31 Mayıs 2015 03:00
Tophane’de mahallenin kendi polisliğini yaptığından, yani mahallenin güvenliğinden mahalleliyi sorumlu gördüğünden bahsetmiştik. Tarihte bir güvenlik birimi olarak ortaya çıkıp örgütlenen mahalle, günümüzde hâlâ bu özelliğini nasıl devam ettirebilmektedir? Bu hangi politikalarla teşvik edilmektedir? Bu soruların yanıtlarını, yazı dizisinin bu bölümünde, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Biriz Berksoy ile yaptığımız söyleşi eşliğinde arayacağız. Ama once tarihte mahalle geleneği neydi onu hatırlayalım.
Günümüzde mahalleler yok olurken, mahalle nostaljisi farklı saiklerle tekrar diriltiliyor ve mahalle yaşantısı mitleştiriliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Cem Behar Bir Mahallenin Doğumu ve Ölümü kitabında mahalle güvenliğini şöyle tarifliyor:
“...(İstanbul mahallelerinde) ortak savunma yöntemleri ve birçok karşılıklı denetim ve gözetim mekanizmaları da devreye giriyordu. Bu denetim ve gözetimin ana konusu kamu ahlakıydı...Birçoğunda mahalle sakinleri ya da gençleri kendilerini mahallenin ‘şerefini’ dışarıdan gelebilecek “tecavüzlere” karşı korumayla görevli sayarlardı. ...(Tulumbacı grupları) aynı zamanda semt veya mahalle sakinleriyle semtin ve mahallenin “tüzel kişiliğinin” şeref ve itibarını korumakla da görevli sayardı kendini.”
Tophane’de de bu gelenek günümüze dek bozulmamış: Mahallenin ahlaki, fiziki güvenliğini kendileri sağlıyorlar, yani hırsızı kendileri yakalıyor, uyuşturucu satanları kovuyorlar, içki içilmesini yasaklıyor veya mahallenin değerlerine saygısızlık yapanı “kendi yöntemleriyle” cezalandırıyorlar. Literatürde “vigilantism” yani toplum bekçiliği olarak adlandırılan bu durum, herhangi bir yasal otoritenin parçası olmayan sivil halkın, kimi zaman polisle işbirliği yaparak, toplumun kurallarını ve değerlerini ihlal edenlere yönelik cezalandırmaya varan faaliyetlerini tanımlamak için kullanılıyor. Tophane’de de toplum düzenini polis yerine vigilante’ler (yani mahallenin gençleri veya eli sopalı gruplar)sağlıyorlar.
Böyle bir durumla karşılaştıklarında neden polise gitmediklerini sorduğumda bu sorum genelde alaycı bir gülümseme ile karşılanıyor. Esnaftan biri, “Polis mi? Polise niye gideyim? Bu kişiye saldırı değil ki. Dinime inancıma saldırı. Polisi aramak kimsenin aklına gelmez. Bu karı koca yürürken bir adamın karısını taciz etmesine benziyor. Karını taciz ederken sen polisi aramazsın, kendin tepki verirsin” sözleriyle beni yanıtlıyor.
Bu teşbih ve mukayesenin hakettiği sosyolojik çözümlemeler bu yazı dizisinin iddiasını aşar, fakat mahalle erkeklerinin mahallenin namusunu kendi namusundan, yani kadınların namusundan saydıkları söylenebilir. Nitekim bu yılın başında TBMM Kadına Yönelik Şiddetin Sebeplerini Araştırma Komisyonu üyesi AKP Milletvekili İsmet Uçma bu bakışı kurumsallaştıracak bir öneride bulundu. Uçma yaptığı konuşmada, “acil durumda müdahaleyi kolaylaştıran panik butonu yerine “mahalle” modelini önerdi” ve “mahallenin namusu diye bir şey geliştirebiliriz, o mahallede birisine yönelik bir şey yapılıyorsa herkes ona sahip çıkar ve hakikaten de yapanı neredeyse ifna eder” dedi.
