25 Eylül 2018 03:00
Meltem Sağlam
Ölümünden bir yıl önce 1964 yılında Cuniçiro Tanizaki’nin adı, Nobel Edebiyat ödülü için son altı aday arasında yer aldı. Bu adayların dördü Japon yazarlardı. Cuniçiro Tanizaki, Yasunari Kawabata, Yukio Mişima ve şair Junzaburo Nishiwaki. Diğer iki adaydan biri Rus Mikhail Sholokhov idi. Ödül, yazar ve filozof Jean Paul Sartre’a verildi, Sartre ödülü reddetti. Adaylardan Yasunari Kawabata ödülü 1968 yılında alarak, Nobel Ödülü alan ilk Japon olacaktı.
Japonların Henry Miller’ı olarak tanımlanan Tanizaki; Murakami ve İshiuguro gibi birçok modern dönem Japon yazarı üzerinde etkili oldu. Ölümünden sonra, 55 yılda yazdığı eserleri 28 ciltte toplanan yazarın, Türkçe’de biri hikaye, beşi roman olmak üzere sadece altı eseri bulunmakta.
Yazarın ilk çalışması olan “Dövme (1910)” ile “Kirin (1910)”, “Çocuklar (1911)”, “Ağzının Tadını Sevenler Klübü (1919)” ve kitaba da adını veren “Sazende Şunkin (1933)” öyküleri, Sazende Şunkin başlıklı kitapta yer alıyor. “Naomi (1924)”, “Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın (1936)”, “Nazlı Kar (1948)”, “Ve Konyakla Başladı Herşey/Anahtar (1956)” ve “Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi (1962)” eserleri de yazarın Türkçe’deki romanları.
Yazar ile ilgili çalışmalarda, yazın sürecinin 1910-1923 ve 1923 ve sonrası olarak iki dönemde incelendiğini görüyoruz (Oğuz Baykara). İlk dönemi, Batıya duyduğu hayranlık dönemi ve ikinci dönemi ise büyük Tokyo depreminin ardından taşındığı Osaka/Kyoto’da başlayan ve zarif Japon geleneklerini ve renklerini, Japon güzellik ideallerini araştırmak, tanımak için çaba gösterdiği değişim dönemi. Ancak ben, Türkçe’deki eserleri üzerinden okumamı üç dönem üzerinden yaptım. 1910-1923 yılları arasındaki çalışmalarını kapsayan ve ağırlıklı olarak farklı şiddet türlerinin incelendiği eserler verdiği dönemi; ilk dönem, 1923-1950 yılları arasındaki çalışmalarını kapsayan ve romantik eserler verdiği dönemi; ikinci dönem ve 1950-1964 yılları arasındaki çalışmalarını kapsayan ve erotik eserler verdiği dönemi ise üçüncü dönem olarak algıladım ve adlandırdım.
Yazarın şiddeti bile zerafetle anlatan ilk dönemindeki eserlerinin öykü tarzında yazılmış olduğunu görüyoruz.
“Dövme” hikayesinde; idealize edilen bir kadına aşık olan bir dövme sanatçısının, başyapıtını yapma hayali hikaye edilmekte. Hikaye her ne kadar bir aşk hikayesi ise de, sanatçının dövme yapma tarzı, adeta işkenceye benzer bir şekilde betimlenmekte ve sanatçının dövme yaparken dudaklarının kenarında oluşan gülümseme de sadist eğilimini ifade etmekte.
“Çocuklar” hikayesinde de hem sadist, hem de mazoşist duygular görüyoruz. Çocuklar arasında yaşanan/uygulanan aşırı ve çılgınca şiddetin çocuklar tarafından algılanış tarzı ve hem şiddet uygulayanın, hem de şiddete uğrayanın bundan (farklı nedenlerle olsa da) hoşlanmasının çarpıcı anlatımı tüylerimizi diken diken ediyor.
“Ağzının Tadını Sevenler Klübü” başlıklı hikayesinde ise, insanın aynı zamanda büyük günahlardan sayılan oburluk yoluyla insanın kendisine uyguladığı şiddeti görüyoruz. Artık rafine zevkleri oluşmuş, bir yiyecekten, yemekten öte lezzetler arayan kulüp üyeleri hikayenin kahramanları. Şiddet içerse de, çözümler insan aklını alt üst etse de, yeni tadlar bulunmak zorundadır.
