve uzlaşmayan noktalarına ve yaşadıkları güçlüklere rağmen çok yüksektir. İstanbul Sözleşmesi’nin sonrası, toplumsal cinsiyet eşitliği savunuculuğunu üstlenmiş bu büyük, kapsayıcı ve köklü ağın kurgulayacağı çok odaklı, çok hedefli, bağlamı gözeten, ortaklaşabilen, yerel, ulusal ve uluslararası yeni stratejilerle şekillenecek.
© Tüm hakları saklıdır.