Polisin galeri saldırısında olay yerine geç gelmesi, polisten beklendiği üzere saldırganları tespit edip gözaltına almak yerine, olayın üzerini örtmeye çalışması, hatta polise saldırganları işaret eden sergi ziyaretçilerinin polisin önünde dayak yemesi polisin mahallede pek etkili olmadığını gösteriyor. Daire Sanat’ta yaşanan olayda da mahalleli galeri önünde toplanmaya başladığında polis çağıracağını söyleyen yöneticilere “Polis çağırsan ne yazar” diye yanıt verilmiş ve mahalleden biri polisin yanında çekilen fotoğraf ve videoları tehditle sildirmiş, polis buna herhangi bir “müdahalede bulunmamıştı.”
Mahalleliye göre, “polis açık havada içki içilmesi gibi konularda herhangi bir cezai yaptırım uygulayamıyor” ve bu mahalleliyi kendi güvenliğini sağlama yollarını aramalarına, “kendi adaletini dağıtmaya” itiyor. Başka bir deyişle, mahalleliye göre “hukukta bir açık, eksiklik” var ve bu durum onlara kendi yasalarını uygulama hakkı veriyor.
Son aylarda cami etrafındaki parka ve açık alana “Bu alanda camii vardır. Bu bölgede alkol yasaktır” şeklinde Türkçe ve İngilizce uyarı tabelaları yerleştirildi. Esasında, Türkiye’de açık alanda içki içilmesini doğrudan engelleyen bir yasa yok. 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun 35. “Sarhoşluk” başlıklı maddesine göre, içki içen kişiye ancak “başkalarının huzur ve sükununu bozacak şekilde davranışlarda” bulunması halinde müdahale edilebilir ve cezai işlem uygulanabilir.
Mahallede yaptığım görüşmelerde sık sık cami etrafında içki içilmesinin kanunen yasak olduğu söylendi. Fakat yeni yönetmeliğin açık alanda içki içilmesini değil, içki satışını düzenlediği nedense söylenmiyor.
2013’te yürürlüğe giren yeni yönetmeliğe göre “alkollü içkilerin perakende veya açık olarak satışının yapıldığı yerler ile örgün eğitim kurumları ve dershaneler, öğrenci yurtları ve ibadethaneler arasında kapıdan kapıya en az yüz metre mesafenin bulunması” şart koşuldu. Bunun üzerine Beyoğlu Belediyesi’ne Bilgi Edinme Hakkı kapsamında, “Bu tabelaların belediye tarafından mı asıldığını, eğer asılmamışsa bu uygulama ile ilgili Belediye’nin ne yapacağını” sordum. Aldığım yanıtta, bunun belediyenin bir uygulaması olmadığı iletildi. Fakat bu tabelalarla ilgili ne yapacakları konusunda yanıt vermediler. Mahalleli kendi yasalarını bu şekilde uygulamaya sokuyor ve bu yol ile “Burada içki içilmesi yasaktır” algısını yaratmaya çalışıyor.
Polisin mahallede işlevsizleşmesi mahalleli ve devlet şiddetinin temsilcisi kolluk kuvvetleri arasındaki işbirliğinin bir parçası olarak görülebilir. Mahallenin güvenliğini sağlayan gençlerden biri şu ifadeleri aktardı:
“Polis bize hırsızı yakaladığımız takdirde ölmeden önceki son haline getirmemizi ve sonra kendilerine teslim etmemizi söyledi.”
Bu görüşmeci yakaladıkları hırsızı “6 ay iş göremez hale getirinceye kadar dövdüklerini” anlattı. Mahallenin kendi kurduğu güvenlik “timi” sadece adi suçlulara yönelmiyor. Geçmiş protestolarda ve en son Gezi eylemlerinde sokak başlarında bekleyen eli sopalı gruplardan bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde bahsetmiştim. Protestocuları dövmek için bekleyen grupların fotoğraf ve videoları sosyal medyada dolaşıma da girmişti. Aynı görüşmeci bana, polisin Gezi eylemlerinde “Tüm MOBESE’leri kapatıyoruz. Bütün iş sizde” dediği konusunda bir iddia olduğunu söyledi. O dönem Ali İsmail Korkmaz’ın, içine polis karışmış “mahalleli” tarafından dövülerek öldürüldüğünü ve Korkmaz’ın Gezi eylemlerinde öldürülen 11 kişiden biri olduğunu ayrıca not düşmek gerekiyor.