Temel olarak bir Konfüçyüs öyküsü olan “Kirin” hikayesinde ise, şeytani bir güce sahip kraliçenin, hizmetkarlarına ve halka uyguladığı şiddetin yanısıra, krala uyguladığı psikolojik şiddeti görüyoruz. Kraliçenin gazabından kimse kurtulamaz.
İkinci dönem eserleri arasında olsa da, aynı kitapta yer alan Sazende Şunkin’de de, bir hocanın öğrencisine uygulamak zorunda olduğu (!) şiddeti görüyoruz. Zayıf bir noktası olan güçlü bir kadının, hem öğrencisi, hem de partneri olan bir adama uyguladığı duygusal şiddetin yanısıra, gözü, aşık olduğu hocasından başka bir şey göremeyen bu adamın kendisine uyguladığı şiddet işlenmekte.
Dilbilimci ve çevirmen Oğuz Baykara yazarı tanımlarken; “Yazarlık hayatının ilk döneminde sapkın, şeytani, cinsel duyguları işlediği iddia edilen Tanizaki, aslında tam tersine insanı insan yapan bütün kusur ve erdemleri ortaya koymuş ve beş duyusuyla hissettiği hiçbir şeyi saklamadan ve inkar etmeden herkesle paylaşmıştır.” ifadelerini kullanmıştır.
Tanizaki’nin ilk döneminde yazmış olduğu eserlerinde, “Batıya ve Batılılara” hayranlığı çok net bir şekilde yer alıyor. Bu açıdan bakıldığında, eserlerinde Turgenvey esintilerinin bulunduğundan söz edilebilir.
Böylesine köklü ve asil bir gelenekten gelen Japon toplumunun, neredeyse kompleks düzeyindeki batı hayranlığı, rahatsız eden ve şaşırtıcı. Japon toplumunda "Naomileşme" kavramının bir deyim olarak kullanılmasına da neden olan “Naomi” eserindeki bazı cümleler yüreğinizi kanatabilir (“...Öyle bir hanımefendi olacaksın ki Batılıların arasına karışmaktan bile utanmayacaksın...”; sf; 40, “Birçok Japon gibi bir Batılıyla temas kurduğumda cesaretimi kaybetmek ve görüşlerimi açıkça söyleyememek gibi bir eğilim içindeydim ben de; dolayısıyla ... kalakalmış, söylemek istediğimi tam olarak ifade edememiştim....”; sf; 48, “...”Batılı dengi” ve “beğenilen” olmayı arzulayan her kadın...”; sf;49). Japon toplumunun o dönemde, Osmanlı Tanzimat döneminin benzeri bir dönemi yaşamış olduğunu anlıyoruz. Ancak metin üzerinden, o dönemde Osmanlı toplumundan farklı olarak Japon toplumunun, sarı ırka mensup olmaktan kaynaklanan sorunları da olduğunu düşündüm.
Tanizaki’nin kitaplarını okurken, O’nun gelenekle hesaplaşmasını kendi içimde de yaşadığımı/hissettiğimi fark ettim. Bir taraftan huzur ve güvenin güvencesi olan gelenek, diğer taraftan ayağımıza nasıl pranga olabiliyor, ancak bu kadar güzel anlatılabilir (Ve Konyakla Başladı Herşey, Nazlı Kar). Tüm kitaplarında yer alan bu hesaplaşmayı, sayfadan sayfaya değişen duygularla hem içselleştirebiliyor, hem karşı durabiliyoruz.
Tanizaki'nin ikinci döneminde, ilk dönemindeki Turgenyev esintilerinin aksine, hem modernleşmeye olan yaklaşımı, hem de ana karakterin hiç bitmeyen iç sesleri ve sürekli kendilerini sorgulamaları/hesaplaşmaları anlamında Dostoyevski'ye yakınlaşmış olarak gördüm.
Yüz sayfada anlatılan ve bir kedi etrafında dönen devasa bir budalalık, hırs, kıskançlık, aşk ve intikam hikayesi olan, “Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın” romanında gördüğümüz gibi, tüm bu iç seslerinin rasyonel yönlendirmelerine rağmen, aksini uygulamaktan kendilerini alamayan karakterlerin inanılmaz psikolojik analizleri, karakterlerin iki karşıt düşünce arasında gidip gelmeleri ve yine de duygusal davranarak, yapmamaları gerekeni yapmaları ve bu davranışlarının sorgulanması çok etkileyici (Naomi, Nazlı Kar, Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın, Ve Konyakla Başladı Herşey/Anahtar).
Tanizaki'nin ikinci döneminde yazmış olduğu Nazlı Kar, yazarın geleneklere yaklaşımı anlamında da bu döneme en güzel örneği oluşturuyor ve bence yazarın başyapıtı. Doğrusal bir zaman akışı ile ve sade bir dille anlatılan, karakterleri birbirinden tamamen farklı dört kız kardeşin ekseninde geçen bir aile hikayesi olan roman, kültürlerimiz arasındaki benzerlikleri görebilmemiz için çok değerli bir kaynak. Türk kültürü ve Japon kültürü arasındaki benzerlikler ve moderniteye geçiş sürecinin toplum üzerindeki benzer etkileri şaşırtıcı. Batı’ya hayranlık, gelenekleri aşabilmeyi başaran bireyler ve bir toplumun değişimini ele alması bakımından, bana Şirin Devrim’in “Şakir Paşa Ailesi” ve Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları” kitaplarını hatırlatıyor.
Japon geleneklerinde yer alan ritüellerin, inanışların ve hatta korkuların olay akışı içinde işlenişi etkileyici. Japonya seyahati hayali kuranlar, seyahatlerini hep sakura çiçeklerinin açtığı döneme planlamaya çalışırlar. Ancak ben Tanizaki'yi okuduktan sonra, “Sakura Çiçek Seyri” dönemi kadar, "Sonbahar Yürüyüşü", “Mehtap Seyri” ve “Ateşböceği Seyri” dönemlerinin de heyecan verici olacağını düşünüyorum.
“... Yavaş yavaş gün batarken düşen kiraz çiçekleriyle birlikte giden zamana duyulan hüznün en çok hissedildiği akşam alacasını seçip bütün gün gezip tozmaktan bitap düşmüş ayaklarını sürükleyerek bu bahçelerdeki kiraz çiçeklerinin altında dolaşırlardı. Sonra göletin kıyısında… köprünün eteğinde… yolun kıvrımında… ahşap revakların ötesinde… her bir kiraz ağacının önünde durup, içlerinde sonsuz bir muhabbet hissederlerdi. Ashiya’daki evlerine döndükten sonra… bir sonraki bahara kadar… gözlerini her kapadıklarında o ağaçları, dallarını, çiçeklerin rengini göz kapaklarının arkasına kazınmış bulurlardı.”, Nazlı Kar, sf; 147.
“... Ateşböceği seyri çiçek seyrinden farklıydı. Çiçekleri seyretmek bir resme bakmak gibiydi. Ateş böceklerini seyretmekse bir tefekkür hali… Peri masallarını hatırlatan, çocuksu bir yönü de vardı. Öyle bir dünyanın resmini değil, müziğini yapmak gerekirdi. Koto ya da piyanoyla o hisleri verecek bir beste olsaydı…”, Nazlı Kar, sf; 553.
Tanizaki, şeytanca bir zekaya sahip (Naomi, Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın), erkeklerden daha güçlü ve ketum (Sazende Şunkin), sosyal yaşamda çağını aşan bir özgürlük duygusu olan cesur kadınların, özellikle de güzel ve zarif kadınların (Nazlı Kar, Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi) yazarı. Ve elbette bu kadınların güzelliği, zerafeti ve zekası karşısında tüm iradesini kaybeden erkeklerin de…
Çılgınca ve sınır tanımaksızın aşık olan erkek karakterlerin çaresizliğini ve duygularına söz geçirememelerini, yenilmelerini, derin bir psikolojik çözümleme içinde izlerken, kendi duygularımıza da farkında olmaksızın söz geçiremiyor ve öfke, nefret ve sevgi duyguları arasında gidip geliyoruz (Naomi, Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi). Özellikle alt okumada; sınıf olgusu, kültürel kimlikler ve bunların algılanma biçimleri ile ilgili derin eleştirileri gördüğümüz Naomi’de, karakterlerin “melek” ve “şeytan” rollerinin, son bölümde yer değiştirmesini izlerken ve erkek karakterin, başlangıçta kadın karaktere hiç de etik olmayan yaklaşımının okuyucuda ortaya çıkardığı güçlü duygular da buna parallel olarak değişim gösteriyor.
