31 Temmuz 2014 03:04
Bazı kelimeler bir araya geldiğinde tek tek sahip oldukları anlam ve etkiden katbekat fazlasını ifade ediyor.
"Rus kadını", sanırım buna güçlü bir örnek.
Kimsenin kolay kolay kayıtsız kalamadığı, hemen hepimizin olumlu ya da olumsuz bir yaklaşımla, en azından hissedilir bir merakla ilgi gösterdiğimiz kelimeler bunlar: Rus kadını, Rus kadınları, Rus kızları...
Rus kadını dünyada bir fenomen. (*)
Geçmişte belki de "çok uzaklarda" sayılan, sımsıkı kapatılmış "demir perde"nin gerisinden bazen bir sanatçı veya sporcu olarak çıkıp dünyanın gözüne çarpan, ama genellikle "bir görünüp bir yok olan" Rus kadınları, çeyrek yüzyıl kadar önce, başlangıçta ürkek adımlarla, daha sonra büyük bir özgüvenle ve giderek artan bir kalabalık halinde yerkürenin her yanına dağılmaya başladılar.
Diğer taraftan, "sosyalist sistem" denilen ittifakın ve ittifak lideri Sovyetler Birliği'nin dağılması sürecine bağlı olarak "yıkılan duvarlar"dan içeri girmek kolaylaştı. Dünyanın birçok yerinden gelip içeri bakanlar, Rus kadınıyla tanıştı. Gelenler giderek çoğaldı.
Önce dış görünüşleriyle dikkat çekti Rus kadınları. Güzeldiler, hatta çok güzeldiler pek çoklarına göre.
Açık renk gözleri ve tenleri, sarı saçları, kalkık burunları, uzun boyları ile erkekleri kendine hayran bırakan bir "Rus kadını tipi" yaygınlaştı dört bir yerde.
Sonra başka fiziksel özelliklerin de eklenmesiyle algı esnekleşerek genişledi, ama hayranlık kaldı.
Galiba dış görünüşün dışında bir şeyler daha vardı bu kadınlarla...
Davranışlarında bir farklılık...
Bazen abartılı görünse de genellikle çekici bulunan daimi bir kadınsallık, şu ya da bu şekilde cinselliğin ve güzelliğin sürekli vurgulanması... Aşkı her şeyin üzerinde tutma eğilimi, sabır ve fedakârlık... Özgüven ve erkeklere karşı davranışlarda rahatlık... Eğitimli ve kültürlü üslup... Risklere yatkınlık, cesaret... Yeni şartlara çok çabuk adapte olma yeteneği...
Böyle miydi hakikaten, yoksa yakıştırma mıydı bütün bu özellikler? Ya da kadınlara dönük erkek egemen söylemin birer tezahüründen ibaret miydi bu sıfatların hepsi? Bu özelliklerin arka planında tarihsel, sosyolojik bir nedensellik olabilir miydi?
"Fenomen" merakla kurcalanıyor, parçalar birleştirilmeye çalışılıyordu.
Bu gizemin kaynağı coğrafyaya yakından bakanlar, dünya savaşlarıyla, iç çatışmalarla, siyasi baskılarla, sürgünlerle, ölümlerle ve bitmek bilmez devrim ya da reform denemeleriyle kuşatılmış son derece acımasız bir tarihe tosluyordu.
Bu tarih on milyonlarca Rus erkeğini kırıp geçirmiş, ya bedenen ya da ruhen öldürmüştü. "Sağlam" kalan erkeklerin önemli bölümü hayatını içkiye, keyfe, tembelliğe adamıştı. Bu şartlarda üretimden aile yapısına kadar neredeyse her şey kadınların omuzlarındaydı.
Acaba işin sırrı biraz da burada mı yatıyordu?..
Rus kadını adındaki cazip bilmeceyi keşfeden erkekler büyülenmiş gibiydi. Bu keşiften önce duvarların dışında sakin yaşayagelen kadınlar ise sarsılmıştı.
Artık birçok ülkeden çok sayıda erkek, kendi kadınlarını "Rus rakipleri" ile kıyaslıyor, tercihini ikincilerden yana yapıyordu.
