Vladimir Putin 1999 yılının yaz aylarında, o dönemin Devlet Başkanı Boris Yeltsin tarafından başbakanlığa atandığında kamuoyunda neredeyse hiç tanınmıyordu. Ancak, kısa süre sonra başlayan 2.Rus-Çeçen Savaşı Putin’in bir anda halkın gözünde “kahraman” düzeyine yükselmesini sağladı. O yılın son günü, yani 31 Aralık’ta Yeltsin görev süresinin dolmasına üç ay kala beklenmedik şekilde istifa etti. Yeltsin'in “halef” olarak gösterdiği Putin, savaş rüzgarını da arkasına alarak seçimi kolayca, hemen birinci turda halkın yüzde 53’ünün desteğiyle kazandı.
Putin'in önünde Yeltsin döneminde başlayan dağılma sürecini durdurmak, Rusya’nın uluslararası alanda yeniden ciddiye alınan, saygı duyulan- ve biraz da korkulan- bir ülke olmasını sağlamak ve ekonomik istikrarı sağlamak gibi tarihi görevler vardı. Putin bu görevlerin hepsinde genel anlamda başarılı oldu.
Öncelikle Çeçen savaşını kazanarak Kafkasya’da başlayabilecek ayrılıkçı hareketlerin önünü kesti. Diğer eski Sovyet cumhuriyetlerinin çoğunun yeniden Moskova’nın çevresinde toplanmasını sağladı. Yeltsin zamanında alay edilen ve küçümsenen Rusya’nın yerini elindeki enerji kaynaklarını gerekiğinde silah olarak kullanmaktan çekinmeyen, kendine güvenen bir ülke aldı. Arka arkaya gelen ekonomik krizlerle geleceğe umutsuz bakılan, maaşların aylarca ödenemediği bir ülke yerini büyük ölçüde ekonomik istikrara kavuşmuş bir ülkeye bıraktı.
Putin’in gündeminde demokrasi hiçbir zaman ön sıralarda yer almadı, o hep “kontrollü” ya da “yönetilen demokrasi”yi tercih etti. Yani, “Halka ne kadar demokrasi gerekeceğini ben karar veririm”olarak özetlenebilecek bir yönetim tarzını benimsedi.
Bu koşullarda yapılan 2004 seçimlerini oyların yüzde 71’ini alarak kazanması sürpriz olmadı.
1 numaradan 2 numaraya
Putin’in Kremlin’deki ikinci dönemi bir tartışmayı da beraberinde getirdi: Anayasaya göre aynı kişi üç dönem arka arkaya devlet başkanlığı yapamıyordu. İki olasılık vardı: Putin ya başkanlığı bırakacak ya da anayasada değişikliğe gidecekti. Aslında o kadar güçlüydü ve halk tarafından o kadar çok seviliyordu ki, anayasa değişikliği onun için çocuk oyuncağıydı. Ayrıca, o kadar rakipsizdi ki, büyük olasılıkla Batılı ülkeler bile anayasa değişikliği karşısında büyük gürültü koparmazdı. Ama o birinci yolu seçti, yani başkanlıktan ayrılacağını açıkladı. Başkanlıktan ayrılacak ama bu sefer başbakan olacaktı, yani “2 numara”ya geçecekti.
Anayasa değişikliğine gitmemesinin nedeni herhalde asıl niyetinin başkanlık koltuğunda daha uzun süre oturmak olmasaydı. Başkanlıktan ayrı kalacağı dört yılı tamamladığında iki dönem daha görev yapabilecekti. Üstelik başkanlık süresi dörtten altı yıla çıkarılacaktı. Yani, 2012’de yeniden başkanlığa dönerse 2024’e kadar Kremlin’i yönetebilecekti.
Böylece Putin 2008 yılındaki başkanlık seçimlerine katılmadı ve yerine aday olarak Dmitri Medvedev’i gösterdi. Putin’le St.Petersburg yıllarına dayanan dostluğu bulunan ve hükümette başbakan yardımcılığı yapan Medvedev seçimi aslında çoğu kişiyi şaşırttı. Medvedev kızdığı zaman masaya yumruğunu vuracak karizmatik bir liderden çok Batılı Avrupalı kibar sosyal demokrat politikacılara benziyordu. Deep Purple hayranı olan, elinden iphone’u düşmeyen Medvedev’in normalde herhalde değil böyle bir seçimi kazanması, aday olması bile düşünülemezdi ama Putin onu işaret ettiği için oyların yüzde 70’ini alarak başkan seçilmesi çok kolay oldu. Putin ise aynı anda başbakanlık koltuğuna oturdu. İktidarın paylaşılmasına dayanan “Rus modeli” böylece 2008 yılında uygulamaya konuldu.
Perde arkasındaki isim: Putin
Medvedev başarılı olamadı çünkü herkes ülkenin gerçek liderinin Başbakan Putin olduğunu, hiyerarşide “ 2 numara” olmasına rağmen ülkeyi perde arkasından onun yönettiğini biliyordu. Bu durum otomatikman Medvedev’in başkanlıktan aldığı gücü azalttı. Kısa boyu nedeniyle halkın “Nano Başkan” adını verdiği Medvedev bürokratlara sözünü dinletmeyi başaramadı. O kadar ki, Kremlin’deki çok önemli bir konuşması sırasında, bu tür konuşmalar sırasında Putin’i gözlerini kırpmadan dinleyen bürokratlar cep telefonlarıyla ilgilenmekte sakınca görmemişti.
“Emanetçi” etiketinden ve Putin'in gölgesinden bir türlü kurtulamayan Medvedev’in 2012 yılındaki başkanlık seçimlerine katılmayacağını açıklaması çok da sürpriz olmadı. O yılın mart ayında yapılan seçimi başkanlığa dönen Putin oyların yüzde 63’ünü alarak kazandı, Medvedev ise boşalan başbakanlık koltuğuna oturdu. Öyle görünüyordu ki, Putin başkanlıkta başarılı olacak bir kişiden çok istendiği anda kendisine koltuğu “iade edecek” bir kişi seçmişti.
“Putin-Medvedev modeli” kısaca böyle. Bu formülde liderle onun yardımcısı olmayı göze alan, lidere her koşulda sadık, “Git” denilince giden “Gel” denilince gelen bir kişi var. Yani, o kişinin arka planda kalmayı, birinci değil de ikinci kişi olmayı kabul etmesi gerekiyor.
Türkiye'de uygulanır mı?
Bu formülün Türkiye'de uygulanabilmesi için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi halinde başbakan olacak kişinin iplerin Çankaya’da olacağı gerçeğini kabullenmesi gerekiyor. Rusya başkanlık sistemiyle yönetiliyor, yani hem hiyerarşik hem de fiili olarak devlet başkanı en tepedeki kişi. Türkiye’de ise hiyerarşik anlamda cumhurbaşkanının en üst düzey devlet görevlisi olmasına rağmen gerçek iktidar başbakanın elinde. Dolayısıyla, eğer “ Rus modeli” Türkiye’de uygulanırsa başbakanın cumhurbaşkanının gölgesinde kalmayı peşinen kabul etmesi gerekiyor.
Diğer yandan, Başbakan Erdoğan’ın parti tüzüğünde değişiklik yaparak üçüncü bir dönem için başkanlığı, dolayısıyla başbakanlığı üstlenmesi de mümkün.