Boğaziçi Üniversitesi’nden Zeynep Gambetti Toplum ve Bilim’de yayınlanan “Linç girişimleri, neoliberalizm ve güvenlik devleti” başlıklı makalesinde bu durumu “şiddetin taşeronlaşması” olarak tanımlıyor. Bu tanım doğrultusunda devlet kendi gücünü etkisizleştirerek, söylemsel stratejileriyle devlet-dışı aktörleri şiddet uygulamaları konusunda cesaretlendirerek, yani şiddeti başka aktörlere devrederek, ve bu aktörlere yönelik cezasızlık politikası izleyerek kendi gücünü yeniden tesis ediyor.
Son birkaç yıl içinde, Biriz Berksoy’un da aşağıdaki söyleşimizde bahsettiği üzere, bu yapılanmaların iktidar tarafından açıkça teşvik edildiği demeçlerle karşılaştık.
En barizi Erdoğan’ın 26 Kasım 2014 tarihinde Esnaf ve Sanatkarlar Şurası’nda yaptığı konuşma idi:
“Bizde esnaf ve sanatkâr demek, ticaret yapan, alan- satan sırf ekonomik faaliyette bulunan insan demek değildir. Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkâr gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir hakemdir, gerektiğinde de şefkatli kardeştir.
Taksici deyip şoför deyip geçemezsiniz. O mahallenin eminidir, ağabeyidir, mahallenin bekçisidir. Bakkal deyip kasap deyip manav terzi deyip geçemezsiniz. O mahallenin adeta ruhudur. Sokağımızın semtimizin vicdanıdır. Esnafı çıkartıp aldığınızda Türkiye tarihinden geriye hiçbir şey kalmaz.”
Nitekim, bu demeçten kısa bir süre sonra, camına kartopu attığı için gazeteci Nuh Köklü’nün bir esnaf tarafından öldürülmesi, esnafın bıçakla saldırdığı an “bana bir şey olmaz, biraz yatar çıkarım” şeklinde bağırması devlet tarafından uygulanan cezasızlık politikasının nasıl bir sonuca yol açabileceğini gösteriyor.
Toplum bekçiliğine soyunan mahalleli belki kısa bir an kendine bahşedilen bu otoriteden memnun oluyor olabilir, fakat aslında uzun dönemde içinden çıkılmaz bir durumun içine itildiğini gözardı ediyor. Bu durum mahalleyi daha fazla suça iterek içten bir kırılmaya yol açıyor. Devlet şiddeti, mahalleler ve suç kavramı üzerine daha çok ‘’solcu’’ mahallelerde çalışan antropolog Deniz Yonucu Birikim dergisindeki yazısında “devletin mahallelerde suça karşı savaşan polis dışı aktörleri suç ilişkilerinin içine çekerek yasa dışı alana itmesini ve böylece siyasetsizleştirmesini” anlatıyor. Tophane, sol eğilimli kesimleri 70’lerin başında dışarıda bırakmış bir mahalle olsa da, burada da benzer bir gidişattan bahsedilebilir. Tophaneli mahallenin polisliğini üstlenerek, şiddet yoluyla mahalleyi ahlaki ve fiziki açıdan dış tehlikelerden korumaya çalışıyor. Üstelik bu pratiklerin yasadışı değil de, bir çeşit kahramanlık olarak görülmesiyle, özellikle gençler daha fazla suç ilişkilerinin içine itiliyor. Devletten ve mahalledeki güç sahiplerinden onay ve takdir görerek, çevreleriyle başka türlü diyalog ve ilişki imkânlarından mahrum bırakılıyorlar ve böylece aynı pratiklerin, dünyanın, aynı bakış açısının içine hapsediliyorlar.