Hayatının önemli bölümünü Batı'da yaşayarak geçirmiş olan Rus edebiyatçı ve gazeteci Mihail Bersenev, 90'lı yılların ilk yarısında ABD'de sık sık "Rus kadını bilmecesi" ile ilgili sorulara muhatap olduğunu, önceleri herkese Lev Tolstoy'un Anna Karenina adlı romanını önerdiğini anlatıyor.
"Amerikalı erkekler, uçaklarla akın akın Rusya'ya giyordu", diyor Bersenev. "Çoğu, sözüm ona iş gezisi gerekçesiyle. Ama bu uzak ülkede başlarına neler gelebileceğini bilmediklerinden korkuyorlardı. O dönem Rus erkekleri 'mafya hesaplaşmaları' ile uğraşırken, Amerikalılar basit hediyeler karşılığında 'istediklerini alıyorlardı'. Tanışmalar, evlenmeler giderek arttı.
Rus kadınları da, tıpkı votka, petrol ve silah gibi, 'Rusya'nın sembolleri' arasına girdi. Kadınları 'ulusal gurur kaynağı' sayılan bir başka ülke var mıdır acaba?..
Batılı erkeklerin bir kısmı, giderek Rus kadınlarının 'daha iyi yürekli, daha titiz, daha evcimen ve daha iyi eş' olduğuna inanmaya başladı. Sanki onlarda büyük bir sıcaklık ve çekicilik deposu var gibiydi. Ve hep 'beğenilmek' arzusundaydılar; kendilerine, giydiklerine her zaman dikkat ediyorlardı.
Rus hemcinslerine kıyasla Batılı kadınlar daha maddiyatçı, daha talepkâr ve daha şımarıktı; aşırı derecede bağımsız ve kendine yeten bir havaları vardı. Kibar ve güler yüzlü olsalar da aslında daha 'soğuk'tular. Prensiplerine fazla bağlıydılar. Sahip oldukları olumlu özelliklerin değerini biliyor, kendilerini 'hak eden' (yakışıklı, akıllı, eğitimli, varlıklı vs.) erkeklere yöneliyorlardı. Ve sorun çıktığında çabuk vazgeçebiliyorlardı.
Rus kadınlar, Batılıların çoktan kapıyı çarpacağı durumlarda çok daha tahammüllü davranıyorlardı. Uzlaşma, Rus kadını için hayat tarzıydı. Belki de mesele buradaydı: Rus kadınlar daha iyi, daha mükemmel değil, sadece daha dayanıklıydı. Gerçeği ve insanları oldukları gibi kabul edebilmek gibi harika bir becerileri vardı."
Bersenev ve Batı'da yaşayan bazı Ruslar da, çok sayıda Batılı erkek de, 90'lı yılların ikinci yarısında zaman zaman "büyünün bozulduğunu" saptamak durumunda kaldılar.
Batı'ya göçen birçok Rus kadınında, bir süre sonra önemli değişmeler ortaya çıktı. Şımarmaya, maddiyatçı tercih ve tutumlar sergilemeye, ilk fırsatta kendilerini Batı'ya getiren kocalarından kurtulmaya ve daha "akıllıca seçimler" yapmaya başladılar.
Bu tür "düşündürücü" örneklere sık sık rastlanması sonucu, 2000'li yıllarda Batı'ya gelin giden Ruslarla ilgili "mutluluk öyküleri" her ne kadar azımsanmayacak sayıda devam etse de, artık eskisi kadar çarpıcı sayılmıyordu.
Ama dünyanın bir dizi ülkesinden erkekler, giderek artan oranda, kendilerine eş olarak Rus kadınlarını seçiyordu. Bunlar arasında Türkiye ön sıralarda yer alıyordu.
Türkiye, "Rus kadını" kavramından dünyada belki de en çok etkilenen ve onunla ilgili en yoğun tartışmaların yaşandığı ülkelerden biri.
İlk perde 1917 Ekim Devrimi sonrasında ülkesinden kaçan yüz binlerce Rusun bir bölümünün Türkiye'ye sığınmasıyla yaşandı. O zamanlar kimilerinin "haroşa" adını taktığı Rus kadınlar, Türk toplumunu, özellikle İstanbul'u farklı tavırları, kültürel birikimleri ve güzellikleriyle derinden etkiledi. Zorunlu göçmenlerin çoğu birkaç yılda başka ülkelere gitti. Ama nispeten az da sayılsa kalanlar oldu.
