23 Kasım 2014 13:36
Oyuncu Ahmet Mümtaz Taylan, Cumhurbaşkanı ve hükümetin özel hayatları şekillendirmesine eleştirerek ünde 8 defa televizyonda gördüğün biri, bir şekilde hayatında yer ediniyor. Ne yapacaksın? Bizim kadar otoritelerin isimlerini, yüzlerini, genlerini ezberlemiş millet çok değildir; bilmeyen milletlerin daha mutlu olduğunu da biliyorum. Türkiye'de sarayın kaç para olduğu, kaç kilo mermer harcandığı gibi şeyleri ezberlemek zorunda kalıyorsun. Bunlarla meşgul oluyoruz" dedi.
Taylan, Ankara Akün ve Şinasi sahnelerinin satılmasına ilişkin “Akün ve Şinasi özel bir şirketin mülkü, DT orada kiracı konumunda. Bu şirket, bu binaları satmaya karar vermiş, bir başka şirket de almaya karar vermiş. Bize mi soracak satmadan önce mülkünü? Tiyatro dünyasının tepkisini anlıyorum ama yersiz buluyorum. ‘Satamazsın’ diye bağırmak yerine siyaset üretmek gerekiyor. Kültür Bakanlığı’na, ‘Tiyatronun binası yok, bu binayı sen al’ dersin” değerlendirmesinde bulundu.
“Hayat yan gelip, kendinizi güvende hissetme yeri değildir” diyen Taylan “Sanat, bütün engellere rağmen sözünü söyleme meselesidir. Yoksa çok güzel bir resim yaptık, çok iyi bir film çektik diye yarın Filistin’de bir çocuğun hayatını kurtarmak mümkün olmayacak” şeklinde konuştu.
Taraf gazetesinden Murat Şevki Çoban’a konuşan Ahmet Mümtaz Taylan’ın açıklamaları şöyle:
Psikologlar için “Kendi sorunlarını çözmek için psikoloji okur” derler. İnsan neden yazar, oynar, yönetir?
Büyük ihtimalle beğenilme, kabul görme dürtüsünden kaynaklanır. Herhalde bir tür teşhircilik de var işin içinde. Günlük hayatın içinde kendini ifade etmekte zorluk çekenler, oynarken daha rahat olurlar. Tabii bunlar beni ne kadar yansıtıyor, emin değilim.
Siz kendinizi ifade etmekte zorlanır mısınız?
Hiç zorlanmam. Hatta dürüstlükle gevezeliği karıştırdığım da olur. “Her doğru, her yerde söylenmez” gibi naylon motto’lara saygım olsa da uymam. Uyar’ıma gelmez. Söyleyeceğimi söylerim, sonuçlarına da katlanırım. Tabii memleketi idare etmediğim için bugüne kadar çok zorlu sonuçlar doğmadı. Ben oyuncuyum, denemeler yazıyorum. Yazdıklarımın, söylediklerimin kimsenin hayatını değiştirmeyeceğini de biliyorum.
Nasıl yani? Bu işlerde biraz da dünyayı değiştirme arzusu yok mudur?
Arzusu mu? Arzunun ne olduğunu bilmiyorum. Öyle bir ülkü vardır ama gerçekçi olmak zorundasın. Yaptığın iş, işgal ettiğin hacim kadar konuşacaksın, doğru bildiğini anlatacaksın. Bir kişinin dünyayı değiştirmesi epik hikâyelerde olan şeyler, öyle bir çağda yaşamıyoruz.
“Sanatımı inandığım biçimde yapabilmek istiyorum” diyorsunuz. Nasıl bir sanata inanıyorsunuz?
Birlikte yaşama kültürünü besleyen şeyler yapmak istiyorum. Yaptığım işlerin, belli bir tribüne hoş gelmesiyle yetinmek istemiyorum. Pek az kişinin anlayabildiği şeyler yapma meraklısı değilim. Tiyatronun da sinemanın da böyle gıcık bir yanı vardır: Kimse anlamasın diye yapılan işler var.
Siz böyle işlerde yer aldınız mı?
Anlaşılması çok kolay olmasa da, niyeti anlaşılmazlık olmayan işlerde yer aldım. Nuri Bilge’yle çalışmak çok keyifliydi ama Recep İvedik kadar seyircisi yok. Biri diğerinden daha değerli olduğu için söylemiyorum, maksatları farklı zaten. Ben bir meselesi olan, savunulabilir işler yaptım.
Türkiye, sanatınızı inandığınız gibi yapmanıza imkân veren bir yer mi?
Tabii. Ülkenin durumu, sizin yaptığınız işi belirleyemez.
Sanat, ülkenin durumundan etkilenmez mi?