Mahallenin güvenliğinden kendini sorumlu ilan eden bir genç ile yaptığım görüşmede, “Burası yakında dönüşecek, evlerinizi satacaksınız, gideceksiniz. Gittiğin yerde bu şekilde bir hâkimiyet kuramazsan ne olacak?” diye sorduğumda, genç “olsun, artık insanca yaşamanın da zamanı geldi” diye yanıtlıyor.
Bu gence başka bir hayat yaşamak fikri çok da kötü gelmiyor. Bunda mülk sahibi olması, evini satıp başka bir semtte, muhtemelen güvenlikli sitelerin birinde daha büyük bir evde yaşayacak olması etkili. Konuştuğum mahallelilerin çoğunun kentsel dönüşümünün sonucundan mutlu olduğunu söyleyebilirim. Tophane’de nasıl bir dönüşüm izlenmektedir? Galerilerin dönüşüm sürecinde ne kadar etkisi olmuştur? Bu soruların yanıtlarını yarınki yazı dizimizde arayacağız.
Tophane’de yaşanan galeri saldırıları hakkında mahalleli ile konuştuğumda, mahalleli Tophane’nin en güvenli semt olduğunu ve bu güvenliğin de kendileri tarafından bu tür yollarla sağlandığını anlatıyor. Mahallenin polisliğini/bekçiliğini mahallelinin üstlenmesine zemin hazırlayan koşullar nedir?
Türkiye'de linç girişimleri, bireylerin polis rolüne soyunması, devletin örgütlediği şiddetin uygulayıcı haline gelmesi Cumhuriyet tarihi boyunca rastlanan olgular. Ancak, özellikle 2000'lerle birlikte, mahallelinin, esnafın, bireylerin, hemşeri derneklerinin, muhtarların sistematik bir biçimde mahallelerde ve semtlerde düzen inşa etme ve polislik süreçlerine dahil edildiklerini gözlemliyoruz. Zeynep Gambetti'nin makalesinde ele aldığı 2005 yılından itibaren gerçekleşen çok sayıda linç olayı, Ali İsmail Korkmaz'ın ölümüne neden olan saldırıda polisle esnafın işbirliği, 2014'ün 1 Mayıs'ında Şişli'den Taksim'e çıkmak isteyen gruplara esnafın yaptığı bıçaklı, sopalı saldırı çok sayıda örnekten sadece birkaçı... Tophane'de 2010'da sanat galerilerinin konuklarına yönelik mahalleli tarafından gerçekleştirilen saldırı çeşitli mecralarda farklı şekillerde ele alındı: kimi bu saldırıyı kentsel dönüşümün beraberinde getirdiği öfkenin bir dışavurumu olarak değerlendirdi; kimileri ise İslami muhafazakar yapının tetiklediği farklı hayat tarzlarına bir saldırı olarak ele aldılar. Bu açıklamalara ek olarak, olayın faillerinin arasında konut sahiplerinin olduğunu da göz önünde bulundurarak, şunu söylemek mümkün görünüyor ki bu saldırının arka planını oluşturan ve bir tür "mahalle bekçiliği" mekanizmasına yol açan bir başka boyut da var. Polis teşkilatında 2000'lerde gerçekleştirilen yeniden yapılanmanın bu mekanizmaya ve bu saldırıya mahal verdiğini ve zeminini hazırladığını iddia etmek mümkün. Zira, elde edilen verilerden anlaşılıyor ki, bu mahallenin de yukarıda bahsettiğim diğer olguların faillerine benzer şekilde, polisle kurduğu bir işbirliği/iletişim kanalı var. Bu tür mahalle-polis işbirliği mekanizmalarının kurulması, polis teşkilatındaki söz konusu yeniden yapılanma içerisinde ve "toplum destekli polislik" stratejisinin sistematik olarak devreye sokulması çerçevesinde gerçekleşiyor. Bu anlayış aslında Batı'daki polis teşkilatlarından transfer ediliyor. Özellikle Amerika'da 1980'lerden itibaren "community policing" adı verilen program çerçevesinde "neighborhood watch" adında mahalle yapılanmaları oluşturulmaya başlanıyor. Polis teşkilatlarındaki bu yeniden yapılanma ve cemaatlerin/mahallelerin polislik alanına çekilmesi neoliberalleşme süreçleri içerisinde, siyasi iktidarın neo-liberal yönetim teknikleri çerçevesinde yeniden kurgulanmasının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Devlet kurumlarında maliyeti azaltmak ve etkinliği artırmak üzere, merkezin çoğullaşması ve yerelde devletin yerel mekanizmalar yoluyla cisimleşmesi olarak tezahür ediyor.