Kitlesel olarak tanışma süreci 1990'lı yılların başında ortaya çıktı. Sovyetler Birliği'nin yıkılışına bağlı olarak neredeyse aynı anda yaşanan üç süreçle: Bavul ticareti, fuhuş ve turizm. Bunlar, Rusya'dan ve öteki eski Sovyet cumhuriyetleri ile sosyalist ülkelerden kadınlarla Türkiye toplumunun ve özellikle de erkeklerin tanışması açısından hızlı ve yoğun bir dönemi başlattı.
Deyiş yerindeyse Türkiye "şok yaşadı"; kimisi "gerçek kadını ve cinselliği yeni(den) öğrendiği" duygusuna kapıldı, kimisi “namus elden gidiyor ve Türk aile kurumu yıkılıyor" diyerek Rus kadınlara düşman oldu. Farklı amaçlarla (ticaretle uğraşmak, tatil yapmak, fuhuşla geçimini sağlamak) Türkiye’ye gelen kadınlar birbirine karıştırıldı. Bir özensizlik, kabalık, hatta nefret söylemi olarak "nataşa edebiyatı" doğdu ve hatta sonra Türkiye'den başka ülkelere de yayıldı.
Moskova'da birkaç yıl faaliyet gösteren, benim de kurucuları ve eşbaşkanları arasında olduğum Rus-Türk Araştırmaları Merkezi RUTAM, 2004'te Türkiye'nin yedi kentinde "Rusları nasıl bilirsiniz?" adı altında bir anketin yapılmasını sağlamıştı. Sonuçlar ilginçti; "Ruslar" denince ilk akla gelenler şöyle sıralanıyordu: "Hayat kadınları" (yüzde 33,6), "soğuk" (yüzde 20,9), "votka" (yüzde 12,2), "sanat ve kültür" (yüzde 9,7), "sosyalizm ve komünizm" (yüzde 9,4)...
Elbette son on yılda köprülerin altından çok sular aktı, Ruslar ve Türkler birbirini daha yakından tanıdı, önyargılar büyük ölçüde etkisini kaybetti.
Bunu, şu anda okuduğunuz yazı dizisini hazırlamak için İstanbul, Antalya ve İzmir'de görüşme yaptığım çok sayıda Rus ve Türk de dile getirdi. Ancak aynı zamanda, stereotiplerin bir anda ortadan kalktığını savunmanın mümkün olmadığını da kendi hayatlarından çeşitli örneklerle vurguladılar. Bu konulara ileriki bölümlerde daha yakından bakacağız.
Bununla birlikte, geçen yıllar içinde Türkiye'nin Rus kadınlara giderek alışmaya başladığı bir gerçek. Yaşanan aşkların ve kurulan ailelerle doğan ortak çocukların sayısı giderek arttı. Ruslar, Türkiye'nin kültürel ve toplumsal yapısında kendilerine yer açtılar; toplum onları kabul etti. Hâlâ bir dizi sorun ve tartışma yaşansa da, sözünü ettiğimiz 20-25 yıllık bu süreç artık konuyu bambaşka bir hale getirdi.
Bugün on binlerce Türk-Rus aile var. Ayrıca resmî olmayan (nikâhsız) birliktelikleri ve eski Sovyet coğrafyasının çeşitli ülkelerinde kurulan aileler ile yaşanan aşkları da görmezden gelemeyiz.
Sonuçta ele aldığımız konu, akrabalık-yakınlık ilişkilerini de düşünürsek milyonlarca insanı, sosyolojik değeri bakımından neredeyse bütün Türkiye’yi (ve elbette "gelinlerin ülkelerini") ilgilendiriyor.
