Aydan Gülerce*
Dünya Sevgi Haftasında düşmanlık üzerine yazmanın ne gereği mi var şimdi?
Dünyaya hakim araçsal demokrasi, otoriter popülizm ve neoliberal sömürü düzeni sayesinde kutuplaşma, düşmanlık ve şiddet tüm dünyaya pandemiden çok daha önce ve beter yayıldı.
Zaten sevgiyi okuyabilmek yazmaktan, yapmak hissetmekten çok daha önemli bugün.
Dolayısıyla her türlü acının ve derin yoksulluğun üstüne -veya temelinde- sevgi yoksunluğundan kıvranan bu ülkede, güncel siyasetin dinamiklerine ve şu ifadeye ilgisiz kalamadım da bu başlık ondan:
"Bize diyorlar ki 'siz zenginliğe düşmansınız', hayır biz 'yoksulluğa düşmanız'…"
Bu cümle, ondan önceki "Biz Türkiye'nin en genç partisiyiz. Bu sömürü düzenini yıkmak için buradayız. Artık tahammülümüz kalmadı. Biz yıllardır direniyoruz ama 'bu daha başlangıç' demeyi Gezi'den öğrendik" cümleleri gibi, Erkan Baş'a ait.
Kaç zamandır Sera Kadıgil, Ahmet Şık ve Barış Atay gibi parlak ve enerjik yoldaşlarıyla birlikte dolu dizgin, fişek gibi gidiyorlar. Yürekleri titretiyorlar. Kimi siyasilerin nabızlarını, kimilerinin de tepesinin tasını attırıyorlar.
İdealist ilkeli ve ütopik romantikler. Açlık, yoksulluk, eşitsizlik gibi sert ve insancıl gerçeklere işaret edip, insanların yaralarına parmak basıyorlar. "İnat" ile umut, coşku ve kararlılık temsil etmeye çalışıyorlar.
Nitekim bu birkaç cümle bile yığınla can alıcı kilit kavrama vurgu yapıyor: Genç parti, sömürü, düzeni yıkmak, tahammül, Gezi, vb.
Fakat beni klavyenin başına oturtan ilk cümledeki "düşmanlık" meselesi oldu. Zira bütün mesele de işte o zaten: Düşman olmak ya da olmamak! İster zenginliğe, ister yoksulluğa karşı olsun. Yani içerikten bağımsız, motivasyon ve yöntem olarak "düşmanlık".
Denilebilir ki "ne var bu ironik ayrıntıda?": "Bu düşmanlık iyi bir amaçla; yoksulluğa karşı." "Barış için savaş" gibi filan...
Öncelikle; değiştirmek istedikleri düzende değişmeyen düzeni sürdüren ve yeniden-üreterek sürdürecek olan da yine bu "ortak dil" zaten. Eril savaş dili! İster kişi olarak, ister ülke olarak yanı başımız kadar yakında olsun. Savaş ve düşmanlık hep ötemizde veya uzağımızda varsayılıyor. Daima dışımızda görünüyor.
Oysa içimizde. İçimizdeki ötekilerle ve ona karşı olan yok sayılıyor. Şimdi ve burada olan göz ardı ediliyor. İsterse ötekileştirilmiş grup kimlikleriyle özdeşim veya ittifak kurarak, büyük ve kötü ötekine karşı olsun; hiç fark etmiyor.
Siyasetteki bu ittifakları yaptıran da nitekim "ortak düşman"!
Birincil antagonizma
Zaten TİP olarak "yıllardır direnmişler", ama (henüz?/hâlâ?) "daha başlangıçtalarmış." Neden acaba? Nasıl bir direnişmiş ki hiç işe yaramamış şimdiye kadar?
Antagonizma birey-insanın, kolektifin, topluluğun veya insanlığın başından beri ve ayrışmanın gereği bir "başlangıç koşulu" olarak zaten hep vardır. Değil yıllar, yüzyıllar, bin yıllar bu sarmalla geçti. Onun enerjisini düzenleyip veya dönüştürüp radikal yarılma travmasını aşarak, bir türlü radikal sevgiye ulaşılamadığından olsa gerek!
Her şeyin, hatta "güce direnişin" de en iyisini ve doğrusunu bilenler, değişim dönüşümden, risk almaktan ve cesaretten söz edenler, Nietzsche'nin uyarılarına rağmen, bir türlü sihirli formüllerini değiştiremediler!
Kısacası, Türkiye'de egemen siyasetin "inatçı direnişi" birey-insana ve demokratikleşmeye karşıdır. Esas onun ekosistemik ve öznel diyalojik ilişkiselliğine düşmandır. Bu yadsındıkça da bozuk toplumsal düzen devam eder. Sebebi her ne olursa olsun; gelenek, önyargılı cehalet, ideolojik körlük, kötülük, iyilik, yenilik, vb. hiç fark etmez.
