Şair Veysi Erdoğan 12 yıl aranın ardından Ve Yayınevi'nden çıkan yeni kitabı 'Kendimden Biri Değilim' ile yeniden okurlarıyla buluştu.
Yeni kitabı, Kendimden Biri Değilim'i "dini ve ahlaki öğretilerden, inanca dair düşünüş biçimlerinden uzak bir yerde" konumlandıran Şair Veysi Erdoğan, "Kendimi karşıma aldım" diyor.
Abdurrahman Akel'in Kendimden Biri Değilim şiir kitabı üzerine Veysi Erdoğan'la gerçekleştirdiği söyleşi şöyle:
Kendimden Biri Değilim, ilk kitabının üzerinden 12 yıl geçtikten sonra yayımlandı. Özellikle bu zamana çokça vurgu yapıldığını gördüm. Merak ediyorum: Neden bu kadar uzun bekledin? Bir kitabın çıkması için uzun yıllar gerekli mi?
Bazı kitaplar, kendini oldurmak için varlığını zamana yaymayı uygun görür. Yavaş yavaş akmayı, birdenbire olana tercih eder. Kendimden Biri Değilim de böyle bir kitap. Öte yandan bir kitabın çıkması için uzun yıllar gerekli değil bence. Çünkü evrendeki her şeyin kendine ait bir zamanı var. Önemli olan o zamanı açabilmek ve kendi varlığına dâhil edebilmek.
Kitabın neredeyse yarısını temsil eden kırk bölümden oluşmuş “Kendine Gecikmiş” şiiri, insanın üstesinden gelemediği birtakım meseleleri “kendi” sözcüğüyle dillendiriyor. “Beni bana bırakma bu kendim benim değil” diyor mesela. Her ne kadar bir şairin kendi şiirinden bahsetmesi zor olsa da bu şiir üzerine bir şeyler söyleyebilir misin? Meselesi nedir? Sözünü nereden alıyor?
Şöyle diyeyim: Uzun zamandır bende gezinen bir duygunun olgunlaşıp kendini bana göstermesiyle başladı bu şiirin fikri. İçimden durmadan dolaşan gelmeyeceğini bilmeyen o kimse, dert edindiğim birçok şeyi kendisine bağladı. Şimdi olduğu gibi, o vakitler de “kimse”ye imreniyor, mütemadiyen onun yerinde olmak istiyordum. Çünkü yoktu, dünyada değildi ve gelmeyecekti. Bu hiçbir zaman olmayacak olandı ve beni acayip ilgilendiriyordu.
Sanırım burada bu şiirin merkezine oturmuş olan gelmeyeceğini bilmeyen kimseye neden imrendiğimi ve onun yerine geçmek istediğimi söylemeliyim. Bu, çok çatallı yollardan yürümeye benziyor. Kusur, gecikmişlik, ölüm, dünya, belirsizlik, zaman, sebep, töz, insan, kurtuluşsuzluk, körlük, telaş, boşluk gibi sözcükler; bu çok çatallı yolun her biri olabilir pekâlâ ve daha fazlası. Ben, bunların her birini büyük bir soru olarak karşıma aldım. Onlara her yanıt verişimde bir kez daha gördüm ki insan dünyaya yenildiğini görmeye gelir. Bir kez daha gördüm ve anladım ki kimse ağırlığından kurtulamaz.
Demem o ki ben gelmeyeceğini bilmeyen o kimse olsaydım, bunların hiçbirine gerek kalmazdı. Ben o kimse olsaydım bana gerek kalmazdı. Bu da fevkalade iyi bir şey olurdu.
Adı geçen bu çatallı yollardan biri de şiirinin ana damarı gibi duran “kusur” sözcüğü. “Kara Lehim” şiirinde “insan, kusurundan ilim öğrenir” diyorsun. Bir önceki yanıtında sıraladığın sözcükleri yeniden düşünürsek bunların olumlu anlamda bir şeyler öğrettiğini de söyleyebilir miyiz?
Elbette söyleyebiliriz. Bize değen her şeyin varlığa açılan bir başka kapısı vardır. Tecrübeyi, o kapıdan geçirebilenler, görmeye daha çok yaklaşır. Görmek bir mertebedir bence ve hayata dair öğrendiklerimizin bir elekten geçirildiği yerdir. Burada düşünce olgunlaşır. Kelimeler kendini yeniler. Varlık, farklı anlamlara uzanır. Bu dizenin varmak istediği yer de sanırım burası.
İlk kitabında yer yer kendini gösteren mistik hava ve tasavvufu çağrıştıran öğelerin bu kitapta olmadığını gördüm. Kendimden Biri Değilim daha çok metafizik meseleler üzerine yoğunlaşmış gibi duruyor. Bu konuda ne dersin?
Haklısın. İlk kitabın mistik ve tasavvufi olanla ölçülü bir yakınlık kurduğunu söyleyebilirim. Bu, kültürel anlamda bir kendiliğindenlik aslında. Kendimden Biri Değilim ise dediğin gibi metafizikle iç içe bir kitap. Dini ve ahlaki öğretilerden, inanca dair düşünüş biçimlerinden uzak bir yerde konumlanıyor. Başka bir ifadeyle dünyevi olanı içermesiyle seküler, varlık meselesinin etrafında dönmesiyle ontolojik temellidir, diyebilirim.