Güvenli mahalle olgusunun özellikle 80 sonrası neoliberal politikalarla sürekli gündeme gelen “güvenlik” ihtiyacıyla ilgisi nedir? Halkın hukuka ve kolluk kuvvetlerine güveninin azalmasının sebepleri nedir? Polis teşkilatı bu tür yapılanmalara nasıl bakıyor?
"Güvenli mahalle", "mahalle bekçiliği" gibi nosyonların ortaya çıkışı, halkın hukuka ve kolluk kuvvetlerine güveninin azalmasından ziyade neoliberal siyasi projenin polis teşkilatını ve mahalle/semt yapılanmalarını ilgilendiren sonuçlarıyla ilgilidir. Hem devlet kurumlarının piyasa rasyonalitesi çerçevesinde dönüşümünün bir sonucu, hem de neoliberalleşmeyle birlikte genişleyen yoksulluğun yönetiminde "suçlulaştırma" stratejilerinin önemli bir aracıdır. Türkiye'de devlet kurumlarının piyasa anlayışına uyumlanması AKP hükümetleri altında, 2003 yılında Kamu Mali Yönetimi Kontrol Kanunu kabul edildikten sonra gerçekleşmiştir. Bu tarihten sonra polis teşkilatında "toplum destekli polislik" stratejisine ağırlık verilmiştir. Bu polislik stratejisi maliyet kısmak ve etkin olmak adına bireye "sorumluluk" yükleyen, onu da polisleştiren ve muhbirleştiren bir anlayıştır. Bazı mahalleler/cemaatler "düzen sağlama"nın başat araçlarından biri haline gelir. Mahalleli polisle işbirliği yapıp polisleştikçe, hem mahallenin "düzeni" daha zahmetsizce sağlanır, hem de polise bilgi akışı hızlanır. Mahalle birimleri gibi küçük birimlerin yönetimin bir parçası ve aracı haline gelmesi devlet iktidarını çok daha muktedir kılar ve siyasi hegemonyanın kurulmasında önemli rol oynar. Oluşturulan işbirliği ve bilgi akışı ağları polis denetimini ve gözetimini güçlendirir; piyasaya entegre olamayan yoksulları yönetmek ve "risk"leri bertaraf etmek adına önleyici ve agresif polislik stratejilerini mümkün kılar. 2009 yılında kabul edilen Toplum Destekli Polislik Hizmetleri Yönetmeliği, polisin mahalleli, esnaf ve ticari işletme sahipleri ile oluşturması öngörülen işbirliğine verilen önemi açık etmesi açısından dikkat çekici bir metindir. Bu Yönetmeliğe göre, toplum destekli polislerin her biri "alt görev alanları"ndan sorumludur ve burada ikamet edenlerle işbirliği kanalları oluşturmakla mükelleftir. Bu bağlamda vatandaş katılım programları oluşturulur, huzur toplantıları yapılır... Bu da mahalle sakinlerine "düzen sağlamak" adına Tophane saldırısında olduğu gibi genişçe bir alan açar, imkan sağlar, cüret verir.
Polis ne zamanlar işbirliği yapıyor, ne zaman bu birimleri tehdit olarak algılıyor?