Bireyi de en iyi de anti-emperyalizm, anti-kapitalizm, anti-faşizm, vb. popülist söylemleri ile temsili demokrasiyi araçsallaştırarak kendisi sömürür. Onu tanımaz bile. Kendini tanımaz. Kendinin ötekisini tanımaz. Ondan korkar. Değil yüzleşmek, fark etmek bile istemez. Sömürü düzeni işte böyle değişmez. Kimse özerkleşemez ve özgürleşemez.
Sonuç ve özet olarak, modernist Sol siyasetin "sınıf", postmodernist özgürlükçü siyasetin de "grup kimliği" kavramları "birey-insansız": Homofobik veya Xenofobik! Onu inkâr eder, yutar veya boğar.
Nitekim TİP'nin söyleminde savaşacağını söylediği "yoksulluk" da artık derin bir "grup kimliği". Salt bir epistemik kategori ve siyasi retorik. İçinde "yoksul insan" gerçek, eşit, değerli ve öznel birey olarak yok!
Kimsesiz, dışlanmış ve ihmal edilmiş kardeşler dayanışması
Baş, yüzde 10'luk tabanı ile en büyük ağabey parti "HDP, 12 Şubat yemeğine davet edilmedi" diye Millet İttifakı'nı uyarıyor. "Dayanışma ve kardeşlik" çağrısı yapıyor.
Yani "baba iktidar" ortalıkta yokken, "babanın yasasına" karşı çıkamıyorken, sesini "ana muhalefet"e yükseltiyor. Onu kalkan veya köprü yapıp söyleniyor. Sonra da kol kanat germek istediği diğer kardeşlerini sıralıyor: Kadınlar, gençler, LGBTİ+, Kürt yoksullar, vs.
Böylece de kendi "siyasi ve grup kimliksel" pozisyonunu hem iktidara, hem de muhalefete karşıtlık üzerinden tanımlayarak alıyor. Altı lider fotoğrafını işaret ederek "Böyle Türkiye temsili olmaz" diyor.
Olmaz, evet; benim de aylardır, hatta zirve yemeğine menü önerisi bile yazdığım gibi. Fakat böyle de olmaz: Millet İttifakı'na, "Sen Cumhur İttifakı'nı devir; bana siyaset yolu aç, sonra kenara çekil" demekle hiç olmaz.
Zira Baş'ın çizdiği tablonun da "modern toplumun" tüm kurumlarında derin kökleri olan ve düzeni sürdüren "geleneksel aile tipi siyaset yönetişimi modelinden" hiç farkı yok açıkçası: Yaşlı, baskın ve takiyyeci baba; demode, silik ve namuslu ana; boy boy, kuşak kuşak, hepsi farklı tip travmalı kardeşlerden oluşmuş. Özgürlük ve özerklik arzuları dolu, fakat basmakalıp önyargılar, öğrenilmiş çaresizlikler ve edilgenliklerle süslenmiş, çok yaralı, aydınlanma faturaları kabarık ve kalabalık bir Cumhuriyet ailesi fotoğrafı bu!
Artan enflasyon, adaletsizlik, çaresizlik ve geleceksizlik sadece gençleri, işçileri veya yoksulları etkilemiyor. Herkesi topyekûn ilgilendiriyor. Toplumda neredeyse ezik, sömürülmüş, depresyonda ve öfkeli olmayan yok.
Ayrıca, zaten kuryelerin yürüyüşleri ve zam grevleri klişe anlamda 20. yüzyıl kuramlarındaki "işçi sınıfının" bilinçlenmesine filan da işaret etmiyor. Hele 21. yüzyıl gençleri 80 sonrası siyasetinin her türlü ikincil kimlik milliyetçiliğinden nefret ediyor. Geleceğin belirsizliği ve siyasi seçeneklerin yetersizliği salt onları değil, herkesi ürkütüyor, sindiriyor, siyasetten ve siyasetçiden soğutuyor.
Başka bir deyişle sandığı da boşaltıyor. Yani salt ideolojik ve teorik olarak değil, pragmatik ve araçsal siyaset olarak da çok büyük hata!: 3. Yol, oyların gerekli yüzde 60'ını ikiye değil, üçe bölüyor. Zemini "bir kez daha" kaydırıyor. Yani sadece "kararsızları" ve "iktidara" da, "muhalefete" de, "muhalefete muhalefete" de toptan karşı ve kızgın olanları çoğaltıyor.
Kısacası, "ortak ve dikey" ülke sorunları hepsini, tüm kesimleri ve siyasi partileri "yatay ve çapraz" kesiyor. Tüm kartların yeniden karılması gerekiyor. Daha "folu yumurtası" belirsiz seçim sonrası TBMM'de değil, "şimdi ve burada" ilişkisel düşünmeyi gerektiriyor.
Radikal dönüşüm inatlaşma ve restleşme değil, radikal sevgi ve sorumluluk istiyor. O da ilk ve ivedi sinerjik adım olarak geniş demokrasi için taze bir toplumsal dayanışma ve oydaşma çağırıyor.
Sonuç olarak, tweetimde de dediğim gibi, ister sağ, ister sol olsun; tek el ampülü gevşetse de sökmeye, hele "bozuk düzeni dönüştürmeye" asla yetmiyor.
* Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi