*Türey Köse
Hayatı ve hatta siyaseti hep edebiyat aracılığıyla kavramak, yorumlamak isteyen bir okur olarak bu umutsuzluk günlerinde Avusturyalı yazar Stefan Zweig düşüyor sık sık aklıma. “Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar”da roman tadında biyografilerle Casanova, Stendhal, Tolstoy’u anlatan Stefan Zweig, “kendi hayatının sonunu” ise bir trajedi olarak yazmayı seçmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın ruhunda yarattığı acı ve çaresizliğe dayanamayan yazarın eşi ile birlikte intihar etmesinin ardından çekilen o son kare, umutsuzluğun fotoğrafı olarak geliyor gözümün önüne. Birbirlerine sarılmış ve hayata gönüllü vedayla huzura kavuşmuş iki beden...
Çokdilli, çokkültürlü Stefan Zweig’e bildikleri yaşama gücü vermemiş. “Maalesef benim ait olduğum lisan, kültür ve ülke karanlık bir deliliğin içinde kaybolmak üzere. Benim için artık Avusturya öldü” demiş. Brezilya’da sürgündeyken yaptığı bir söyleşide de ruh halini şöyle anlatmış:
“Bir İngiliz şehrine şu kadar bomba yağdırıldığını, Atlantik Okyanusu’nda bir Fransız gemisinin torpillendiğini ve şu kadar yolcu ile battığını okuduktan sonra nasıl çalışabilirim? Artık gazeteleri açamıyorum, çünkü böyle haberleri okuduğumda, böyle sayıların dile getirdiği o dev insani yıkım karşısında ürperiyorum ve üstelik bu yıkımın daha önce olanların, şimdi de her gün devam edenlerin ancak çok küçük bir yüzdesi olduğunu da biliyorum. Düşünülebilecek en anlamsız yıkımın dünyayı kasıp kavurduğunu, binlerce ve binlerce masum insanın o yıkıma kurban gittiğini bildikten sonra nasıl soluk alabilirim, uyuyabilirim, yemek yiyebilirim ve çalışabilirim? Çünkü yaratmak, bir şeyler inşa etmek demektir ve şeytani bir yıkımın sürüp gittiğini bildikten sonra, bu bilgi ile eşzamanlı olarak nasıl bir şeyler inşa edebilirim!”
Stefan Zweig, Montaigne biyografisinde savaş zamanlarında erdemli bir insanın sorması gereken sorunun “Nasıl hayatta kalırım”dan çok “Nasıl insanlığımı korurum” olduğunu vurgular. İkinci soru; tüm savaş, katliam, baskı ve zorbalık zamanlarının en can alıcı vicdan, etik sınavı sorusu değil midir? Zweig, Nazilerin ve bombaların erişemeyeceği bir uzaklıkta, Brezilya’da yaşamasına karşın, 23 Şubat 1942’de intihar etti. Veda mesajında dostlarına “Bütün dostlarımı selamlarım! Umarım, uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını hâlâ görebilirler! Ben, çok sabırsız olan ben, onların önünden gidiyorum” diye seslenmiş. Ah o bitmeyen uzun gece!…
Zor zamanlarda edebiyata, kitaplara sığınan bir okur olarak “umut” arayışına Stefan Zweig’la başlamak pek akıllıca görünmeyebilir. Tamam, Zweig kendi hayatıyla ilgili son sözünü bir trajedi formunda söyledi. Biz yine de o son sözlerindeki umut kırıntısına sarılalım; biraz daha sabırlı olalım ve “sabahın kızıllığını” bekleyelim, o “kızıllığa” inanalım...
Gündüz Vassaf’tan bir iyimserlik kitabı
Gündüz Vassaf’ın “Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar” kitabıyla iyimserlik aşılamaya çalıştığı yorumlarını görünce hemen bu kitabı okumaya başladım. Vassaf kitabını son dönemde iyimserliğimizin, umudumuzun miladını oluşturan “Küresel Gezi gençliği ve ebeveynlerine” adamış. Umuttan söz edilecekse “Haziran” günlerini, Gezi mücadelesini anmadan olmaz. Gündüz Vassaf kitabın yayımlanmasından sonra verdiği bir söyleşide “Gezi bitmedi. Bilakis, daha nerelerden, ne çok farklı yerlerden çıkacak…” sözleriyle de umutlarımızı tazelemeye çalışıyordu.
Gündüz Vassaf kitabında evrendeki yerimizi anımsatıp, “gezegen bilincine ulaşmanın” önemine vurgu yapıyor. Arkasından “Türümüzün aymazlığı karşısında ne yapabilirim” sorusuna yanıt arıyor. “N’olcak bu memleketin hali” diye arabesk yakınmalarda dağılmaya ya da içki masalarına kaçmaya hazırlanan okurlar durun!
Büyük düşünün, sadece “memleket” değil, gezegen tehlikede! Savaş, ırkçılık, faşizm, küresel ısınma, türlerin tükenişi... Gündüz Vassaf “Çaresizliğimiz bizi kötümserliğe, edilgenliğe itiyor. Ya da vurdumduymazlığa. Hedonizme. Benden sonra tufan psikolojisine” deyip okuru uyarıyor. Arkasından “Dünya iyiye gidiyor, savaşlar azalıyor” derken, bu görüşünü güncele takılmadan tarihsel perspektiften bakarak gerekçelendiriyor. Dayanak olarak da, Harvard Üniversitesi’nden psikolog Steven Pinker’in bir konuşmasındaki şu verileri aktarıyor:
“Sadece iki dünya savaşını değil, tarihte de en çok savaş çıkartan Batı Avrupa’da 60 yıldır savaş yok. Oysa 1945’e kadar 600 yıl boyunca kendi aralarında iki yılda bir savaş çıkarmışlar.
Eski savaşların ölüm oranlarını 20. yüzyıl dünya savaşlarına yansıtacak olsaydık, ölü sayısı 100 milyon değil iki milyar olurdu.
Bireysel şiddet eskiye göre yok denecek kadar az. Batı Avrupa’da 800 yıllık cinayet kayıtlarına göre, 1200 yılında öldürülme olasılığı 2000 yılına göre otuzbeş misli.”
Gündüz Vassaf “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” diyen Adorno gibi filozoflara kulak asmayın, diyor. Okuruna “Tarihsel bellekleri birkaç haftadan öteye gitmeyen gazetecilerden, köşe yazarlarından kurtulalım yeter” diye sesleniyor. Eyy karamsarlar, umutsuzluğa teslim olanlar, içki masalarında “gidelim buralardan” muhabbetine dalanlar bu taş hepinize/hepimize! Gündüz Vassaf yakınmak, şikâyet etmek yerine bir şeyler yapmayı öneriyor. “Sınıf değil sorun odaklı, ideoloji reçetesiyle değil, eylem pratiğiyle, partisiz, lidersiz” eylem öneriyor. “Örgütlere karşı örgütlenme” diyor. Elbette, bu son söylediklerine karşı çıkanlar olacaktır. Örgütsüz eylem sonuç verir, vermez, bu tartışmaya girecek değilim. Onun yerine “Kötümserliğe kapılıp edilgenleştikçe, değişim erteleniyor, düzen sürüyor. Değişim biziz” sözlerinin altını çizmek istiyorum.
Unutmayın umutsuzluk bulaşıcıdır. Umut da!.. Ve umut şiirdir, umut şiirdedir. Kitaplarda “umut” ararken, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun pastoral bir iyimserlik aşılayan o dizelerini anmadan olmaz: “Marifet hiç ezilmemek bu dünyada/ Ama biçimine getirip ezerlerse/ Güzel kokmak/ Kekik misali/ Lavanta çiçeği misali/ Fesleğen misali/ Itır misali/ İsâ misali/ Yunus misali/ Tonguç misali/ Nâzım misali.”
*Bu yazı ilk olarak Kültür Servisi'nde yayınlanmıştır