Bu sürecin bir yüzü polisin bazı mahalleler ile işbirliği yapması ise, diğer yüzü "öteki" mahalleleri, hem yoksulluğun yönetimi adına hem de depolitizasyon amacıyla oluşturduğu suç haritaları çerçevesinde mimlemesidir. Bunlar, hem Deniz Yonucu'nun Express'teki röportajında işaret ettiği gibi hem solun örgütlü olduğu ekseriyetle Alevi ve Kürt işçi mahalleleri hem de Tarlabaşı gibi yoksulluğun had safhada olduğu ve kriminojenik ilan edilen mahallelerden oluşuyor. Bu mahallelerle ilgili geniş çaplı bilgi toplanırken, mahalleli yoğun, tacizkâr ve şiddet içeren polis müdahalelerine maruz bırakılıyor. Polislik, devletin kurguladığı stratejiler temelinde "düzeni" sürekli olarak yeniden kurmak demektir. Dolayısıyla, işbirliği ağları ve ittifaklar da, daha çok, amaçlanan ve aslında yapısal eşitsizlik ve muhafazakâr tahakküme dayalı olan düzeni kurmak için elverişli olacak mahallelerle kurulacaktır.
Devlet şiddetinin devlet dışı aktörlere devri veya devlet dışının devlet alanına çekilmesi hangi durumlarda ortaya çıkıyor? Bu durumu makro ölçekte değerlendirebilir misiniz? Bu işbirliğinin dönüşüm yaşayan bir mahallede ne gibi bir işlevi olabilir?
Devlet dışının devlet alanına çekilmesi, devletin neoliberal yönetim teknikleri çerçevesinden yeniden yapılanmasının bir sonucu. Bu aslında devletin küçüldüğü, etkisinin azaldığı anlamına gelmiyor. Bu devlet dışı aktörlerin -- örneğin sivil toplum örgütlerinin veya bu örnekte olduğu gibi mahallelerin -- devleti bulundukları yerde, yani toplumun çeşitli alanlarında, cisimleştirmesi anlamına geliyor. Yani devlet iktidarının ve stratejilerinin daha da tahkim edilmesinden bahsediyoruz. Tophane örneğinde, mahalleli, polisle kurulan işbirliği ağları sayesinde, devletçe aktif hale getirilmiş "makbul vatandaşlar" olarak devletin toplumsal muhalefeti pasifize etmesi sürecinde kilit bir rol oynuyor. Yönetimin bir vasıtası olarak depolitizasyon sürecine bilfiil katılıyor ve siyasi hegemonyanın zayıflatılmaması için aktif rol alıyor. Polis ve mahalleli "düzen"i birlikte üretiyorlar. Düzen ise AKP hükümetlerinin kurguladığı neoliberal, otoriter ve muhafazakâr bir düzen. Bu işbirliğinin dönüşüm yaşayan bir mahallede ne gibi bir işlevi olabilir diye düşündüğümüzde ise mahallenin dönüşümünü sağlayan sermayenin sahibini belirlemede etkili olabilir denebilir. Muhafazakâr sermayeye alan açmada işlevsel olabilir.
Mahallelinin “kendi adaletimi kendim uygularım” yaklaşımı devlet tarafından nasıl destekleniyor ve hangi söylemlerle sürekli kılınıyor? Erdoğan Tophane saldırılarından sonra saldırganları destekleyen bir konuşma yaptı. Sonrasında saldırganlar beraat etti. Devletin izlediği cezasızlık politikasının bu şiddet olaylarına etkisi nedir?
Erdoğan’ın geçtiğimiz Kasım ayında Esnaf ve Sanatkârlar Şûrası'nda yaptığı konuşmadaki gibi söylemler, bu tür şiddet olaylarını meşrulaştıran, bu olayların devamını sağlayacak söylemlerdir ve yanlışlıkla söylenmiş sözler de değildir. Bir stratejinin dışavurumudur... Yargının, yürütmenin hâkimiyeti altında olduğu şu günlerde, yargı kararlarının da bu stratejilerin devamı olarak şekil alması şaşırtıcı değildir. Gazeteci Nuh Köklü'nün bir esnaf tarafından öldürülmesi de bu anlamda bu stratejilerin bir sonucudur denebilir. Bu tür olaylar sayıca artabilir; zira devlet, mahalleleri yönetiminin bir aracı haline getirip, esnafı ve mahalleliyi polisleştirdikçe, bu kişilerin uyguladığı şiddet de günlük hayatın bir parçası olacaktır.
© Tüm hakları saklıdır.