Yazarın son dönem kitaplarından “Ve Konyakla Başladı Herşey/Anahtar” ve “Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi”, günlük tarzı ile yazılmış olan ve her ikisinde de yaşlılık günlerini yaşayan bir karakterin cinsel fantezilerinin ve bunların aile içindeki etkilerinin konu alındığı eserler.
“Ve Konyakla Başladı Herşey/Anahtar (1956)” romanında, yaşlı adamın kendisini kaybeden ya da uyuyan eşinin vücudunu yeniden tanıması hikayesinin, Yukio Mişima’nın hayalet yazarlık yaptığı şeklinde rivayetler de olan Yasunari Kavabata’nın “Uykuda Sevilen Kızlar (1961)” eseri ile benzerliği dikkatimi çekti.
“Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi”, yaşlı ve hasta bir adamın, uzun ve sıkıcı detaylarla anlatılan tedavi süreçlerinin yanısıra, gelinine duyduğu sınırsız ve çaresiz bir aşkın günlüğü. Bir takıntının erişebileceği sınırlar, yaşlı adamın çocukları ve gelini ile ilişkilerinin gerilimi, rahatsız edici bir etkileyicilikle anlatılmış. Tanizaki kadar cesur cümlelerle olmasa da yine bir yaşlı adamın gelinine olan düşkünlüğünü konu alan benzer bir hikayeyi, aynı etkileyicilikle Yasunari Kavabata’nın 1949 yılında yayınlanan “Dağın Sesi” romanında buluyoruz.
Yazarın, estetik güzelliğe ve fiziksel çekiciliğe verdiği önemi, ilk dönem eserlerinden itibaren görüyoruz. Eski bir Çin estetik alışkanlığı olan ve Japonya’yı da etkilemiş olan küçük ayaklara (lotus/zambak ayak) ve ince bileklere başta olmak üzere kadının ensesi ve kulaklarına erotik bakışı ve genel olarak kadın güzelliğine olan hayranlığı ve hassas konularda başarılı ve cesur analizler eserlerinde yer almakta, (Sazende Şunkin, Naomi, Ve Konyakla Başladı Herşey/Anahtar, Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi).
(“... Aynada kendimi gördükten sonra Satsuko’ya baktım. Eş türden yaratıklar olduğumuza inanamadım. Aynadaki yüz ne denli çirkinse Satsuko o denli olağanüstü güzellikteydi. Üzülerek, bu çirkin yüz daha da çirkin olsaydı, Satsuko’nun yüzü o denli daha güzel olacaktı, diye düşündüm....”, Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi, sf; 90).
Ayrıca, beş duyuyla hissettiklerini anlatan yazar olarak tanımlanan (Oğuz Baykara), duyuların yazarı Tanizaki’nin eserlerini okurken, renkleri görebiliyor (Dövme), müziği (Sazende Şunkin) ve kokuları (Ağzının Tadını Sevenler Kulübü) duyabiliyoruz. Özellikle Ağzının Tadını Sevenler Kulübü hikayesini okurken, o güzel yemeklerin kokusu adeta hissettim, Çin’de olmak istedim.
Sevgisizlik bazen yeterince tanımamaktan, bencillikten, şımarıklıktan veya bilgisizlikten doğar ve hiçbir şey göründüğü gibi değildir.
Bu denli önemli ve etkileyici yazarın, yukarıda da bahsedildiği gibi Türkçe’ye çevrilen eserlerinin sayısı, iki elin parmaklarını geçmiyor. Ülkemizde henüz gerçek değerini bulamadığını düşündüğüm yazarın, tanınması ve sevilmesi önündeki söz konusu engelin kalkması için, diğer eserlerinin çevirilmesini sabırsızlıkla bekliyorum.
© Tüm hakları saklıdır.