Yazı dizimizin ilk bölümünü tamamlarken Rus kadınlarının ülkemizin tarihinde, kültüründe ve edebiyatında hissedilir bir yer kapladığını da hatırlatalım. Daha 18. Yüzyıl'da (muhtemelen 1793'te) divan şairlerinden Enderunlu Fazıl Zenannâme (Kadınlar Kitabı) adlı bir eser yayımlamıştı. Osmanlı'da toplatılan ilk kitap sayılan Zenannâme'de bir yerde "şeytanın ocağıdır kâfir" diye de bahsedilen Rus kadınları şöyle anlatılıyordu:
"Çirkin, sarı yüzlü, mavi gözlü, uğursuz, kar gibi, soğuk yılan gibidirler. Bu kadınlar cinsel açıdan hararetlidir."
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, Sait Faik'in kitaplarında zaman zaman 1917 Ekim Devrimi sonrası Türkiye'ye kaçan Ruslardan, bu arada Rus kadınlardan ("haroşalar") bahsediliyordu. Bir dizi kitapta ise Rus kadınları veya Rus-Türk aşkları ana konu oldu.
Çete (Refik Halid Karay, 1975), Haraşo'dan Nataşa'ya (Berat Günçıkan, 1995), Kurt Seyit ve Şura (Nermin Bezmen, 2006) (şu sıralarda dizi filmi de gösterimde), Mavi Çayırın Kadınları (Çiğdem Sezer, 2013), Agafya (Ertürk Akşun, 2014), Hüzün Yoldaşım / Belaya Berioza -1, (Taşkın Konuralp, 2014) gibi.
Filmler bakımından da konuya büyük ilgi gösterildiğinin altını çizelim ve birkaç örnek verelim:
Vagon (Semir Aslanyürek, 1992) (bu arada Aslanyürek'in Sovyetler Birliği'nde yedi yıl sinemacılık eğitimi aldığını belirtelim), Balalayka (Ali Özgentürk, 2000), Rus Gelin (Zeki Alasya, 2003), Döngel Kıraathanesi (Hakan Algül, 2005), Muro (Zübeyr Şaşmaz, 2008), Elveda Katya (Ahmet Sönmez, 2012), Soğuk (Uğur Yücel, 2013).
Ayrıca birçok filmde ve televizyon dizisinde Rus kadını ve Türk-Rus aşkları, evlilikleri şu veya bu şekilde gündeme geldi. Bu filmler içindeki kahramanlar arasında herhalde en etkilisi, ünlü Muhteşem Yüzyıl dizisindeki Rus (Ukrayna) kökenli Hürrem Sultan (Aleksandra veya Roxelana) oldu. Bu arada söz konusu dizinin gösterildiği ülkeler arasında Rusya ve Ukrayna da var.
Diğer taraftan Rusya'da da Türk-Rus aşklarını ele alan filmler yapıldı. Bunlar arasında en çok tartışılanı kısa süre önce Rusya Birinci Kanalı'nda gösterilen Yasemin (Yasmin) adlı dizi (Kseniya Zarutskaya, 2013) oldu.
Sanat ve kültür ürünleri, ele aldığımız konu bakımından yoksul sayılmaz ve giderek daha da zenginleşiyor. Ama kuşkusuz, asıl zenginlik ve sınırsız deneyimler, hayatın içinde yer alıyor; Türkiye'de, Rusya'da ve başka ülkelerde yaşanan ilişkilerde, aşklarda, ayrılıklarda, evliliklerde, doğan ortak çocuklarda gizleniyor.
Yazı dizimizin sonraki bölümlerinde bu gizemin günlük hayattaki bazı boyutlarına biraz olsun ışık tutmaya çalışacağız.
Cumartesi 2. bölüm: Türkiye'deki gizli Rus ordusu
(*) Burada ve yazı dizisinin sonraki bölümlerde "Rus kadını" derken, yalnızca etnik olarak Rus ulusuna ait olan kadınları değil, dünyadaki yaygın algıda olduğu gibi, Rusya Federasyonu'nun ve diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinin (Ukrayna, Belarus, Moldova, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve şu anda AB üyesi olan üç Baltık cumhuriyeti: Letonya, Litvanya, Estonya) yurttaşı olan ya da kökleri oralara dayanan tüm kadınları kastediyoruz. Aynı şekilde "Türk erkeği" derken de, Türkiye'nin ister Türk, ister Kürt, Laz, Arap vs. olsun, tüm erkeklerinden bahsediyoruz.
© Tüm hakları saklıdır.