Sanat etkilenir, ben etkilenmem. Nevazil bir şeydir sanat; rüzgâr esse etkilenir. Sanat, bütün engellere rağmen sözünü söyleme meselesidir. Yoksa çok güzel bir resim yaptık, çok iyi bir film çektik diye yarın Filistin’de bir çocuğun hayatını kurtarmak mümkün olmayacak. “Sanatsız bir dünya...” diye başlayan cümleler tatlıdır da hayatta bir karşılığı yoktur. Gazze’de, Irak’ta, Kobanî’de yine kıyamet kopar; siz de burada artistik bazı meselelerle uğraşıyor olursunuz. Bu sizi küçültmez, ama sanatla sepetle uğraştığınız için kendinizi fazlaca önemsemek de akılcı değil. Attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değiyor mu, bunu düşünmek lazım.
Cihangir’de menülerde Ahmet Mümtaz tabağı diye bir şey var mı? Şehir efsanesi mi?
Böyle bir tabak var gerçekten. İsme gerek duymayan mütevazı bir tabak aslında. Her gün gittiğim yerde hep aynı şeyi yiyordum. Zamanla görenler de aynı kahvaltıyı istemeye başlayınca, tabağa benim adımı verdiler. Üçgen kesilmiş 50 gramlık tam yağlı koyun peyniri, kabukları soyulmuş bir domates, yarım bir salatalık, 8- 10 tane zeytin. Üzerine sızma zeytinyağı gezdirilmiş. Benim gibi birisini mutlu etmeye yeter, hiç kilo da yapmaz.
O tabak sizi mutlu etmeye yetiyor, peki ülke?
Mutluluğu ülkede aramıyorum ki. Ülke dediğin biziz. Biz ne kadarsak, ülke de o kadar. Her yerde mutlu olacak bir şey bulurum, ama hiçbir yer de insanı mutlu etmez. Mutluluğu ülkede, sevgilide, cumhurbaşkanında, başbakanda aramanın bir anlamı yok. Bazen yokluk içinde mücadele etmek de mutluluk için yeterli olabilir.
Fakat bir cumhurbaşkanı da en az sevgili kadar hayatımızı biçimlendiriyor...
Biçimlendirmese iyiydi ama biçimlendiriyor, evet. Günde 8 defa televizyonda gördüğün biri, bir şekilde hayatında yer ediniyor. Ne yapacaksın? Bizim kadar otoritelerin isimlerini, yüzlerini, genlerini ezberlemiş millet çok değildir; bilmeyen milletlerin daha mutlu olduğunu da biliyorum. Hep söylüyoruz ya; genelkurmay başkanının adını bilen yurttaşların yaşadığı kaç ülke var...
Artık daha az insan biliyor...
Onun yerine başka isimler ezberletiyorlar. Sarayın kaç para olduğu, kaç kilo mermer harcandığı gibi şeyleri ezberlemek zorunda kalıyorsun. Bunlarla meşgul oluyoruz. Niye? Birlikte yaşamamıza katkı sağlayacak verilerle meşgul olsak, daha iyi olmaz mıydı? O zaman, farklı etnik aidiyetlere, farklı dinlere, dinle ilgili farklı görüşlere mensup olmak bir zenginlik işareti olabilecekken, nasıl bir itişme sebebi oluyor, bunu düşünebilirdik. Ben özellikle bana benzemeyenlerle ilişki kurmaya çalışıyorum. Değişim, dönüşüm gibi cilalı kavramların içini doldurmak için bize benzemeyenlerle ilişki kurmak daha faydalıdır.
Size benzemeyenle temas kurmak mümkün mü hâlâ?
Ben tribün insanı değilim. Birisini anlamaya çalışmak, aslında sizi anlaması için ona yapılan bir çağrıdır. Bazen gerçekleşir, bazen gerçekleşmez. İnsan olabilmenin bir şartı olarak görüyorum bunu. Senin gibi düşünen, senin tercihlerini benimsemiş insanlarla oturup kalkmak, her gün aynalara bakıp kendini sevmek demektir. Bana benzeyenlerle de görüşüyorum tabii; insan bazen güvende hissetmek ister. Ama hayat yan gelip, kendinizi güvende hissetme yeri değildir.
Nasıl bir yerdir? Sürekli taarruzda olmak mı gerekir?
Taarruzda olmak değil de, algılarının açık olması gerekir. Anlamaya çalışmak gerekir. Zaten çok az şeyi anlayarak gidiyoruz buradan. “Neden buradayız, burası neresidir” diye düşünmek gerekiyor. Bütün bunlarla ilişki kurunca hayat keyifli bir yer. Yoksa bu kadar başı sonu belli, senin hedeflerine göre giden bir hayat çok da keyifli olmasa gerek.
Neyse ki hedeflerimiz gerçekleşmiyor, diyelim mi?
Neyse ki bazı hedeflerimiz gerçekleşirken, birçoğu gerçekleşmiyor. Bu da devam edebilmek için bir neden.
İktidarın sanata baskısı var mı?
İktidarın sanata baskısı olduğunu düşünüyorum. Fakat sadece bugünkü iktidara özgü bir durum değil. Bütün iktidarların sanat üzerinde baskısı vardır.
Bugün durumun daha vahim olduğunu düşünenler var...