Kitabın Levhalar bölümüne gelmek istiyorum. On dizeden oluşmuş on farklı şiir var burada. Üstü örtük bir kurgunun gölgesi hissedilmiyor değil. Bize biraz kapı aralayabilir misin acaba?
Bu bölümün fikri Kieslowski’nin Dekaloglar serisinden hareketle oluştu. On Emir’in her birini yeni bir bakış açısıyla yorumlayan bu filmler, Kieslowski’de olduğu gibi bende de kendi deneyimimden geçti. Ne onun On Emir’den hareketle yaptığı filmler, On Emir’in bizzat kendisi oldu, ne de benim Kieslowski’den hareketle yazdığım şiirler.
Kendimden Biri Değilim her ne kadar varlığın farklı halleriyle bütüne yayılsa da “Elimin İçine Bağır Beni”, “Sana Gümüş Seslendim”, “Kara Lehim”, “Kendine İndikçe Bir” gibi aşka açılan şiirlerle birlikte “Yarasının Oğulları”, “Tuzun Kanadığı”, “Yas Bilenir” şiirleri gibi politik olanı da içeren bir kitap. Katılır mısın bilmem, politik olan sanki kendini biraz geriye çekmiş gibi duruyor.
Kendimi karşıma aldığım bu kitapta, politik olan ister istemez bir adım geride olmalıydı. Çünkü birincil amacım, aklımı ve ruhumu kurcalayan kendimde dolaşıp onu söze dökmekti. Nitekim öyle de oldu. Kitabın büyük bir bölümünü kaplayan “Kendine Gecikmiş” şiirinin dışında her bölümde kendimin etrafında dönen şiirler yazdım. Doğal olarak politik olan da sessizlikten yanaymış gibi durdu.
Peki, politik olanı şiire taşırken nasıl bir yaklaşım içindesin?
Mümkün mertebe bağırmamaya, öfkemi ölçülü bir nezaketten geçirmeye çalışıyorum. Burada dil ve estetik tavır devreye giriyor haliyle. Şiire eğilirken zamanın büyük bir bölümünü onlarla geçiyorum. Bunu yaparken de meselemi evrensel bir bakışla ele almaya özen gösteriyorum. Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insanın bu şiir benden bahsediyor ya da bizden, diyebileceğini varsayarak.
“Yas Bilenir” şiirinde mümkün mertebe bağırmamaya, öfkemi ölçülü bir nezaketten geçirmeye çalışıyorum dediğin şeyi görüyorum. Örneğin “bunu bana siz verdiniz bu kâbusu” dizesiyle başlayan ilk kıvılcım, “ne zaman istersem bir çiçeğe ad olabilirim” ile bitiyor. Dil ve estetik tavır burada olabildiğince naif ve çok içerden ilerliyor. Bu, Zamirler bölümünün bütün şiirlerinde neredeyse aynı etkiye sahip. “Yarasının Oğulları” şiirinde tekrar eden “onları orada bıraktım” dizesi mesela, sakin bir tonda şiirin bütününde dolaşarak meselesini tam da olması gerektiği yerden yakalıyor. Şunu sormak istiyorum: Çatladı çatlayacak gibi duran bir meseleyi, naif olana yaklaştırma konusunda, şiirin sesini kaybetmeden yürümeyi nasıl sağlıyorsun? Bunu yakalamak için nasıl bir disiplinde çalışıyorsun?
Böyle bir soruya nasıl yanıt vereceğimi bilmiyorum açıkçası. Belki ilk sözcük şiir işçiliği adına sabır olabilir, sonra da acıyı kirletmemekten bahsedebilirim. Sabır, dilin olanaklarını görmemde bana berrak bir bakış bırakmıştır hep. Gideceğim yere varmada bir ışık. Acıyı kirletmemekse -adı üstünde zaten- anlamını yitirmemek adına bir samimiyet içerir. Her yere uzanmış, durması gerektiği yeri bilmeyen bir acı, kendisine ait olmayı bırakır çünkü.
“Kendinin Çırağı” şiirinde “dedim sen kendinin çırağısın bu gövdede / istesen de olmayacaksın istemesen de” diyorsun. Kitapta buna benzer başka dizeler de var. Şiirini kat eden bu olmama hali neye dair? Ona nereden, ne şekilde yaklaşıyorsun?
Bu kitap üç farklı “olmama” haliyle örülü. “Kendinin Çırağı” şiirinden aldığın bu dizeler, yeryüzünün mükemmeliyeti karşısında insanın eksikliğine ve ona hiçbir zaman yetişemeyeceğine dair olabilir. Buna kusur da eklenebilir, tamamlanmamışlık da. Bir diğeri, içinden çıkılamaz olan dünyanın insanı çepeçevre kuşatmasına dair. Bu hal; dünya tarafından kıstırılmış, kendi uzağına düşmüş bir varlığın yok oluşa yürümesi şeklinde okunabilir. Sondaki ise kitabın asıl fikrini “gelmeyeceğini bilmeyen o kimseye” ithafıyla işaret etmiş, hiçbir zaman olmamış ve olmayacak olanın bizzat kendisi olmayı imkânsızda dilemiş bir hâl.
Söyleşiyi senin sözlerinle bitirelim. Neler söylemek istersin?
Eninde sonunda bize düşen kendimiz bile değiliz.