Her zaman vahimdir. Nereden baktığına bağlı. Senin beğendiğin siyaset iktidardaysa, o yönetimin baskısı seni daha az rahatsız eder. Beğenmediğin siyaset iktidardaysa, gelişmeleri daha vahim bulursun.
Sanat kurumlarının kapatılması ihtimali daha vahim bir tablo çıkarmıyor mu ortaya?
İktidar, sanat pratiğinden her zaman rahatsızdır, çünkü sanatın bir işi de hâkim olan siyasetin eleştirisini yapmaktır. Sanat çünkü ne kadar eleştirirse, o kadar beslenir. Sanatı, en çok ondan hoşlanmayanlar ayakta tutar. Bu iktidar zamanında da sanat üzerinde baskı var. Devlet tiyatrolarının, operanın, balenin kapatılma ihtimali bile kabul edilebilecek gelişmeler değil.
Akün ve Şinasi sahnelerinin satılması...
Akün ve Şinasi sahnelerinin satılması ticari bir mesele. 1949’da kurulan Devlet Tiyatroları’nın 60’a yakın sahnesi var, fakat bu sahnelerden sadece bir veya ikisinin mülkü tiyatroya ait. Akün ve Şinasi özel bir şirketin mülkü, DT orada kiracı konumunda. Bu şirket, bu binaları satmaya karar vermiş, bir başka şirket de almaya karar vermiş. Bize mi soracak satmadan önce mülkünü? Önemli olan; sözleşme süresi bitmeden o tiyatrolara dokunulacak mı? Dokunulamaz zaten, hukuk araya girer.
Fakat tiyatro dünyasından büyük tepki vardı...
Tiyatro dünyasının tepkisini anlıyorum ama yersiz buluyorum. “Satamazsın” diye bağırmak yerine siyaset üretmek gerekiyor. Kültür Bakanlığı’na, “Tiyatronun binası yok, bu binayı sen al” dersin. Devlet, bir batında dünyanın parasını batırabilen bir mekanizmadır. Biraz da tiyatro için batırsın; insana yatırım için 23 milyon hiç hükmünde bir para. Satın almayı öner devlete. Olmadıysa, o binayı daha iyi koşullarda kiralamayı öner. O da olmadıysa, “Sizin sanatı bitirmek dışında hiçbir niyetiniz yok mu” dersin. Bakanlığı, devleti, hükümeti belirli bir siyaset tartışmasının içine çekmek gerekiyor. Tiyatronun kapısına gidip, “Susma, sustukça sıra sana gelecek” diye bağırarak sonuç alamazsın.
Tiyatro çevreleri siyaset üretemedi mi yani?
Tiyatrocular siyaset geliştirebilseydi, bugün TÜSAK diye bir yasa tasarısı olmazdı. TÜSAK’ın gündeme gelmiş olması, sanat kurumların olumsuzluğunun bir parçasıdır. Siyasetçiler kadar yıllardır bu kurumda çalışan insanların da, yani bizim de payımız var. Devlet tiyatroları, geçen 20 yıl içinde yeniden yapılandırılmış olsaydı, özerkleşmiş olsaydı, biz tiyatrocular siyasilere bu yönde baskı yapmış olsaydık, bugün özerk bir kuruma hükümet zırt pırt müdahale edebilir miydi?
Sizce bir sanatçının siyasi konulardaki duruşu nasıl olmalı?
“Sanatçı şöyle durmalı, böyle bakmalı” şeklinde bir tespitle işim olmaz. Sanatçı eğik mi durmalıdır, alnı dik mi olmalıdır, tam alnının ortasında bir ışık haresi mi olmalıdır, bilmiyorum. Oyuncu, insandır; yurttaştır; sonra birilerinin çocuğu, birilerinin anne babasıdır; sonra da oyuncudur. Bir oyuncu olarak değil ama bir yurttaş olarak insan, günlük siyasetle ilgilense iyi olur. İlgili olmadığın vakit, söz söyleme hakkını yitiriyorsun. Ben söz hakkımı sonuna kadar kullanırım, birilerinin hoşuna gitmeyecek diye fikirlerimi saklamam.
Gezi sürecinde hem övgü hem yergi aldınız. Hatta size övgü düzenler, Başbakan’la görüşmeye gittiğinizde eleştirmeye başladılar. Mesela o hatalı bir duruş muydu?
Gezi sürecinde ben oradaydım. AKM üstüne çıktıklarında ise binanın yıkılması ihtimalini de göz önünde bulundurarak “Çıkmayın” dedim. Başbakan’dan ben randevu almadım, giden sanatçı grubunun içinde de değildim. İlk davet edilen 11 kişilik ekipteydim ve orada herkes kendi adına konuştu. Hangi siyasetten olursa olsun, ülkenin başbakanı görüş sorarsa, konuşmaya giderim. Duymak istediklerini değil, kendi görüşümü söylerim. O toplantıya gittim, gene de giderim. “Vay niye gittin” diye düşünenlere de şaşırıyorum.
© Tüm hakları saklıdır.